Salı akşamları Kanal D’de yayınlanan ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ dizisindeki felaketler izleyicide gözyaşı bırakmadı
Nasıl oluyorsa oluyor, televizyonda severek izlediğim hiçbir şey kalıcı olmuyor. Ya tez zamanda reyting bahanesiyle yayından kalkıyor, ya artık o sevdiğim dizi olmaktan çıkıyor. En son örneğini ‘Çakıltaşları’nda yaşamıştım. Dünya tatlısı bir komedi olarak başlayan dizi, beş altı bölüm içinde tuhaf bir drama dönüştü. O tanıyıp sevdiğimiz gençlerin içinden birer canavar çıktı. Ama bu formül de tutmamış olacak ki dizi tarihe karıştı.
Şimdi ne yazık ki aynı durum ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ için geçerli olmaya başladı. Daha ilk bölümünden, incelikli senaryosuyla, dönemi çok iyi yansıtan atmosferiyle, iyi oyuncularıyla her kesimden seyirciyi kavramış bir diziydi. Sahici bir hikayeyi doğru düzgün anlatıyor, reyting uğruna işi sulandırmıyor, ucuz numaralara kaçmıyordu. Evet, bilhassa küçük Osman’ın akıllara durgunluk veren oyunculuk yeteneği sayesinde ekran karşısında bir miktar gözyaşı döktürüyordu ama inandırıcıydı ve ‘keyifle’ izleniyordu.
Erol Taş, Ali Kaptan’ın yanında hiç kalır
Di-li geçmiş zaman kullandığım için çok üzgünüm ama ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’yi izlemek benim için bir eziyete dönüşmeye başladı. Kemalettin Tuğcu romanlarıyla büyüdüm, metanetli de sayılırım ama bu kadar seri felaketin artık benim için bile kabul edilir tarafı kalmadı.
Bu dört çocuklu ailenin babası Ali Kaptan başka bir kadına aşık oldu, evi barkı dağıttı anladık, annenin gözü döndü, ‘öteki kadını’ bıçakladı, hapse düştü, anladık. Öz amcaları çocuklara sahip çıkmadı diye şaşıracakken, ‘hem suçlu hem güçlü’ babaları da onları sokağa atıp yıllardır karısıyla yaşadığı eve sevgilisini getirdi, buna da peki.
İyi de bu Ali Kaptan denen adam, bütün bunların üstüne çocukları kendisine tepki gösterince niye hayrete ve öfkeye kapılıyor? Dahası neden bunun cezasını bütün yaptıklarına rağmen ona hastayken evini açan cennetlik karısına ödetmeye çalışıyor? Ne kadar kızgın olursa olsun, nasıl karısının, çocuklarının ve de öz annesinin zabıtalar tarafından yerlerde sürüklenerek evden atılmasını keyifle izleyebiliyor? İnsaf, Erol Taş bile bu kadar korkunç bir adamı oynamadı bugüne kadar.
Aynı anda tek tek çocukların başına gelen felaketleri saymıyorum bile. Pek çok kişi yazdı, ben de tekrarlamak istiyorum: Ağlatma özelliğinin üzerine gidilirken dizinin inandırıcılığı kaybolup gidiyor. Lütfen bu zavallı Akarsu ailesine bir gün yüzü gösterin artık, ekran karşısında nefes alamaz olduk...
Bir Cihangir gecesi ve Rose MarIne
Cihangir’deki mekanların çoğu gece geç vakte kadar açık. Fakat hepsinin ortak özelliği, saat 23.00 itibariyle mutfaklarını kapatmaları. Ama ne kapatmak, adeta aşçı kapıya kilit vurup çıkıyor, artık oradan bir peynir ekmek bile dışarı sızamasın diye.
Bir zamanlar bu konuda ‘Meyra’ istisnaydı. Bu nedenle geçen gece yoğun çalışma durumundan aç bilaç çıkmış bir grup insan olarak Meyra’ya yöneldik. Meğer onlar da ‘mutfak 11’de kapanır’ kuralına uymaya karar vermiş. Ve bu prensibin delinmesi söz konusu değil. Tuhaf şey. Tamam o saatte aşçın da çıktığına göre, “Mükellef sofra kur” diyen yok ama madem açıksın, müşteriye iki lokma bir şey verilebilmelisin.
Hayal kırıklığı içinde sokağa çıktık, baktık ki ufukta bir ışık... O sokağın iki yeni mekanı var, her ikisinden de çok memnunuz: Biri eski dostumuz Porte’nin yerine açılan ‘Journey’, diğeri de işte bu ışığın sızdığı ‘Rose Marine’.
Journey’e bir başka yazıda değinmek üzere Rose Marine’den söz ederek bağlamak istiyorum konuyu. Cihangir’in eskilerinden Smyrna’nın yanında açıldı. Pek cicili bicili dekorasyonu, arkada çok hoş bir bahçesi, ve gecenin ikisinde bile son derece güleryüzlü ve konuksever olabilen çalışanları var.
“Açığız elbette, yemek de var” diyerek buyur ettiler bizi. Pizza dışında mönüde bulunan her şeyi hazırlayabileceklerini söylediler. Nitekim brokoli çorbasından Hint böreğine gayet nefis yiyeceklerle dolu bir soframız oldu beş dakika içinde. Her şeyden önemlisi de, bizi gerçekten misafir gibi hissettirdiler, gece vakti onlara rahatsızlık vermeye gelmiş bir grup insan gibi değil...