‘Dehşet, vahşet, ölüm’
Hatta bu nedenle, orijinal isimleri onların ne tüyler ürpertici bir şey olduğunu ele vermiyorsa, hemen içinde ‘dehşet, vahşet, ölüm’ geçen yeni bir isim biçiliyor. Bakınız: Bu haftanın birinci korku bombası, ‘Dehşetin Gözleri’. Daha önce televizyon dizileri çeken Hollandalı Elbert Van Strien’in ilk filmi. En cazip korku filmi mekanlarından birinde, kahramanımızın doğup büyüdüğü, yıllar sonra kocası ve kızıyla döndüğü evde geçiyor. Ama tabii o eski evlerde neler olur? Geçmişin hayaletleri... ‘Korkunç’ sırlar... Ve merak öldürür... Bizim küçük kıza da annesinin ölü ikiz kardeşi görünmeye başlıyor evde. Fena sayılmayacak bir psikolojik gerilim. Sürprizli bir finali de var ki daha ne ister bir korku filmi tutkunu?
Sonra yine eski bir ev, yine o aynı ‘ölümcül’ merak... Ve yine bir ilk film, üstelik gözlü ve de ikizli: Katalan yönetmen Guillem Morales’ten ‘Julia’nın Gözleri’. Filmin sorunu, yapımcısının ‘Pan’ın Labirenti’nin de yönetmeni olan Guillermo del Toro olması. Beklenti oranında hayal kırıklığı da büyük.
Halbuki filmin baştan itibaren tutturduğu başarılı bir atmosferi var. Kör bir kadının, Sarah’nın kendini astığı sahneyle başlıyor film. Sonra onun, intiharına ikna olmayan ikiz kardeşi Julia giriyor devreye. Her ikisinde de aynı genetik göz hastalığı mevcut, Julia’nın kendisini stresten koruması lazım ama merakı her şeyden güçlü. Yerleşiyor kız kardeşinin evine, başlıyor izleri sürmeye...
Filmin, ‘İçimdeki Deniz’ ve ‘Yetimhane’ filmlerinden tanıdığımız Belen Rueda gibi bir kozu var, Sarah’yı da Julia’yı da o oynuyor. Onun dışında yerine oturmayan açıklamalar, inandırıcılığı sarsan sürüyle detay... Ama işte yaz mı yaz, korku mu korku... Buyrun salonlara...
“Allah sana anne olmayı nasip etmesin!”
Sanal alemin en hayırlı icatlarından twitter gittikçe dikenli, mayınlı bir alana dönüşüyor ellerimizde. Sen çıkıp kendi adınla, olduğun gibi fikirlerini yazıyorsun, seni ‘takip eden’ bir dizi ‘hayalet insan’, -çünkü onların isimleri cisimleri belirsiz- sana saldırmak için fırsat kolluyor. Ağzından köpükler saçarak, aranızda gerçek bir kan davası varmış gibi...
Misal, Ece Temelkuran ‘sessiz uçak seferi’ özlemini dile getirdi geçen gün. Belli ki eziyetli bir uçuş deneyiminden çıkmış, son derece anlaşılır bulduğum bir hissiyatla şunları yazmış twitter’a: “Havayollarında ‘silent flight’ diye bir uygulama olsa. Ekstra ücret ödeyerek çocuksuz ve sessiz uçaklara binebilsek... İyi olmaz mı ey THY!”
Aman efendim, sanki “Çocukları gaz odasına yollasak fena mı olur?” yazdı... Bir öfke, bir nefret patlaması... “Allah sana anne olmayı nasip etmesin!” diye beddua eden var, ne oluyoruz yahu? Bir sakin olun, nerede biriktiriyorsunuz bunca siniri? Ve ne hakla kusuyorsunuz?
Ama böyle ‘dokunulmaz’ konular var. Sanırsın herkes uçakta-otobüste arka koltuğunda tıkanırcasına ağlayan bebe sesine tutkun. Hiçbiri içinden “Hay Allah ne kötü yere düştüm” demiyor. Ama iş söze döküldüğünde başka. Mecbursun hoşlanmaya çocuk ağlamasından. Sakın aklından bile geçirme aksini söylemeyi, ömrünün sonuna kadar lanetlenirsin. Şefkatsiz, insafsız, kutsal annelik mertebesini de asla hak etmeyen bir yaratıksındır.
İnsan bunca çocuk sevgisinden çocuklarına iyi davranan, onların eğitim, yaşam haklarını gasp etmeyen, onlara adam gibi yaşayacakları bir ülke, bir doğa, bir deniz bırakmaya özen gösteren bir toplumda yaşadığını sanacak neredeyse...