Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

“Onlar da normal kıyafetleriyle dolaşsınlar, istedikleri yere girsinler...”
İstiklal Caddesi’nin arka sokaklarından geçiyoruz, taksici kenarda gördüğü transseksüel ve travestilere bakarak söyleniyor.
Arkadaşımla ben toplumun onlara bu sokaklardan başka seçenek pek tanımadığını söylemişiz ya, cevap bu: “Normal giyinsinler!”
“Normal derken?” “Normal erkek kıyafeti işte...”
“E iyi de o kendini öyle iyi hissetmiyor?”
Yok, tartışma kabul etmiyor. Karşısındakinin hangi kıyafeti giyerse, nasıl davranırsa insan içine karışabileceğine karar verme mercii olarak görüyor kendini. Susuyoruz. 

“Özgürlüğüm kısıtlanıyor”

İndikten sonra “Ben çenemi tutmayı beceremiyorum hâlâ” diyor arkadaşım. “Ve biliyor musun eğitimlerde de hep bu konuyla ilgili tepkilerle karşılaştım...”
Arkadaşım Derya Durmaz tiyatrocu ve Hürriyet’in treniyle Kars’tan Edirne’ye giderek birçok durakta insan hakları seminerleri verdi. Duvarlara gazetelerden seçilmiş ‘hak ihlalleri’ fotoğrafları asarak.
Ve hiçbir kareye değil, polisin saçından sürüklediği travesti fotoğrafına gelmiş itirazlar genellikle. Ortak kanı, “Onlar da öyle dolaşmasınlar”... Birisi mesela, “Onlar agresif oluyorlar, ben onları görünce yolumu değiştiriyorum. Benim yolculuk özgürlüğüm kısıtlanıyor.” Bakar mısınız insan hakkından anladığımıza? “Ben onunla karşı karşıya gelmek istemiyorum, çıkmasın o sokağa.”

“Bunları alamıyoruz”

Geçen haftalarda okuduğum bir haber geliyor sonra aklıma. İzmir’de benim de pek sevdiğim Miko diye bir kafe vardır. Yeşiller İzmir ve öldürülen gazeteci arkadaşımız Baki Koşar’ın adını taşıyan bir ‘Nefret Cinayetleriyle Mücadele Haftası’ düzenleyen Siyah Pembe Üçgen derneğinden bir grup rezervasyon yaptırmış orada.
Davetlilerden ikisi transseksüelmiş ve Miko personelinden biri gelip “Bunları alamıyoruz” demiş. “Bunları”!
Nasıl yani? “Miko’nun şeyine uymuyor” Neyine? “Profiline...”
Nasıl bir profili var Miko’nun? Benim bildiğim, denizle, sanatla, edebiyatla son derece iç içe, yazarların çizerlerin takıldığı, adını şahane bir deniz kuşundan alan, iç açıcı bir mekân. Ne zaman bu kadar ayrımcı oldu?

“Keşke söyleseydiniz”

“Keşke rezervasyon yaptırırken söyleseydiniz bunların da geleceğini...” Şaka gibi değil mi? “Merhaba, biz on kişi mekânınıza gelmek istiyoruz, üç erkek, beş kadın, iki de transseksüel.”
Ben basbayağı ürküyorum ayrımcılığımızın gidebildiği noktalardan. O şunun, öteki berikinin kılığından, duruşundan, konuşmasından, kaşını kaldırmasından huylanmaya ve kendinde “O beni rahatsız ediyor, gitsin, burada yaşamasın” deme hakkını bulursa bunun sonu gelir mi?
Her aynı havayı solumak istemediğimizin nefesini kesebilir miyiz? Pardon ama ‘normal’ insanların var değil mi böyle bir hakkı? Öyle ya, onlar da normal giyinsinler...

Haberin Devamı

Normal giyinsinler efendim
“Apartman” sakinleri...
Her yaptığı işi hayranlıkla karşıladığım Şahika Tekand’ın Studio Oyuncuları’ndan bir oyun izledim: “Apartman”.
Onun tiyatro kadar hayatı da yeniden sorgulatan yöntemiyle yetişmiş bir öğrencisi, Ridade Tuncel tasarlamış oyunu.
Oyunda apartman ‘sakinlerinin’ bir gününü izliyoruz. Birinde temizlik takıntısı, ötekinde yeme bozukluğu var, kadınlardan biri belli ki terk edilmiş, diğeri şarap içerek gelmeyen bir adamı bekliyor... Bir karı koca var, birbirinin yüzüne bakmadan yan yana yaşayıp giden...
Her şey kaydedilmiş sesler eşliğinde, hatta yönetiminde oluyor. Ne demek bu? Yedi oyuncu bir saatlik ses kaydına bir saniye bile şaşmadan uyuyorlar sahnede. Esneme, yataktan kalkma, saç tarama, duş sesleri, matkap, elektrik süpürgesi, çatal bıçak gürültüleri, hepsi hepsi teyp kaydı.
Neticede bir grup insanın tekdüze, yalnız, yan dairede olan biteni umursamayan halini sesler ve hareketlerle izliyoruz. Tek cümle duymadan... Üstelik bu, bütün kelimelerden daha etkili geliyor insana. Zamanın ruhuna uygun. Hayatta da sözün hiçbir hükmü kalmadığından belki...