Sırf Changa’nın yemekleri için bile gidilir!
Emirgan’a vardığımda artık yapış yapış havadan ve nemden buharlaşmak üzereydim. Müzenin bahçesindeki kuyruğu görünce sinirlerim daha da bozuldu. ‘Başka gün mü bulamadık? Bu havada ne işimiz var kuyruklarda?’ dedim. Bilet işlemlerini tamamlayıp müzedechanga’nın terasına vardığımda hemen bir satsumayla kendime geldim. Sonra da sağlıklı mezelerin lezzetine hayret ettim. Demek ki istenirse sağlık ve lezzet bir arada olabiliyormuş! Bir kez daha anladım. Sırf Changa’nın yemekleri için bile buraya gelmeye değer!
Üç katta sekiz bin yıl
Yemekten sonra sergiyi gezdik. Serginin adı: ‘Efsane İstanbul: Bizantion’dan İstanbul’a: Bir Başkentin 8000 Yılı’. Hâlâ gezmediyseniz, üzülmeyin. 4 Eylül’e kadar devam ediyor.
İstanbul’un sekiz bin yıllık tarihinde kazılardan çıkanlara baktıkça, milattan önce yapılan şeyleri gördükçe aslında bizim çok da ilerlemediğimiz ortaya çıkıyor. Çoğu tasarım aslında o zamanlar da varmış. Üstelik o zamanın en basit şeyleri bile daha iyi ve sabırlı bir işçiliğin ürünü. Kantarların üzerinde bile nasıl bir işçilik olduğuna insan inanamıyor.
Osmanlı döneminde şatafat artıyor. Her şeyin üzerinde zümrütler, yakutlar oluyor. Bir bölümde kubbeler canlandırılıyor. Kendinizi bir anda Ayasofya’nın içinde gibi hissedebiliyorsunuz.
Beni asıl etkileyen finaldeki yakın tarihle ilgili film oldu. Cumhuriyet yıllarındaki medeni ve şık İstanbul’dan şimdi geriye kalan gerçekten üzücü. Ama yine de Cengiz Semercioğlu’nun dediği gibi İstanbul bu haliyle bile “Müthiş bir şehir, her akşam dünyanın en önemli starları bir yerlerde sahneye çıkıyor, dünya sosyetesinin ünlü isimleri gizlice gelip tatillerini geçiriyor. Bu şehrin sesini kısmaya kimsenin gücü yetmez...”
Bu haftaya kim damga vurdu?
Hayır, Şahan’dan bahsetmiyorum. Sizin aklınıza o geliyorsa üzgünüm. Gündemde neyse ki daha cool bir isim var.
Hüseyin Çağlayan dünya çapındaki sayılı Türk’ten biri. Paris Moda Haftası’ndaki son defilesini izlemiştim. Sonra da ‘Vögh’ partisinde diğer moda yıldızları gibi kırmızı halıda salınıp geçmek yerine herkesle birlikte sıraya girmesine şahit olmuştum.
Hüseyin Çağlayan sadece moda tasarımlarıyla değil aynı zamanda sanat çalışmalarıyla da tanınıyor. Önemli müzelerde ve galerilerde işleri sergileniyor. Sanatçı kişiliğine rağmen modayı hiç küçümsemiyor. Ama başkalarının önemsediği kadar da önemsemiyor. Onu farklı yapan da bu.
Bkz. Melis Alphan’a verdiği röportajda söylediklerine: “Moda lükstür. İki yakasını bir araya zor getiren insan, ‘Hangi tasarımcının ceketini giysem’ diye değil, ‘Giyecek kalın bir ceketim var mı?’ diye düşünür...”
Hüseyin Çağlayan önceki gün önce İMA’da bir panele, sonra da İstanbul Modern’de yeni başlayan sergisi ‘Hüseyin Çağlayan: 1994-2010’un küratörü Donna Loveday ile bir söyleşiye katıldı. Modayla ve İstanbul’la ilgili gerçekçi tespitlerini paylaştı. İstanbul’u moda başkentleriyle karşılaştırmanın doğru olmadığını, bu şehrin bulunduğu coğrafyada kendi bölgesinin yıldızı olabileceğini uzun uzun anlattı. Bir yandan da sözleriyle kimseyi üzmek istemediğini açıkladı.
Hüseyin Çağlayan’ın İstanbul Modern’deki sergisinin açılışına çok kişi katıldı. Ama sergiden sonra Münferit’te Vogue’un düzenlediği partiye katılım daha da fazlaydı. Zaten biz etkinliklerden çok sosyalleşmeyi seviyoruz. Partide sokaklara taşanlardan kaçı sergiyi gezmişti, bilmiyorum. Ama siz siz olun hazır açılış tantanası bitmişken sergiyi sakin sakin gezin.