Kemal Başar’ın sahnelediği ‘Külhanbeyi Müzikali’, oyuncuların şarkı da söyleyebildiği, müziklerin son derece başarılı olduğu bir oyun. Sazı da, sözü de, neşesi de yerinde
Müzikal denince iki kere düşünüp sonunda cayanlardanım, itiraf etmeliyim ki. En çok, müzikal için yeterli donanımda olmayan oyuncularla ya da oynayamayan şarkıcılarla karşılaşmaktan korkuyorum ve korktuğum sıkça başıma gelmiştir. “Şart mıdır?” diye soruyorum o noktada, “malzeme buyken müzikal yapmaya kalkışmak...”
Neyse, bunlar benim iç hesaplaşmalarım, asıl mesele, geçen hafta oyuncuların şarkı da söyleyebildiği, müziklerin son derece başarılı olduğu, sazı, sözü, neşesi yerinde bir müzikal izlemiş olmam: Devlet Tiyatrosu yönetmenlerinden Kemal Başar’ın Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda sahnelediği ‘Külhanbeyi Müzikali’.
Van Devlet Tiyatrosu’nda ‘Romeo Juliet’ sahnelerken tanımıştım Kemal Başar’ı. Yıllar geçti, o şehir şehir, ülke ülke dolaşıp tiyatro yapmaktan vazgeçmedi. Bir süredir de İstanbul’u mesken tuttu. Üretken bir yönetmen. An itibariyle İstanbul sahnelerinde dört oyununu izlemek mümkün. İşte bunlardan bir tanesi de Ülkü Ayvaz’ın yazdığı ‘Külhanbeyi Müzikali’.
Osmanlı’da, II. Abdülhamit döneminde geçiyor olaylar. Baskılar almış yürümüş, iktidarın soluğu gazetelerin ensesinde, millet gölgesinden korkuyor. Devlet yapısı, vatandaşı soyup soğana çevirmek üzerine kurulmuş. Sokaklar kadınlara yasak. Bunun tek istisnası var, tulumbacılarla birlikte yangın söndürmeye koşturan Deli Behiye. Onun bu kural tanımaz hali de cezasız kalmıyor elbette.
Kemal Başar, küçük küçük kıssalardan hisseleri, son derece eğlenceli bir şekilde sunuyor seyirciye. Can Atilla’nın müzikleri çok başarılı, müzik direktörü Tolga Çebi’yle birlikte 10 kişilik orkestrayı ve bütün oyuncuları kutlamak lazım. Ama zaten oyuncuları birkaç kez kutlamak lazım. Bütün heves ve enerjilerini cömertçe ortaya koydukları, sezon başında sahneden düşüp sakatlandıkları halde tez zamanda iyileşip görevlerinin başına döndükleri, en önemlisi ekip oyunculuğuna olan inancımızı tazeledikleri için...
Çok kalabalıklar, yaklaşık 35 kişiler. Yerimiz dar, birkaç ismi temsilen sayalım, onlar tebriklerimizi arkadaşlarına iletsinler... Alican Yücesoy, Beyti Engin, Tugay Mercan, Defne Şener Günay, Mert Asutay... Dekorda Murat Gülmez, kostümde Sadık Kızılağaç, ışıkta Yüksel Aymaz, koreografide Alpaslan Karaduman...
Eğer oyun bittiğinde, “Çok eğlendik de galiba çok iyi bir şey demedi bu adam” gibi bir ikilemdeyseniz, final şarkısına kulak veriniz: “Ey seyirci sakın unutma bunu / Sana idi sözümüz, üzerinde gözümüz / Memleketini satanın kırkını çok görmüşüz...” Öyle diyorlar... ‘Külhanbeyi Müzikali’ cumartesi 20.30, pazar 15.30’da.
EMEK DERKEN?
Sinema Emek’le, çocukluğumun, gençliğimin güzelim anılarıyla, bu anıların gerçek hayatta beş para etmemesiyle ilgili yazmayacağım. Hem bir işe yaramıyor hem Beyoğlu Belediye Başkanı tarafından ‘yaygaracı’ diye tanımlanıyorsunuz.
Burada sözünü ettiğim ‘emek’ her kötü işi eleştirmeye kalkıştığınızda burnunuza dayanan ‘emek’. Kötüye “Kötü” diyemiyorsunuz, çünkü emek var. Sanki hayatta emeğe çok saygılı insanlarmışız gibi, bir film, bir albüm için “Kötü” dediğiniz anda hop, saygısız ilan ediliyorsunuz.
Geçen hafta gösterime giren bir filme hep bir ağızdan ‘kötü’ diyen yazarlar, filmin oyuncularından biri tarafından yönetmene ‘büyük saygısızlık’ etmekle itham edildi. Çünkü orada emek varmış, ter varmış. Bence bu savunma bir işe kötü demekten de beter. İyi, emek verdiniz de ortaya iyi bir ürün çıkmamış, ne yapalım emek sarfiyatını alkışlayacak mıyız?
Bu sözüm kendime de. O filmi yazarken ‘emek verenleri daha fazla üzmek istemediğimden’ dem vurmuşum. Bugün itibarıyla bu kavramı çıkarıyorum eleştiri parametrelerim arasından. Çünkü seyirciyi kandırarak salonlara yolladığınızda sinema sektörü için iyi bir şey yapmıyorsunuz ki, o bir daha 100 yıl Türk filmine gitmemeye and içiyor.