Yazacaklarım beki size başta çok sert gelecek ama lütfen üzerine biraz düşünün...
Yıllar önce bir televizyonun haber merkezinde çalışırken, beni bayram günlerinin olmazsa olmazı ‘huzurevi’ röportajına yollamıştı haber müdürümüz...
Yaşlıların, çoluk çocuğun yolunu beklediği reklam filmlerinde bile ağlamaktan kendini kaybeden ben; şimdi o yaşlı ve gerçek insanlarla röportaj yapacak, onların gözlerini uzaklara daldıracak, “Bayramda bile ziyaretime gelmiyor evlatlarım” dedirtecek, yanaklardan süzülen yaşlara kamerayla yakın plan yapıp, röportajı bitirecektim...
KAFAMA DANK ETTİ
Başta benim için zordu. Boğazımdaki yumrudan konuşamadığım anlar oldu...
Sonra, beş çocuk babası bir amca ile başladık röportaja. Tam istediğimiz röportaj: “Gelmiyorlar evladım. Beş çocuk, gelin damat, torunlar, hiçbiri ne arıyor ne soruyor beni...”
O anda kafama dank etti. Tamam çocuğunun biri vefasız, diğeri şerefsiz, gelinleri, damatları, torunları sayma bile ama hepsi mi kötü!
Tutamadım kendimi bozdum o hüznü, sordum:
“Güç sizdeyken ne yaptınız bu çocuklara da, şimdi hiçbiri sizi görmek istemiyor?”
Ne amcanın cevabını ne de sonradan anlattıklarını buraya yazmayacağım ama annelik babalık ‘güç’ demektir.
Çocukluksa acizlik,
çaresizlik...
KEŞKE ÖLSEYDİ
Çocuklar kendilerine yapılanları ve yapılmayanları bilir, hep içinde taşır.
Yetişkin olduklarında yaşananları yok sayabilirler, affedebilirler, empati kurabilirler ama asla unutmazlar.
O gün,
o röportaj benim dönüm noktam oldu. Şimdi yalnız yaşlılara (kimi kimsesi olmayanları kastetmiyorum pek tabii) üzülmeden önce ilk aklıma gelen, ‘kim bilir zamanında nasıl da üzdü’ oluyor...
Mesela, Adana’da yaşayan Mustafa Doğrubaş lüks bir otomobil satın alıyor. Devir işlerini halletmek için oğlu Mehmet ve kızı Ezgin bu otomobille yola çıkıyor ancak büyük bir kaza yapıyorlar ve
otomobil hurdaya çıkıyor.
Kaza yerine gelen baba ne yapıyor biliyor musunuz?
Yok, çocuklarına sarılıp “Sizi bana Allah bağışladı, verilmiş sadakamız varmış” diye sevinmiyor.
Otomobili görür görmez, oğlu için “Ölse daha iyiydi” diye beddua ediyor!
Gazetede, bu haberi okur okumaz gözümde şöyle bir kare canlanıyor:
Aradan yıllar geçmiş...
Bir bayram sabahı Mustafa Bey evinin ya da huzurevinin perdesini aralıyor, gözleri uzaklara dalıyor, içinden de “Çocuklar yine gelmedi” diye geçiriyor ve yanaklarına süzülen yaşları eliyle silerek perdeyi kapatıyor...
KUZENMİŞİZ MEĞER
Eskilerin en yerinde sözüdür: “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim...”
O zamanlar İsviçreli bilim adamlarının, aklınıza gelecek ve gelmeyecek her şeyi araştırdığı dönem değil tabii.
Tecrübelerinden yola çıkmış atalarımız...
Ne söyledilerse de doğru çıkmış.
Geçenlerde ABD’li iki akademisyen, 2000 civarı katılımcının genetik yapısını karşılaştırarak; yakın arkadaşların birbirine yabancı kişilere kıyasla daha çok ortak geni olduğunu açıkladı.
Yakın arkadaşların DNA benzerliği yüzde 0.1. Bu genetik oran az gibi görünse de, dördüncü kuzenler arasındaki oranla aynıymış.
Yakın arkadaş dediğimiz, bir çeşit kuzen çıktı aslında!