Bir kenara saklayıp çeşitli vesilelerle döne döne okuduğum bir Yıldırım Türker yazısıdır, ‘Can Sevinci’. Sizinle paylaşmak istedim
Yıldırım Türker’in Radikal’den ayrıldığını-ayrılmak zorunda kaldığını duymak, zamanda bir yolculuğa çıkardı beni. Radikal’in çıktığı 1996 yılına döndüm. Bu mesleğe dair çok şey öğrendiğim hocam Tuğrul Eryılmaz’la, Sevin Okyay’la, Güldal Kızıldemir’le çalıştığım o mutlu günlere... Bir ekten çok daha fazlası olan Radikal İki’nin nasıl heyecanla hazırlandığını gördükten sonra pek az yer beni o derece mutlu etti, yalan söyleyemem. İlk günlerin tazeliği yakalanmıyor bir daha.
Sonra Yıldırım Türker’i tanıdım o çatıda. Radikal İki’de çalışmak demek, aynı zamanda onun yazılarını her hafta ilk okuyan olmak demekti. Tek başına bir gazeteyi okunur kılma gücüne sahip bir kalemden söz ediyorum. Sadece ben etmiyorum, dün sosyal medyada neredeyse herkes bundan söz ediyordu. Kızgınlıkla, yılgınlıkla, umutsuzlukla...
Ben döndüm, bir kenara saklayıp çeşitli vesilelerle döne döne okuduğum Yıldırım Türker yazılarından birine sığındım... ‘Can Sevinci’dir başlığı. “Bir canlı yavrusunun, sadece yaşıyor olduğu için; ağaçların, hayvanların, rüzgârların, kayaların, tan vaktinin ve daha neler nelerin varlığını hissederek, bu sonsuz kalabalığın içinde olma mutluluğununun altında kalıp sevinçle çırpınarak yaşadığı an”a bu ismi verir Türker. Sizinle paylaşmak istiyorum sonunu. İhtiyacımız olduğunu düşünerek... Emanet edilmemiş hayatların nefesleriyle şişecek yelkenlilerin ve patlaması beklenen ‘can sevinci’nin umuduyla...
“Herkesin kendini bir başkasına, bir inanca kurban ederek var edebileceğine inandığı bir hayatın imlâsından kurtulmak çok güç. Kurbanlıkla saf sevinç asla kucaklaşmıyor. (...) Bir yalancı yarına takılı, kendini kurban edecek sunaklar arayarak geçen ömürlere hayat denmeyecek. Hayat şimdi’nin adı olacak.
O zaman, bir yaz gecesi yıldızların altında apansız bir deli çığlığıyla patlayıverecek o saf sevinç. Can sevinci. Emanet edilmemiş bir hayatın nefesiyle şişirdiği yelkenli yepyeni ufuklara yol açacak. Vanegeim, hâlâ yanımdaymış. Omzuma dokunuyor: ‘Istırap, zorunlulukların yarattığı hastalıktır. Ne kadar küçük olursa olsun, saf sevincin tek bir atomu bile onu uzak tutacaktır. Büyük bir neşeyle özgün bir şenlik için çalışmak, genel bir isyana hazırlanmaktan çok farklı değildir.’”
11’e çeyrek kala kalkan 11 motoru
İstanbul’da geçecek yaz günleri için en büyük umudumdu, Sedef Adası. Geçen sene Club Ada Sedef’te geçirdiğim günden sonra şaşıyordum İstanbul’da yaşayıp da bu adaya nasıl gitmediğime bunca yıldır. Artık biliyorum.
Çok fazla ulaşım yolu olan bir ada değil, Sedef Adası. Pazar günü Bostancı’dan kalkan iki vapur var, biri 10.00’da, diğeri 13.00’te. Arada şansınız yok. Aslında var, Kartal’dan motora binmek. Ama yakalayabilirseniz...
Ben önce internetten baktım. Şahane, 08.30-12.30 arasında saat başı motor kalkıyor. Ama yurdum seferlerinin sağı solu belli olmaz diye Club Ada Sedef’i aradım, “Bu saatler geçerli mi?” diye. Nitekim değilmiş, Ramazan nedeniyle sadece iki sefer kalkıyormuş; biri 10.00, öbürü 11.00’de. “Emin misiniz?” “Eminiz.”
Kalktık Kartal’a yollandık pazar pazar. 11’e çeyrek kala iskeledeyiz, Sedef Adası’ndan sorumlu arkadaşa soruyoruz, “12’de” diyor. “11’e ne oldu?” “Kalktı o”. 11’e çeyrek kala bu cevabı normal karşılamamızı bekleyen görevli, biz sinirlenince, “Gelir bir yarım saate, hiç tartışamayacağım sizinle” diye tersleniyor. Ben Club Ada Sedef’i arıyorum, geçen gün bilgi aldığım mekan sahibinden, “Bugün insan olmadığından 10 seferi kalkmadı, sonra gelenler de çok bekledi, ondan kaldırdık, gelince geri gönderirim” gibi cevaplar alıyorum.
Netice: Gerilen sinirler, yollarda boşa geçen saatler ve gidelemeyen -korkarım artık gidilemeyecek olan- Sedef Adası... Olayın bunu izleyen Heybeli ayağını da başka sefere bırakıyorum, İstanbul’un burnunun dibindeki cennet parçalarının nasıl hunharca harcandığının resmi olarak...