Meatpacking’de bir stüdyoda partideyim. Önümde Penn Badgley, nam-ı diğer Dan Humphrey, arkamda Elizabeth Olsen... Burada da partiler aynı, müzik iyi, herkes tweet’liyor, dans eden neredeyse yok. Ama bakın kimlerle tanışılıyor, ne hikayeler çıkıyor...
Aaaa Dan Humphrey (Penn Badgley) değil mi bu? ‘Gossip Girl’ün yıldızı, Serena’nın sevgilisi. Ne kadar da ufak tefekmiş. Biraz ileride ikizler Marie-Kate ve Ashley Olsen’ın küçük kardeşi oyuncu Elizabeth Olsen dans ediyor. Olsen olması değil tek önemli yanı, birkaç ay içinde iki filmi birden vizyona giriyor. Ablalarını geçeceği konuşuluyor daha şimdiden. Karşısında da abisi Mark Ronson’un Fransa’daki düğününden yeni dönen moda tasarımcısı Charlotte Ronson var. “New York Moda Haftası ve düğün üst üste geldi çok yoruldum” diye anlatıyor. Kendisi aynı zamanda Lindsay Lohan’ın sevgilisi olarak tanıdığımız Samantha Ronson’un ikizi.
Meatpacking District’te bir partideyim. Meatpacking, değişim yaşayan bölgelerden biri. Eskiden et toptancılarının olduğu bir yerken, artık şehrin en havalı restoranları, gece kulüpleri, otelleri (Standart, Gansevoort) ve mağazaları burada yer alıyor. Birkaç yıl önce Meatpacking’in neredeyse tamamının sahibi olan Michael Achenbaum’la tanışmıştım. Kendisi Gansevoort otellerinin de sahibi. İstanbul’da da Gansevoort açmak için yer bakıyor.
Partiye dönelim. HTC’nin Rhyme adlı yeni telefonunun lansmanı aslında. Bir yandan dev ekrana partiyle ilgili tweetler yağıyor. Bir yandan telefonlar inceleniyor. Bir yandan müzik iyi ama dans eden neredeyse hiç kimse yok. Bizdeki partilerden farklı değil yani.
Burada daha çok insanla tanışıyorsunuz. Herkes hikayesini anlatıyor.
Renkli telefonlar yolda
Beni en çok ressam ve HTC tasarımcısı etkiliyor. Çünkü ikisi de işlerini aşkla anlatıyor. Bu arada komik detaylar çıkıyor. New York’ta insanları inceleyerek nasıl beslendiklerini anlatıyorlar. Şehrin gerçekten böyle bir etkisi var. Ressam Matthew Thomas diyor ki, “Nasıl internette kendinizi olduğunuz gibi değil de olmak istediğiniz gibi gösterebiliyorsanız New York da öyle. Burada olmak istediğiniz insan oluyorsunuz.” Diğer yandan ürün tasarımcısı Nichole Rouillac insanların telefonla ilişkilerini incelediğini anlatıyor. Örneğin kız arkadaşıyla yemeğe gidiyor, kız yemek boyunca telefonu masaya koyuyor (hâlâ bazı kültürlerde ayıp sayılıyor) ve sürekli gözü telefonda, çünkü mesaj bekliyor. Bunun üzerine, bunu bu kadar belli etmeden ve karşısındakini rahatsız etmeden nasıl yapabilir diye düşünüp ‘charm’ adlı minik küpü tasarlıyor. Minik küpü kulaklık girişinden takıyorsunuz. Mesaj geldiğinde ışığı yanıyor, yani kaçırmanız mümkün olmuyor. Aynı şekilde herkesin artık telefonları alarm olarak kullandıklarını söylüyor. Bu yüzden de kutu şeklinde bir şarj tasarlamış. İçine telefonu yerleştirdiğinizde hem şarj oluyor hem alarm saati gibi duruyor hem de radyo işlevi görüyor. Ayrıca akıllı telefonların hep siyah ve beyaz olduğunu görüp kadınlar daha eğlenceli renkler de ister diye geniş bir renk koleksiyonu hazırlamış. Gözündeki bordo çerçeveli gözlüklerle kendi HTC Rhyme telefonu aynı renk. Ben de ona hayalimin ileride kıyafete göre rengini değiştiren telefon olduğunu söylüyorum. “Bu konuda çalışmam lazım” diyor. Bakalım... Yakında çıkarsa hiç şaşırmam.
Kuyruğa girmeyeni dövüyorlar
Üç günlüğüne kalk, onca yolu göze al, New York’a git, şansına doların tavan yapacağı tutsun. Elim hiçbir şeye gitmiyor. Ama kadın olmak kolay değil. Bazen içgüdüler bırakmıyor peşinizi. Bütün gazetelerde Hermes’in indirimini okuyorum. Midtown’da özel bir yerde yapılacak. Yüzde 80 indirim olacak. Gitmeyeni dövüyorlar şeklinde. Ne markaya özel bir düşkünlüğüm var, ne doların durumunu görüp de kendimi alışverişe verecek durumum var, ama iki ayağım bir pabuçta da olsa, uçağı kaçırmak üzere de olsam, işte kuyruğuna girmişim bile. Biz kadınlar kuyruk gördük mü dayanamıyoruz. Hele de kuyruktaki diğer kadınları inceleyip de beğeniyorsak yandık. “Uçak kaçarsa kaçsın” deyip beklemeye başlıyoruz. Önce dışarıda upuzun kuyruk, sonra içeri girince “Oh tamam” diyecekken bir de bakıyorsunuz ki, içeride daha da uzun kuyruk. Elinizdeki çantadan şapkaya, hatta paltoya kadar her şeyi güvenliklere teslim ediyorsunuz. Neredeyse donunuza kadar soyacaklar. Havaalanında yok böyle güvenlik. Sonra tek sıra halinde, kalbiniz hızlanarak alışverişe doğru merdivenleri tırmanmaya başlıyorsunuz. Azimle. Saate bakıyorum, artık havaalanı için yola çıkma zamanı. Ama ne oluyorsa oluyor, yerime mıhlanmış gibiyim, amaca ulaşmadan dönmek yok. Buraya kadar gelmişken en azından yukarıda neler olduğunu görmeliyim.
Zaten bu üç günlük New York turunda içime canavar kaçmış gibi merak ettiğim her şeye yetişmek için koşturdum. Sürekli bağışıklık sistemini güçlendiren vitamin haplarından yuttum. New York’ta beni çok heyecanlandıran iki TV stüdyosunu ziyaret ettim, çekimleri izledim, yıldızlarıyla konuştum. Biri ‘30 Rock’ın geçtiği 30 Rockefeller Center’da, diğeri Brooklyn’de. Şimdilik bu kadar ipucu yeter. Devamı yarına...