Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Mezuniyetlerinin 20. senesini kutlayan bir sınıf...
Şakalar, kahkahalar arasında eski günleri yad ediyorlar... “Ah, ah ne güzel günlerdi değil mi?” derken bir tanesi, kocaman gözlü bir kadın ayağa kalkıyor...
Adı Anna Odell. “Galiba hepimizin anıları aynı değil, o yıllara dair...” diyor ve başlıyor okul hayatı boyunca nasıl itilip kakıldığını anlatmaya...
Birinin gözünün içine bakarak “Hatırlıyor musun?” diyor mesela, “Senin gibi bir suratım
olsa gider intihar ederdim dediğini?”
Şaka olsun diye kendisine ilan-ı aşk eden çocuk da, sürekli ikili gezip ancak bir tanesi hasta olduğunda onunla arkadaşlık eden kızlar da, apış arasına tekme atan oğlan da alıyor nasibini.
Son derece sakin ama, bağırıp çağırmıyor, kontrolünü kaybetmiyor. Sorusu son derece net: “Neden bana öyle davrandınız?”
Bomba atılmış gibi oluyor salona. “Eğlenmeye geldik, sırası mı tadımızı kaçırmanın?”la başlayan huzursuzluk Anna’nın karga tulumba dışarı atılmasına kadar varıyor.
İkinci bölümde anlıyoruz ki, Anna o buluşmaya hiç davet edilmemiş. Ve “Çağrılsaydım neler olabilirdi?” fikrinden yola çıkıp profesyonel oyuncularla o buluşmayı canlandırarak bir film çekmiş.

Muhtelif tepkiler
Ardından tek tek sınıf arkadaşlarını arayıp “Ben bir film çektim, sana izletip fikrini almak istiyorum” diyor.
Aldığı tepkiler muhtelif.
Geleni, gelmeyeni, yaptıklarına üzüleni, Anna’ya kızanı... Ama şunu söylemek mümkün: Kimse yüzleşmeyi sevmiyor, dürüstlük, rahatsızlık veriyor.
İsveçli yönetmen Anna Odell, kendi deneyimlerinden yola çıkarak yapmış bu yarı kurgu-yarı gerçek filmi. Adı ‘Buluşma’.
Çocukluk travmaları, ergen hainliği ve okul deneyimlerimizin üzerimizde bıraktığı izler hakkında çok etkileyici bir film.
“Okulda zorbalığa maruz kaldım ve bu deneyimlerimi kullanarak hiyerarşide bir değişiklik olduğunda grup içinde mevcut ilişkilerin bu değişiklikten nasıl etkileneceğini araştırdım” diye açıklıyor amacını.
İtiraf etmeliyim ki ben, kızların sadece kız oldukları için o hiyerarşinin en altında yer aldığı ve bunun son derece doğal kabul edildiği bir okul hayatı geçirdiğim için iki kat etkilendim filmden.
Neden sınıf buluşmalarına heves etmediğimi, “Ah o güzel günler” edebiyatında eksik kaldığımı bir kez daha düşündüm.
Büyüme çağında yaşananlar kolay unutulmuyor çünkü! Hep öyle öfkeli kalmıyorsun elbette ama kekremsi bir tat bırakıyor ister istemez... Bir film izliyorsun, hatırlatıyor
kendini.
‘Buluşma’, İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek bu hafta. Kaçırılmamalı derim.

Haberin Devamı

ÖDÜL AYI DERT AYI

Haberin Devamı

Nisan geldi, gene başladı tiyatroda ödül kargaşası.
Normalde ‘heyecanı’ demek lazım, bütün sezon oyun oynamış toplulukların emeklerinin değerlendirilme, ödüllendirilme vakti çünkü. Ama bizde asla öyle olmuyor.
Afife adaylarının açıklanmasıyla beraber hiç sektirmeden başlıyor aynı tartışmalar. Her sene “Bu sefer bir olgunluk gelmiştir belki ortama” diye umutlanıyorum, yok...
Yılların tiyatrocuları “Vay efendim, benim oyunum görmezden gelindi“ diye öfkeli açıklamalar yapıyorlar.
Bir sanat dalıyla uğraşan insanların çalışmalarının ödüllendirilmesini beklemelerinden daha doğal bir şey olamaz elbette. Ama neticede yüzlerce oyun içinden sadece beş tanesi aday olabiliyor, bir tanesi de ödül alabiliyor her sene.
“Benimki mutlaka o beşin içinde olmalıydı, onların hepsinden daha iyiydi” diye bir iddia olabilir mi? Seninki de beğenilmiştir ama öbürleri biraz daha fazla beğenilmiştir mesela, olamaz mı? Bu aday olanlara da ayıp olmuyor mu? Neredeyse insanlar ödül aldıkları için özür dileyecekler.
Jüri desen yerden yere vurulmayı baştan hak etmiş insanlar topluluğu anlamına gelir oldu. Aynı anda herkesi mutlu etmeleri diye bir şey mümkün mü? Değil!
Birileri sevinecek, izin verirseniz tabii, diğerlerine de düşen, meslektaşlarını tebrik edip yola devam etmek değil midir?
Nedir bu çocuk gibi küsme, kızma, sitem etme hali? Alt tarafı bir ödül, sakin olunuz...