Ayşe Arman’ın “Memleketten yatak odası manzaraları” dizisi ilgimi çekmemişti başta. Belki artık yatak odalarının röntgeninin çekildiğine, görülecek yeni bir şey olmadığına inandığımdan. Hatta daha fazlasını görmeye hazır olmadığımdan da...
“Gencim, güzelim, bakımlıyım, kocam benimle niye sevişmiyor?” temalı okur mektuplarına buradan bir çare çıkacağını sanmıyorum hâlâ. Daha kökten çözümlerden yanayım galiba, nikâhtan beri sizinle sevişmeyen bir kocanız varsa, boşanmanızın sizin için en hayırlı çözüm olduğu gibi...
Gelgelelim söz konusu yazı dizisi kapsamında Arman’ın İ.Ü. Tıp Fakültesi’nden Prof. Doğan Şahin’le yaptığı röportaj, sekse değil ama aşka, sevgiye, ilişkiye, yakınlığa dair son derece aydınlatıcı. Sorunu nasıl yanlış yerlerde aradığımıza dair bir uzman görüşüyse ihtiyacımız olan, bundan daha faydalısı olamaz.
Gerçek aşkın ömrü
Bir kere şu dilimize pelesenk olan “Aşkın ömrü altı aydır, taş çatlasın üç yıldır”lara bir nokta koyuyor Şahin. “O bir hevestir” diyor, aşk filan değil, “Gerçek aşk, üç yıldan sonra başlar.” Çünkü ona göre ilk görüşte kalbimizi çarptıran şey olsa olsa âşık olma ihtimali...
Sonra aşkın hastalık haline dair mitosları paramparça ediyor. Hani var ya, ne kadar çok acı çekersek o kadar seviyor oluyoruz, saplantılarımızı sevgi sanıyoruz... Kaybetme korkumuzu en çok besleyen kişiye en çok sarılıyoruz...
İşte Prof. Şahin’in bütün bunlara karşı ettiği sihirli cümle, “Sağlıklı bir aşk için, insanların sağlıklı olması gerekir.”
Ama insanlar sorunlu, sevmekle ilgili dertleri var... Prof. Şahin şöyle sıralıyor insanların bu konudaki eksiklerini: “Kendini bir şeye bırakabilmek, teslim edebilmek, bir kaygısı olmamak, karşı tarafı düşünebilmek, onun iyiliğini isteyebilmek, karşı tarafla her şeyini paylaşabilmek, kendini saklamamak, kendini beğendirmeye çalışmamak, kendini olduğu gibi ortaya koyabilmek...”
Hastalığı besliyoruz
Çok acayip değil mi, bugün bir arkadaşımızla aşk üzerine dertleşiyor olsak bu cümlelerin her birinin tam tersini öneririz ona: “Aman kendini bırakma, yakayı kaptırma, kendini düşün, gizemini koru, duygularını açık etme, merak etsin biraz...”
Böyle böyle de sorunlu noktaları besliyoruz el birliğiyle. Sağlığımızı bozuyoruz hep beraber. Aşkı, sevgiyi Prof. Şahin’in dediği gibi coşku, mutluluk, güven veren bir şey değil, sebepsizce içimize düşen bir kurt, huzurumuzu ve de uykularımızı kaçıran, tez zamanda kendimizi kurtarmamız gereken bir baş belası olarak yaşıyoruz. Karşımızdakine de yaşatıyoruz.
Kimseyle de yakınlaşamıyoruz sonuç itibariyle. Bağlanma korkusu, diğer dünya nimetlerini kaçırma endişesiyle daldan dala uçarken gerçekten önemli ve değerli olan neleri kaçırıyoruz, bence yakamızı sevgiden kurtarmaya değil buna kafa yormalıyız artık biraz...
Cemal Şan’ın “Acı”sı...
Cemal Şan çok üretken bir yönetmen. Bu sene çektiği iki film; “Sonsuz” ve “Acı” şu an aynı anda sinemalarda.
En son “Dilber’in Sekiz Günü”yle sevdiğim, “Sonsuz”la hayal kırıklığına uğradığım yönetmenin “Acı”sını izlemek iyi geldi bana. Gördüm ki o kendi hikâyelerini anlatmalı. Zira bence “Sonsuz” bir Cemal Şan filmi değildi.
“Acı”da bir dede - torun hikâyesi anlatıyor Şan. Erzincan’ın karlarla kaplı bir dağ köyünde yaşayan dedenin (Erol Demiröz) evine bir gün hiç görmediği torunu Nesrin (Nesrin Cevadzade) çıkageliyor. Üstelik de hamile.
Dede başta istemiyor, bu kaybettiği kızına benzeyen, en az onun kadar dikbaşlı genç kadını hayatında. Sonrası iki bambaşka dünyanın birbirini keşfetmesi ve de ailenin yaşadığı acıların bir bir ortaya çıkması...
Cemal Şan’ın kendi dedesinin hikâyesiymiş bu. İşkence kurbanı Engin Çeber’e adamış filmi. Ve “Bu filmi çekemeseydim bir daha sinema yapamazdım” demiş.
Biz de “İyi ki yapmış” diyoruz, içimize oturdu Cemal Şan’ın “Acı”sı. Çok yetenekli oyuncusu Nesrin Cevadzade’nin anlamlı yüzü ve Şan’ın bütün filmlerinde beraber çalıştığı Nail Yurtsever, Engin Arslan ve Cem Tuncer’in içe işleyen müzikleriyle birlikte...