En müsaitlerin bile söyleşi talebine yanıtı “Bakarız” olur. “Müsait misiniz?” deyince, en her yere konuşanların bile biraz düşüneceği tutar. Ama Özge Uzun, üstelik ‘balata gafı’ gündemdeyken, oğlunu almaya gittiği Ankara dönüşünün sabahına randevu verdi. “Evime gelin, ben size gerçek Özge’yi göstermek istiyorum” dedi. Biz de ‘peki’ deyip yola çıktık. Yağmurlu bir günde, dar ve virajlı yolları döne döne Kilyos yönünde gittik de gittik. Ben, “Ev Sarıyer sırtlarında olduğuna göre ayakkabı çıkarılmıyordur herhalde” diye düşünürken de eve vardık. Zilde, ‘Özge-Dağhan-Volkan’ yazıyor. Bebeklerini aralarına almış uyuyor gibi...
‘Gerçek Özge’ açıyor kapıyı. Üzerinde siyah bir şalvar ve tişört var. Misafirlerini öperek karşılayan, onlara minik pizza, muzlu pasta, tatlı-tuzlu kurabiye ve taze demlenmiş çay ikram edebilen bir kadın ‘gerçek Özge’. Kabaran parkeden dert yanıp, “Kendi evin olmayınca işte, dur bakalım” diyebilen, oğlundan söz ederken gözleri dolan, balata gafını hatırlayınca kahkaha atan bir kadın. İşte ‘gerçek Özge’...
Her yerde sizin şu ‘balata’ hikâyeniz konuşuluyor. Nedir olayın aslı astarı? Yani herkesin başına gelebilecek bir şey aslında. Habertürk’te yaptığım ‘Özge Uzun’la Uzun Geceler’ programında konuğum Cemal Hünal’ın ‘balata’ koleksiyonu yaptığını öğrendim. Ve hoş bir sürpriz olsun diye Cemal’e canlı yayında balata hediye ettim. Meğer adam balta koleksiyonu yapıyormuş. Yani Google’ın kurbanı oldum. Herkes her şeyi Google’da aradığına göre aslında herkesin başına gelebilecek bir şey. Çünkü bir şekilde yanlış bilgi de var orada. Ayrıca çok komik. Balatanın kendisi komik, yağlı, eldivenle tutuyorum falan... En komik olan da, benim hiç bozuntuya vermeden ısrarla Cemal’e balatayı vermeye çalışmam. “O zaman bu da ilk balatanız olsun” diyorum. Eve gelince izledim programın o kısmını. Hatta internette paylaştım. Twitter’a ‘balatayı sıyırmış sunucu’ yazdım, kendi kendimle dalga geçtim.
Niye şimdi gündeme geldi? O programın üstünden çok geçmedi mi? Evet, o daha ikinci programdı. Bilmiyorum ki, Yüksel Aytuğ geçenlerde bir yazı yazdı. Ondan sonra sanırım insanlar merak etti. O yazdıktan sonra her yerde görmeye başladım. Ama biliyor musunuz, birkaç gündür hiç bakmıyorum internete.
Hakkınızda yazılanlara mı bozuldunuz? Bozulmadım. Ne olacak, herkes gülsün işte, komik. Ama eleştiri yerine hakaret duyunca üzülüyorsunuz. Ben her şeye açığım. Eleştiri olabilir. Okan Bayülgen dedi geçen programında, televizyona çıkıyorsan eleştirilmeyi baştan göze almışsındır ama hakaret başka bir şey. Mesela köşe yazarının biri benim için “Nereden geldiği belli olmayan, ne iş yaptığı bilinmeyen kişilere program yaptırırsanız böyle olur” demiş. Ne demek nereden geldiği belli olmayan? Benim bir ailem var. Annem, babam, kardeşim var. Her şeyden evvel birinin eşi, birinin annesiyim. Ve ne demek ne iş yaptığı bilinmeyen? Ben 13 yaşımda girdim bu işin içine. Belki okulunu okumadım ama bu işin okulunda ders verme şerefine nail oldum. Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi’nde ders verdim. Kalkıp da orasını burasını göstererek bir şeyler yapmaya çalışıyor demeleri ayıp.
