Bazen bir röportaj, bir sürü iz bırakabiliyor insanda. Dış etkenlerle bölünmeyen bir sohbetten hayata dair bir sürü düşünce çıkabiliyor. Hele karşınızda anlatmayı seven, yüzünde bıkkın bir “Siz var ya, bana bunu soran bininci kişisiniz” ifadesiyle bakmayan biri varsa...
Yoksa saçma bir şey aslında hiç tanımadığınız birine bir takım sorular sorarak size yüreğini açmasını beklemek... Açılırsa keyifli oluyor, o ayrı...
Ben bunu Locarno’dan ödüllü oyuncumuz Tayanç Ayaydın’la konuştuktan sonra düşündüm en son... Zaten çok sevgili bir arkadaşımın konservatuvardan öğrencisi olduğu için olumlu önyargılarla gitmiştim buluşmaya. Bu kadar doğal ve ışıltılı, bir o kadar da alçakgönüllü olabilir mi insan...
Hayat hikayesini dün yazdım ama oraya sığdıramadığım sürüyle hikaye kaldı bu sohbetten bana. Ödül filan bir yana, en çok, annesi ve babasından söz edişi etkiledi beni. Bir de sevgilisi Jenny’den...
Bir masal gibi
Çocukluğunu bir masal gibi anlatıyordu. Tek çocuktu, en yakın arkadaşları annesiyle babasıydı, “Çok eğlenirdik birlikte, öyle şanslıyım ki ben” derken yüzü aydınlanıyordu... Zaman zaman gözü doluyordu.
Birkaç güne kadar İstanbul’a gelip onunla yaşamaya başlayacak Jenny’yi sabırsızlıkla bekliyordu. Ve onunla geçecek hayatı, yaşı ilerlemeden sahip olmak istediği çocuğu - ya da çocukları. Kendisini hiç öyle tanımlamıyordu, korkak bile buluyordu ama aslında bu zaman için çok cesur geldi bana onun hayatı karşılayışı. ‘Sorumluluk’ sözcüğünü duyunca köşe bucak kaçan insanlar devrindeyiz, malum. Hiçbir şeyle fazlaca bağlantı kurmadığımız sanal hayatlar daha güvenli geliyor artık bize.
Bu nedenle karşımdaki genç adamın hayatla bu kadar gerçek bir bağ kurup bir yandan da nasıl bu kadar korkusuz olabildiğini merak ettim önce. Sonra o anlattıkça anladım...
Sahip oldukları tekstil atölyesi batmak üzereyken yuvarlak masanın etrafında oturan aile gözümün önünde canlandı. Altı yaşındaki oğullarına “Tayanç, gücümüz tükendi, atölyeyi kapatmayı düşünüyoruz. Sen ne dersin?” diye soran bir anne baba. Belki hala mucizelere, yenilmez süper kahramanlara inandığından pes etmeyi içine sindiremeyip “Son bir kez denesek” diyen bir çocuk.
Çocuksun, anlamazsın
Gerçekten masal gibi değil mi? “Sen sus, anlamazsın, büyüklerin işine karışma” değil midir bunun ‘doğrusu’? Üstelik bununla da bitmiyor, babası bir dosya kağıdı ve boya kalemleri koyuyor oğlunun önüne... “Bir şey çiz buraya” diyor. Dağlar, dereler çiziyor Tayanç kağıda, bacası tüten bir ev, martılar...
Ayaydın ailesinin atölyedeki son işi bu oluyor. Oğullarının çizdiği resmi kazakların üzerine işliyorlar sonra kapatıyorlar işyerlerini... Ve muhtemelen hiçbir zaman “Bak, kapatalım demiştik, sen istemedin, gördün mü ne oldu” demiyorlar. Pişman etmiyorlar çocuğu ‘sorumluluk aldığına’.
Bunun gibi bir dolu hikaye var Tayanç Ayaydın’da. Sonunda onu genç yaşta sorumluluk duygusu yüksek bir adama dönüştüren. Bu adam, kucağında en iyi erkek oyuncu ödülü varken bir yandan yakında Türkiye’ye taşınacak kız arkadaşının bavullarını yüklenmekten de gocunmuyor elbette. Ve hayatında ona yer açmaktan... Yarın sabahı kestirememek modayken uzun süreli gelecek planları yapmaktan... Hayat da bu ‘cesareti’ ödülsüz bırakmayacaktır eminim...
Akşam safası...
Yıllardır duyarım Safa meyhanesini de gitmek nasip olmamıştı. Nihayet yıllardır beni oraya götürmeyi vaat eden arkadaşımla şeytanın bacağını kırıp Yedikule’de Safa’da bulduk kendimizi.
Yediğimiz içtiğimiz her şey pek temiz ve taze, gözümüz duvarlarda... Camekanlarda dizi dizi rakı şişeleri var, bir de portre. Çok güzel bir kadının aynı ressam tarafından yapılmış dört tablosu...
Çok eski
Artık kimse ressamı da modeli de bilmiyor - Bir bilen varsa bana da söylerse çok sevinirim. Bu yüze bakıp hikayesini tahmin etmeye çalıştım, kibar garson arkadaştan tek alabildiğim cevap “Çok eski...” oldu... Aslında orada her şey biraz öyle. İstanbul’un en ‘eski’ meyhanelerinden Safa ve girer girmez başka bir zamana adım atmış gibi oluyorsunuz gerçekten.
Hatta girmeden, çünkü kapıda kimse sizi içeri çekiştirmiyor Nevizade’deki gibi. Kibar kibar girip keyifli ama ‘ölçülü’ oturup 24.00 itibariyle efendi gibi çıkıp gidiyorsunuz.
Hatta bizim gibi oradan Beyoğlu’nun deli kalabalığına ‘akmazsanız’, bu nezih gecenin anısı sizinle birlikte kalabilir bir süre daha...