Bodrum’da yelken yarışlarının iyice canlandırdığı bir hafta sonu. Bahar fena halde gelmiş, benimki gibi güneş enerjisiyle çalışan bünyeler için birebir. Marina cıvıl cıvıl. Memleketin dört bir yanından yelkenciler Wings Kış Trofesi’nin beşinci ayağı için toplanmış, konuşulan tek konu yarış rotası, rüzgârın durumu, falanca teknenin özellikleri... Hayat farklı bir ritimle akıyor burada.
Bu insanların hepsinin hayatta daha ‘ciddi’ işleri var. Biri finans müdürü, öbürü borsacı, beriki filanca şirkette yönetici... Ama işte hafta sonu olunca ceketlerini kravatlarını fora etmişler, buraya bambaşka bir dünyanın parçası olmaya gelmişler. Kimse yönetici değil artık. Herkes bir takımın parçası.
Centilmen ekip
Bizim teknemizin adı Whirling Dervish. Pek centilmen ve de misafirperver bir ekibimiz var, isimlerinin hakkını veriyor, yelkenin y’siyle alakası olmayan beni de memnuniyetle kabul ediyorlar aralarına. Hırstan gözü dönen, karşısındakini kıran döken yok burada. Her şeyden önce dostlar ve güle oynaya götürüyorlar işi.
Ve ben yelkeni neden bu kadar sevdiklerini anlıyorum onları izlerken. Orada “Ne olacak bu ekonomik kriz?” yok, yerel seçimler yok, trafik stresi, çocuğun okulu, işte dert tasa olarak gördüğünüz ne varsa onlar yok. Yedi sekiz kişi bir tekneyi bir yerden bir yere götürmeye çalışıyorsun bazı kurallar çerçevesinde. Bu kadar. Her şey net.
Doğayla uyum içindeDenizle, rüzgârla boğuşmuyorsun, zira bu savaşı kazanamayacağını biliyorsun. Tam olması gerektiği gibi, doğaya uyum sağlayarak seyrediyorsun. Aslında ‘koca koca adamlar’ olduğunu unutup oyun oynuyorsun. İnsanın bedeni kadar ruhuna da çok iyi geliyor. “Alesta tramola!” komutunu beklerken abuk subuk şeyler düşünüp dertlenemiyorsun zira. Oyun oynamanın çocuklukta kalması gereken bir şey olduğuna kim karar vermişse bence insana en büyük kötülüğü yapmış. Hayata devam etme gücü veren bir şey oyun.
Neticede pazar akşamı bedenin yorulmuş, kafan dinlenmiş, bünyen güçlenmiş olarak dönüyorsun şehrine. O kadar sisli puslu görünmüyor belki gözüne artık sokaklar da. Bu bir mola ve oyun devam edecek nasıl olsa...
Bodrum’dan lezzet duraklarıBodrum’daki yelken ekibimizin tamamı ağzının tadını bilen adamlardan oluşuyordu. Hatta ikisi bu hobiyi meslek edinmiş insanlardı: İstanbul’daki Cibalikapı Balıkçısı’nın sahibi Behzat Şahin ve Bodrum Konacık’ta Denizhan diye müthiş bir et lokantası işleten Deniz Eyinç. Hal böyle olunca yeme içme konusunda da keşiflerle dolu bir seyahat oldu.
Denizhan zaten alanında tek geçilecek bir mekân, belli ki Deniz Bey kendi damak tadına hitap etmeyen hiçbir şey servis ettirmiyor burada.
Sonra Ortakent’te Palavra diye bir balıkçı var, harika, giderseniz dev mantarlarından yemeyi sakın ihmal etmeyin.
Şarkılı servisVe son olarak Komodor... Burası Umurça mahallesinde, esasen meze eviyken önüne birkaç da masa atmış bir küçük lokanta. Mezelerinin hepsi müthiş, balıkları öyle, her şey tazecik. Ama zaten bir sahibi var, küçük beyaz topuzu, aydınlık yüzüyle her tarafa yetişen Manolya Hanım, onu görünce insanın güvenle kendisini teslim edesi geliyor o mekâna.
Emekli hostes Manolya Hanım mutfaktan servise koşarken hiçbir şeyi kaçırmıyor, daha yanınızdaki arkadaşınıza “şarap isteyelim” derken mesela, onun şişeyi kapıp getirdiğini görüyorsunuz. Ya da “Ben getirmesem yemeyeceksiniz” diye şefkatli bir anne gibi ahtapotları bölüştürdüğünü. En hoşu da elinde tabaklarla mutfağa giderken iki müzisyen arkadaşının yanında durup şarkıya katıldığını...
Zira buradaki herkes, aşçısından servis elemanına, Bodrum’daki Türk sanat musikisi korosunun elemanları. Salı ve cuma geceleri Komodor’da fasıl var ve ara sıra bir bakıyorsunuz mutfak elemanları da üzerlerinde önlükleriyle el çırpıp şarkı söylemekte...
Velhasıl, yediğimi içtiğimi kendime saklamaya çalışarak bu üç mekânı da hararetle tavsiye ediyorum Bodrum’a gidecek olanlara...