Program bitti mi şimdi? Evet.
Balata meselesi yüzünden mi? Sanmıyorum. Neden olduğunu bilmiyorum, kanalın tasarrufudur. Ben Ankara’daydım, arayıp programımın yayından kaldırıldığını söylediler.
Ne hissettiniz o an? Yani, önce çok üzüldüm. Çünkü etrafımdaki insanlar bana daha yeni yeni “Programın hayırlı olsun, izliyoruz, çok beğeniyoruz” diyorlardı. Daha 10 bölüm çekmiştik. Ama sonra amaaan dedim, oğlumdan önemli bir şey mi var şu hayatta! Ve sonra ne oldu biliyor musunuz? Dağhan üç saniye ayakta durdu. Bu benim için her şeye değer. Oğlumun doğuştan bazı rahatsızlıkları var ve benim için hayatta en önemli olan şey onun sağlığı. Bir de ben her olayda bir hayır olduğuna inanırım. Demek ki hakkımda hayırlısı böyleymiş. Benim programım başlangıçta dört geceydi, sonra farklı projeler üretildi. Ben, Hülya Avşar, İclal Aydın ve Sevim Gözay farklı farklı program yapacaktık. Sonra benimki üçe indirildi. Çok büyük savaş verdim. Perşembe günleri reytinglerimiz iyiydi de, hafta sonları maçlar falan girince devreye, çok zor oluyordu.
‘Hülya Avşar’ın programı dört gün izleniyor ama...’ diye geçiriyor musunuz hiç içinizden? Yok. Ben bugüne kadar hiç kimseyi kıskanmadım. Hep kendi işime odaklandım. Annem bana hep, “Biraz sesin çıksın, biraz hakkını ara” der ama ben böyleyim. Sesimi yükseltemiyorum. Hülya Avşar çok başarılı, her şeyden önce çok çalışkan bir kadın. Programı izleniyor. Türkmax’te yaptığı programda da iyiydi.
Yeni projeniz var mı? Yine Habertürk’te bir şey yapacağım sanırım. Benim habercilik özelliğimden de yararlanmak istiyorlar. Artık öyle sadece
haber sunmam ama haber ağırlıklı bir program olacak.
Siz nasıl başladınız bu mesleğe? O zaman çok küçüktüm işte, 13 yaşımda falandım. Ankara’da yaşıyorduk. Özel radyolar daha yeni yeni açılıyor o dönem. Bana da herkes “Senin sesin çok güzel, başvursana radyoya” derdi. Gerçekten de sesim çok nadir bulunan bir ses, alto. O zaman da çok ince değildi, yine tok bir tonu vardı. Radyo Vizyon’a gittim, TRT emektarlarının çalıştığı bir kurum. Erhan Konuk’tur mesela ilk programı yaptığım kişi. Erhan abiyle hâlâ görüşüyoruz. Habertürk’teki ilk programımdan sonra beni arayıp tebrik etmişti, gurur duyduğunu söyledi. Ve orada iki program yapmaya başladım. Biri ‘Kırmızı Çerçeve’. Kırmızı çerçeveli gözlüklerim vardı, oradan. Hâlâ da kırmızı çerçeveli gözlük kullanıyorum. Biri de ben böyle biraz deli dolu bir kız çocuğu olduğum için ‘Cıvıl Cıva’ydı. Hani cıva böyle yerinde duramayan bir madde olduğu için, oradan.
İstanbul’a ne zaman geldiniz? 98’de. Daha 18 yaşındaydım.
