Meğer çocukken ne çok benziyormuşuz birbirimize...
Kafamızı kaldırıp Ay’a baktığımızda, içinde bir adam ya da tavşan görüyor ve onun gerçekten orada yaşadığına sorgusuz sualsiz inanıyormuşuz... Tabakta kalan yemeğimizin arkamızdan ağlayabilme yetisi olduğuna ya da bizi kovalayabileceğine de... Pek çoğumuz bir at ile arkadaş olabilmeyi hayal etmiş sonra köpekte karar kılmış... Mutfak tezgahının üzerindeki açacağın canlanıp balerin olabileceğinden de eminmişiz...
Bazı arkadaşlarımızın hiç parasının olmamasını çok adaletsiz bulup Allah Baba’yla bu konuyu konuşmaya karar vermişiz... Evdeki iki çift ayakkabımızdan daha yeni olanını annemizden gizli o arkadaşımıza götürüp, “Bunlar bana olmuyor, senin olsun mu?” demişiz...
Evde civciv besleyerek doğaya kafa tutmuş, pamuktan çıkan fasulyeyi görünce bir mucizeye tanıklık etmenin heyecanını yaşamışız...
Evimizin neredeyse beş adımda bitecek bahçesindeki üç beş ağacı gerçek orman sanmışız...
KİMSE BİZE İNANMADIĞINDA
Tıpkı o zamanki bizler kadar küçücük ve hayli saçma bir arkadaş tartışmasının ardından, karşımızdakini doğru söylediğimize inandıramayınca müthiş bir ihanete uğrama duygusu içinde öfkelenmiş, üzülmüş, çaresiz kalmış ve hayattan bezmişiz.
Üç aşağı beş yukarı aslında hep aynı şeyleri yaşamışız.
Nereden mi biliyorum? Paul Auster’ın Seçkin Selvi’nin su gibi çevirisiyle Can Yayınları’ndan yeni çıkan otobiyografisi ‘İç Dünyamdan Notlar’dan.
Önceki gün aldım, başladım ve hayli saçma olacak biliyorum ama bitirmeye kıyamıyorum...
Auster’ın çocukluğunu anlattığı her cümlesinde daldım gittim yıllar öncesine...
Tam da kendi kendime “Ben kimdim acaba eskiden ve şimdi kimim?” derken, bu sorunun yanıtını bulmak için tüm günlüklerimi masaya dizmişken, ‘İç Dünyamdan Notlar’ puzzle’ın parçalarını yerleştirmeye yarayan bir kılavuz oldu.
Kitaptaki “Oyunlarda hile yapmıyor ya da arkadaşlarının eşyasını çalmıyor olmanın nedeni, iyi insan olmaktan çok bu tür şeylerin aklını çelmemesiydi” cümlesiyle kimdim, kimdiniz iyice hatırladım.
Aslında başlarda hepimiz ‘iyi’ydik, hepimiz ‘saf’tık, ‘insan’dık, inanmaya hazırdık ve sonra maalesef başka şeylere dönüştük.
ONUN EKMEĞİ SUYU KAHKAHA
Nilgün Belgün‘ün iki sezondur oynadığı ve kendi hayatını anlattığı ‘Nilgün Belgün ile Aşk ve Komedi’ isimli müzikli gösterisine nihayet geçen hafta gidebildim.
Dansçıyı saymazsak, bu tek kişilik gösteride babannesinden komşusuna kadar hayatına giren herkes oluyor Belgün...
Güldüm, eğlendim, hüzünlendim...
Tiyatro salonu kadınlar matinesi gibiydi desem yeridir. Akın akın ve her yaştan kadın geldi Akatlar Kültür Merkezi’ne...
Kadınlar Belgün’ün oyunculuğu kadar bu enerjiyi nereden bulduğunu, nasıl hep aynı yaşta kaldığını merak ediyor, yakından görmek istiyor. Antraktta birbirlerine “Ondaki yaşama sevincinin yarısı bende olsa” ile başlayan cümleler kurduklarını duydum...
Aslında bu yaşam enerjisinin sırrı kolay ama uygulaması zor...
Belgün, hayatı drama dönüştürmeden yaşamayı tercih edenlerden. Onun ekmeği suyu kahkaha. Genç kalmak için de öyle sanıldığı gibi özel bir çaba harcamıyor çünkü ruhu genç ve pozitif olanın bedeni zaten kolay kolay yaş almıyor.