Başrolünde Charlotte Gainsbourg’un oynadığı ‘Ağaç’, izleyeni hırpalamayan bir yas filmi
Bazı filmlerde bir tek cümle oluyor, duyduğunuz anda kafanıza kazınıyor. Bu hafta gösterime giren ‘Ağaç’ı izlerken de, yazar-yönetmen Julie Bertucelli’nin 7-8 yaşlarındaki bir kız çocuğuna söylettiği boyundan büyük cümle çok etkiledi beni. Küçük kızın adı Simone, anne-babası ve üç kardeşiyle Avustralya’da, kocaman bir ağacın altına kurulmuş güzel evlerinde yaşıyor. Ailenin tek kız çocuğu. Mutlu bir çocuk.
Ama babası, karısına aşık, çocuklarına düşkün, sevgi dolu bir adam olduğunu anladığımız Peter, aniden kalp krizi geçirip ölüyor. Arkasında her biri kendince yas tutan bir aile bırakarak... Anneleri Dawn (çok başarılı Charlotte Gainsbourg) yaşamdan elini eteğini çekerken, babasının sevgili kızı Simone da, özlemine ilginç bir çare buluyor: Babasının bahçedeki dev ağacın içinde yaşadığına, oradan onunla konuştuğuna karar veriyor. Ve hayatının yarısından fazlasını o ağacın ‘kolları’ arasında geçirmeye başlıyor. Böyle iyileştiriyor kendini.
En yakın kız arkadaşının, “Sen bayağı mutlu görünüyorsun, ben babam olmadan yaşayamazdım” yollu acımasız lafına da, işte o başta söz ettiğim etkileyici cümleyle karşılık veriyor: “Mutlu mu mutsuz mu olacağına kendin karar verirsin, ben mutlu olmayı seçtim.”
Düşündüm de, bu seçilebilen bir şey gerçekten. Değiştiremediği durumla başa çıkmak için bir yol bulması insanın kendine... Belki bir oyun kurması. Onun için çocukken daha kolay, avunmak. Oyunlar kaybedilmemiş, hayal dünyası yerle bir edilmemişken daha.
Bir süre sonra anneyi de, izleyiciyi de Simone’un oyununa dahil eden ‘Ağaç’, çok hüzünlü ama seyredeni hırpalamayan bir film. Aslında pek çok yerli dizimizin örnek alması gereken bir durum bu. Görülüyor ki, hem bir dram anlatabilir, hem de izleyen insanın boğazlanıyormuş gibi hissetmesine mani olabilirsiniz.
Julie Bertucelli’nin ikinci filmi bu. İlk filmi ‘Otar Gittiğinden Beri’yi yedi yıl önce İstanbul Film Festivali’nde görmüş ve ondan da çok etkilenmiştim. Birlikte yaşayan anneanne- anne-kız torun üçlüsünü yine ‘Ağaç’taki gibi çok incelikli anlatmıştı. Mümkünse DVD’sini bulup izlemenizi, çok uzun süre vizyonda kalacağını ummadığım ‘Ağaç’ı da kaçırmamanızı öneririm. Belki siz de çıktığınızda ‘mutlu olmayı seçersiniz’.
E-devlet kapısında beklemek
Geçen hafta yeni bir durumla karşılaştım: E-devlet kapısı. “Günaydın” diyenler olacaktır ama baktım ki birileri benim kadar bihaber, birileri de musdarip, yaşadıklarımı anlatmaya karar verdim.
Schengen vizesi için kapısını çaldığım vizeci belgelerime baktı, baktı, dedi ki: “Hizmet dökümünüz eksik.” Nereden alacağım? “İnternetten, SGK’dan.” Eee hadi buradan alalım? “E-devlet şifreniz var mı?” Pardon? “Önce PTT’den e-devlet şifrenizi alıyorsunuz 1 TL vererek.”
Her işin bu kadar güçleştirilmesinden bezmiş olarak (zamanla yarışıyorum ve o anda postaneye gitmek benim için kabus) yola düştüm. Baktım Taksim postanesi bomboş. Yaklaşık 10 kadar memur var, işleri güçleri yok, “Buyrun?” dediler, “E-devlet şifresi alacaktım” dedim, önünde sıra olan tek bankoyu işaret ettiler.
Evet bütün postane bomboş, bir tek orası dolu. Niye? Çünkü herkes ‘e-devlet şifresi’ peşinde. Pardon, sonradan öğrendiğim tam adıyla ‘e-devlet kapısı şifresi’. Eee, vatandaşı bekletmek de devlet kapısının şanındandır tabii. Sistem habire koptu, PTT memuru canından bezdi, biz bekledik, bekledik, bekledik...
Sonunda altın değerindeki şifremle bilgisayar başına ulaştım. www.turkiye.gov.tr adresine girdim, ‘devletin kısayolu’ yazıyordu tepede. Güzel bir sistem aslında, ‘devlet kapısı’yla ne işin varsa hepsi orada mevcut. Mahkemelerin, cezaların, SGK kayıtların... Ama sistemin çalışması da lazım tabii. Saat 11.00’di ben ‘sistem hatası’ almaya başladığımda. 17.00’ydi dökümü alabildiğimde. Bir anlık işlem için altı saat! Karşınızda ‘devletin kısayolu’.