Fazıl Say ve BİFO'nun Salzburg Festivali konserinin öncesi, sonrası
Memlekette 'arabesk' ve 'yavşaklık' tartışmaları devam ededursun, biz bir grup medya - sanat ve iş dünyası insanı Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası'nın (BİFO) Fazıl Say solistliğinde vereceği konser için Salzburg'un yolunu tuttuk. Aslında 'bir grup' diye hafifsememek lazım, BİFO elemanlarıyla birlikte iki uçak dolusu insandık.
Türk Hava Yolları'nın Salzburg'a uçuşu olmadığı için iki özel sefer düzenlenmişti bu önemli gün için. Hemen hatırlatalım, bu yıl 90 yaşını kutlayan Salzburg Festivali'ydi istikametimiz ve ilk kez Türkiye'den bir orkestra katılıyordu Festival'e. Hem de açılış konserlerinde çalmak üzere. Son derece gurur verici bir durumdu yani.
Gidişimiz biraz olaylı, inişimiz fena halde yağışlı oldu. İçinde bütün BİFO müzisyenleri ve Fazıl Say'ın da bulunduğu uçağımız inişe geçmişken, biz artık ağaçları sayabilecek kadar alçalmışken ani bir hareketle burnumuz havaya dikildi ve yeniden yükselip Salzburg semalarında uçmaya başladık. Pilotumuz az sonra, yağış nedeniyle bizden önceki uçağın pisti terk edemediğini, o nedenle son anda iniş izni verilmediğini açıkladı. Ama biz o arada bütün kara senaryoları geçirmiştik kafamızdan.
Önceki gün 32 derece olan Salzburg 15 derece ve dur durak bilmeyen bir yağmurla karşıladı Türkiyeli misafirlerini. Bize sürekli afacanlık yapan anaokulu öğrencileri muamelesi yapan iki sert rehber önderliğinde sulara bata çıka Mozart'ın evini gezdik. Dört duvardan ve Mozart'ın bir tutam saçından hariç orijinal hiçbir şey kalmamış olsa da turist akınına uğruyordu ev. Bu bir pazarlama harikası değil de nedir?
"Fazıl Say saçmalamış" mı?
Fazıl Say ve BİFO'nun pazar sabahını yedi renge boyayan konseri için ne söylesem az. Tek tek bütün eserlerin icrasına methiyeler düzmeye yerim yetmez.
Ama Ulvi Cemal Erkin'in 'Köçekçe'sini Sascha Goetzel'in yönettiği BİFO'dan dinlemek hakikaten bambaşka bir şey. Ne ilginçtir, Doğu ezgilerine bambaşka bir ruh katıyor Viyanalı şef. Bir de madem konserin perde arkasına giriyoruz, herkesin dilinde şefin ne kadar yakışıklı olduğu vardı, bunu da söylemeden geçmeyelim.
Fazıl Say'a gelince... Onun yeni bestesi 'Nirvana Yanıyor'u ilk dinleyenler olma şansına eriştik o sabah Salzburg'da. Düşündüm, Fazıl Say 40 yaşındaydı, Salzburg Festivali 90. Ve onun bestesiyle açılıyordu Festival. Ardından Mozart çalıyordu, hem de ünlü bestecinin kendi kentinde. Ve Salzburglular ayağa fırlıyordu.
Konserden sonra sokakta hangi dükkana girsem, "Nerelisiniz?" diye soranlar çok sık karşılaşmadığım şekilde tepki verdiler: Coşku ve hayranlıkla. Çünkü hepsi o gün orada bir Türk orkestrasının çaldığını ve çok iyi bir konser olduğunu biliyordu.
Salzburg'a gelirken yolda elime aldığım gazetelerde şöyle başlıklar vardı: "Fazıl saçmalamış"... "Fazıl hasta, tedavi olsun". Söyleyen kim? Hülya Avşar. Kendisini bir sebepten arabesk müziğin hamisi kabul ettiği anlaşılan ya da her konuda kanaat önderi saydığımız Hülya Avşar. Ama işte orada, klasik müziğin kalbinin attığı festivalde kimsenin umrunda değildi bu.
Ben Fazıl Say'ın her dediğine asla katılmıyorum. Ama orada, sahnede 10 küsür senedir her sene Salzburg Festivali'nde çalmış olan, dünyanın dört bir yanında ayakta alkışlanan bir müzisyen vardı. Büyüleyiciydi.
O noktada bir saygı duyup iki dakika durmak gerektiğini düşünüyorum. Önemli ve kalıcı olan başka bir şey çünkü. Bir de merak ediyorum: Hakkında kuru sıkı atıp tutanlardan herhangi biri bu alkışlar karşısında neler 'saçmalayabilirdi' kim bilir...
Kıyafet zorunluluğuna ne oldu?
Cumartesi akşamı Türkiye Salzburg Başkonsolosluğu rezidansında ertesi gün Avusturya Devlet Bilim ve Sanat Şeref Nişanı alacak olan Borusan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Kocabıyık onuruna bir davet veriliyordu. Davetiyede 'koyu renk elbise' notu olduğu için yağmur çamur demeden siyahları çekip gelmişti herkes. Parlak mavi keten gömleğiyle ilk anda dikkat çeken Hıncal Uluç hariç.
Bence hiç sakıncası yok, gayet de şık bir gömlekti ama kendisinin 'kıyafet zorunluluğu' konusundaki hassasiyetini bildiğim, hatta Altın Portakal ve benzeri organizasyonlarda takım elbise giymeyenlere ettiği ağır sözleri de hatırladığım için durum ilginç geldi doğrusu. Aynı şey ertesi günki konser ve resepsiyon için de geçerliydi.
Peki “Adam ceket giymeye tenezzül etmemiş. Antalya plajında dolaşır gibi, pantolon dışına sarkan gömlekle sahneye çıkıp ‘en iyi film’ ödülü alıyor. Hakarete bakar mısınız? Baykal da ‘Ben bu kılıksızlara ödül mödül vermem’ diye sahneden inmiyor. O utanma özürlülere muhteşem bir Osmanlı tokadı atmıyor!'" diye köpürdüğü genç yönetmenlerimizin suçu neydi?