Alem FM’e ses kayıtlarımı göndermiştim, iş görüşmesine çağırdılar ama ben sanki sözleşme olmuş bitmiş gibi bavulumu toplayıp geldim ve gerçekten de anlaştık. Ailem nasıl olsa üç ay sonra döner bu diye bakmış, çok zorluk çektim ama dönmedim. İstanbul benim için bir hayaldi çünkü, hep gelmek istiyordum. Kocamustafapaşa’da bir yerde oturuyorum. Eşyam yok. Aşağıda kahvehane vardı, bir gün eve girerken baktım, sandalyeleri dışarı atmışlar, yeni sandalyeler alıyorlar. Hemen gittim, dedim, “Amca bunları atıyor musunuz?” Adam da “Evet kızım” dedi. “Ben bunları alabilir miyim?” dedim. Ne cesaret! Oradan dört sandalyem oldu. Bir tane portakal sandığı vardı mesela. O sonra masa oldu bana, televizyonun altına sehpa oldu televizyon aldığımda, boyadım ettim kitaplık oldu...
Televizyona nasıl başladınız? NTV’de. Ben aslında asla haber okumam diyordum. Radyoda falan arkadaşlarım, “Sen ne güzel haber okursun” dediklerinde “Hiç düşünmüyorum” diyordum. Haber bana çok ciddi geliyordu. Bana yakışmaz bu kadar ciddiyet diye düşünüyordum herhalde. O dönem NTV’ye seslendirme işi için başvurdum. Onlar bana haber sundurmaya başladılar. Oğuz Haksever, Mirgün Cabas’la beraber çalışmaya başladık. Az fırçalarını yemedim. Uzun süre ağlayarak gidip geldim işe. Şöyle okumayacaksın, böyle okuyacaksın diye bayağı anlatırlardı. İlk okuduğum haber, bir caretta caretta haberiydi ve o kadar yumuşak bir ses tonuyla okumuşum ki herkes bu kız fazla dayanmaz diye düşünmüş. Sonradan söylüyorlar bana.
Haber de yapıyor muydunuz yoksa sadece sunuyor muydunuz? Sonradan Oğuz abinin de teşviğiyle işin mutfağına da girdim. Hani haber nasıl yazılıyor, televizyon haberciliği nasıl yapılıyor, öğrendim.
O dönem NTV’de gece haberlerini sunuyordunuz ve epey hayranınız da vardı.
Evet. NTV’nin duruşu farklıydı tabii, sizi daha farklı bir yere getiriyordu. Şimdi o dönem beraber çalıştığım arkadaşlarımı görünce, benimle gurur duyduklarını hissedebiliyorum. Çünkü ben onların küçük kızı gibiydim. Büyüdüm, yuvadan uçtum gibi. NTV benim için bir okuldu. Kimse beni örnek almasın, herkes bu işin okulunu okusun ama ben bu işin okuluna gitmeden eğitimini aldım. Benim şartlarım farklıydı, çalışmam gerekiyordu ama okuyabilsem okurdum da. Turizm otelcilik okudum, sonra devam edemedim. Ama gerçekten işi yaparak piştiğime inanıyorum.
NTV’den sonra Fox TV’ye geçtiniz ve ne olduysa o zaman oldu. Bir gün kadraja mini eteğiniz girdi ve...Evet yaaa! Tamamen benim iradem dışında gelişti o olay. Bacak odaklı bir ündü. O dönem biraz utanmıştım bu durumdan ama sonra düşündüm ki ben utanılacak bir şey yapmadım. Benim bu konularda en büyük danışmanım annem ve eşim. Onların beğendiği her şeyi yaparım. Annem çok acımasız eleştirir, ona güvenirim. Eşim de giydiğimi onaylıyorsa sorun yoktur.
Bacaklarınız 1.10’muş galiba...Evet. Ben 12 sene yüzdüm. Hayatımda her zaman
spor vardı. E, sülale de uzun. Soyadım da Uzun zaten. Kardeşim 1.98. Oğlum da uzun boylu. Kasımda iki yaşına girecek ama boyu iki yaş üstü şimdiden.
