İstanbul’da konuşulan mekânlar son yıllarda hep aynı. Ya şubeler açılıyor, ya da eski restoran ve gece kulüpleri allanıp pullanıyor. Bazen dekor değişiyor, bazen de isim. Ama sonuç genelde çok farklı olmuyor. Oysa artık biraz değişiklik istiyoruz. Tıkış tıkış yerlerde eğlenmek istemiyoruz. İşte bu yüzden bu hafta sonu daha az bilinen yerleri gezdim.
Kuzguncuk’ta yeme-içme adresleri
Önce Kosinitza’yla başlayalım. Kuzguncuk’ta çok şirin bir restoran. Zaten Kosinitza Kuzguncuk’un eski adıymış. Mönüde daha çok deniz mahsulleri öne çıkıyor. Ama bildiğiniz meyhane ya da balıkçılara benzemiyor Kosinitza. Daha çok bir İtalyan trattoria’sı havasında.
Biz cuma akşamı iki kişi gittik. Bu kadar küçük olduğunu tahmin etmediğimiz için ve tabii son dakika karar verdiğimiz için rezervasyon yaptırmamıştık. Meğer 28 kişilikmiş. İçerisi doluydu. Kapının ağzında iki kişilik bir masa vardı, oraya oturduk.
Ortada mezeler duruyor, aralarından seçiyorsunuz. Üçlü ya da beşli olarak çok şık servis tabaklarında geliyor. Mezelerden favorimiz taze sardalye yaprak sarma. Sonra sıcaklardan taze ahtapot ızgara, ana yemek olarak da kömür ateşinde ızgara deniz tarağı ve sinarit yedik. Ana yemeklerin yanında krema soslu sebzeler vardı. Hepsi çok lezzetliydi. Bir tek şarap konusunda aceleye getirildik.
Birer kadeh içelim derken bize uygun görülen bir şişeyi almak durumunda kaldık. Ama o kadar içten tavsiye edildi ki uzatmadan söz dinledik. Servis konusunda da çok ilgililer. Kosinitza, Anadolu yakasında bulabileceğiniz sayılı iyi restorandan biri. Civarda oturanlar için bir nimet.
Hemen yanında bir de cafe var, Sitare. Burası Kuzguncuk’un House Cafe’si gibi. Büyük masa, eski koltuklar baş köşede. Yazın bir de minik bahçesi var. Mönüde makarnalar, pizzalar, salatalar var. Pazar günleri brunch’ı da güzel oluyormuş.
Parkın ortasında eğlence
Cumartesi akşamı bir doğum günü partisine davetliydik. Nereye gideceğimizi kime sorsak Ulus Parkı’nın içinde bir yer cevabını aldık. Nasıl bir yer olduğunu bilmeden gittik. Bu sefer kışın ince elbiselerle, çorapsız, açık ayakkabıyla gezme trendine uyduk ve tabii parkta çok yürümemeyi umduk. Ulus’ta birkaç tur attıktan sonra Aykut Barka Deprem Parkı’na gitmemiz gerektiğini öğrendik. Parkta Piagarden diye bir yer.
Küçük ve sempatik. Özel parti vermek ya da kalabalık bir arkadaş grubuyla gitmek için çok güzel. Müzik coşturdu, herkes dans etti. Zaten herkes değişik bir yer olduğu için Piagarden’da olmaktan çok mutluydu. Belki çok müthiş değil, ama yine de sevdiğiniz insanlarla birlikte kalabalıktan rahatsız olmadan, parkın ortasında çok eğlenebileceğiniz bir yer.
Otel roofları geri döndü
Şimdi aynı yerlere gitmekten sıkılan gençler arasında yeni bir trend başlamış. Daha 20 yaşlarındaki üniversite öğrencileri artık gece kulüplerine gitmiyor, onun yerine beş yıldızlı otellerin rooflarını tercih ediyor. W’daki çarşamba partileri ya da Sofa Otel’deki Longtable gibi yerlerden bahsetmiyorum. Daha eski, daha klasik otellerin bildiğimiz manzaralı rooflarına gidiyorlar. Bazılarında canlı müzik de var. Öyle hip hop falan dinlemiyorlar, onun yerine caz dinliyorlar. Favorileri Conrad ve Ritz’in roofuymuş. Denenebilir.
Shiloh’nun ilk filmi: Benjamin Button
Uzun zamandır bir filmde bu kadar ağlamamıştım. ‘Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi’nin sonunda çok ağladım. Biliyorsunuz, David Fincher’in filmi 13 dalda Oscar’a aday. Başrollerde Brad Pitt ve Cate Blanchett var. Film, yaşlı olarak doğan ve sonradan gençleşen Benjamin’in hikâyesini anlatıyor. ‘English Patient’ gibi çok ağır başlıyor. Sabırsız biri daha başlarda izlemeyi bırakabilir. Ortalara doğru açılıyor ve sizi daha çok içine alıyor. Zaten 3 saate yakın sürüyor. Konu 1. Dünya Savaşı sonunda başlıyor, New Orleans’taki Katrina fırtınasına kadar geliyor. Filmin New Orleans’ta çekilmesinin nedeni Brad Pitt değil, tamamen duygusal. Çünkü New Orleans’ta film çekmek isteyenlere özel vergi indirimleri uygulanıyor.
Hikâyeye dönelim. Benjamin 90 yaşında görünen ve tekerlekli sandalyeye mahkûm bir çocukken, küçük bir kıza âşık oluyor. Büyük bir aşk bu, ama aşklarını yaşayabilmeleri için çok az zamanları var. Çünkü Benjamin gençleşirken Daisy (Cate Blanchett) yaşlanıyor.
Brad Pitt bu filmde her yaştaki halini kendi canlandırmak istemiş. Her çekim için makyajı 5 saat sürmüş. Özel bir teknik de kullanılmış, bazı bölümlerde kafası başka bir vücuda monte edilmiş. İfadesi müthiş. Bu filmle Oscar’ı hak ediyor.
Filmin ilgi çekici bir başka yanı da Angelina Jolie ve Brad Pitt’in kızı Shiloh’nun ilk filmi olması. Shiloh, Benjamin ve Daisy’nin bebeği rolünde. Benjamin Button, en iyi film Oscar’ını alırsa Shiloh daha 10 aylıkken bir Oscarlık filmde oynamış olacak.
Film bu cuma gösterime giriyor. Mutlaka izleyin.