Hiç illallah dediğiniz oldu mu bu uzun bacaklardan ve bacaklarınızın çok konuşulmasından? Aslında gençken biraz utangaçtım. Etek giymezdim, askılı giymezdim. Annem, “Kızım ne olur askılı giy” derdi ama utanırdım. Vücudumla barışık bir insan oldum. Doğumdan sonra bu daha da gelişti. Ben hiçbir zaman incecik bir kadın olmadım. Boyum 1.80 ama
balık etliyim. Ne giysem gösterişli duruyor. Artık çok sorun etmiyorum bunu.
‘Aaa, çıktı işte benim balata!’Uzun’un evi, sigaranın mutfakta içildiği evlerden. İkinci bardaktan itibaren çayını kendin doldurabileceğin bir ev.
Ilısın diye borcama alınmış zeytinyağlı barbunyanın içinden görünen havuçlar, öğlen içilmiş, durulanmış ve ters kapatılmış Türk kahvesi fincanları ve tezgâhta duran küçük bakır cezve, masadaki tuzluk biberlik, arada gidip gelen görüntüsüyle 37 ekran bir televizyon burayı eksiksiz bir ‘yaşayan mutfak’ yapıyor.
Uzun’un annesi, “Kızımı üzüyorlar, neler dediler hakkında” diye dert yanarken, Muhsin (Akgün), “Serdar Turgut’un Rojin hakkında yazdıklarını biliyor musunuz? Ne insanlar var işte!” diyor. Ömür Hanım, “Aa o adam Özge’nin programına da katılmıştı” diyor. “Evet yani, o kadar çok yazdı ki bacaklarımı, aldım ben de programa. Geldi yakından gördü, rahatladı” diyor Özge Uzun. “Ben hiç takmıyorum hakkımda söylenenlere. Dedim ya, annem ve eşim. Onların ne dediği önemli benim için. Mini eteğim eşimi rahatsız etmiyorsa dert değildir” diyor. O sırada televizyonda Cemal Hünal’ın oynadığı dizinin reklamı dönüyor. Özge Uzun, “Aa, çıktı işte benim balata!” deyip gülüyor.
Programdan sonra ne o aramış Hünal’ı, ne de Hünal onu. “O da anlayışlı bir çocuk, bence o da gülmüştür sonra çok” diyor. Sonra da boşluğa doğru “Belki de balata koleksiyonu yapmaya başlamıştır” diyor.
‘Dağhan sağlıklı olsun da bekleriz’ “Şimdi, ben o balata gafını yapmamış olsaydım siz gelip benimle röportaj yapmayacaktınız belki” diyor sohbetin ortasında biraz da gözleri dolarak. Uzun’un emekli hemşire annesi lacivert-beyaz takım giydirdiği Dağhan’ı yanımıza getirdiğinde, “İyi ki yapmışım o balata gafını” diyor, “Vesile oldu işte. Ben size bu ülkede engelli çocuklar olduğunu ve onlardan birinin de benim oğlum olduğunu gösterebildim bu sayede.” Dağhan’ın doğuştan gelen bazı engelleri var. Yürümesi ve konuşması zaman alacak. Ama Özge Uzun ve eşi Volkan Üst, bu ‘zaman’ meselesine çoktan razı. “O sağlıklı olsun da biz bekleriz” diyor Uzun. Dağhan şimdi Ankara’da bir rehabilitasyon merkezinde haftada altı gün tedavi görüyor. Özge Uzun da Ankara-İstanbul hattında mekik dokuyor. “Annem olmasa ne yapardım bilmiyorum” diyor. Tek isteği engelli çocukları olan ailelerle bilgi ve deneyim paylaşmak. Bunun için açtığı bir de blogu var:
http://vod.blogcu.com...
(RADİKAL / ELİF TÜRKÖLMEZ)