Naim Dilmener

Naim Dilmener

ndilmener@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Üç yıl oldu Kazım Koyuncu’yu kaybedeli. Dünya bu, “yalan” olduğu defalarca söylenmiş. Şu da söylenmiş her zaman: “Bugün varız-yarın yokuz.” Evet doğru.
Kazım Koyuncu’nun çok erken, çok genç yaşta kaybedilmiş tek “fidan”ımız olmadığı da doğru. Peki, neden acaba onun ölümünü bir türlü (ama bir türlü) kabullenemedik?
O konserlerindeki hali, o sahnedeki duruşu neden gözlerimizden silinmedi? Neden her hatıra sonrası dönüyor, deliler gibi şarkılarına sarılıyoruz? “Hayde gidelum hayde, dağa karayemişa, elun nişanlısına, ben nasıl deyim hayde...”
İşin özeti şu: “İyi insan”dı Koyuncu. İyi müzisyendi-iyi şarkıcıydı elbette ama asıl özelliği buydu: İyi insandı; tepeden tırnağa iyi.
Ve bu mükemmel insanı Çernobil’lerin-radyasyon bulaşmış/bulaşmamış çayların büyük katkısıyla, bir başka “diyar”a yolcu ettik. Ne denir ki? “Bu çaylar-bu sular temiz, radyasyon madyasyon yok!” diyenleri, bir parça utandıramayacak olduktan sonra, bir şey demenin-hatırlatmanın manası var mıdır?
Öyle bir yerde ki
Kalan tarafından bir süre önce yayınlanmış (ve geliri Umut Çocukları Derneği’ne bağışlanmış) “Şarkılarla Geçtim Aranızdan” adlı DVD paketi, bu toprakların bugüne kadar gördüğü en sağlam, en ciddi belgesel.
Seviliyordu Koyuncu, çok seviliyor ve saygı duyuluyordu.
Bu nedenle de Hasan Saltık, Kalan adına bir Kazım Koyuncu belgeseli yapmaya kalkıştığında işini, her zamanki gibi çok ama çok ciddiye almış, en ince elemiş en sık dokumuş.
Siyaseten de, ahlaken de sağlam ve doğru Ümit Kıvanç’ın, 3 DVD’ye (dile kolay: üç DVD!) yaydığı bu hem görkemli hem de yürek dağlayıcı “hikâye”, Koyuncu’yu hiç tanı(ya)mamışlara, hiç sahnede gör(e)memişlere çok fazla şey söylüyor-anlatıyor olacak. Koyuncu’nun ardından (bazen içeri-bazen dışarı) gözyaşı akıtıp duranlara da bir “mesnet” teşkil edecek aynı zamanda.
Sözü Nail Hardener’e bırakmanın zamanıdır. 2006 Haziran’ında, yani birinci ölüm yıldönümünde şöyle yazmıştı Milliyet Sanat’ta: “Sevgili Kazım Kardeşim, bir yıl kadar oldu yoksun buralarda. Başka yerde, başka hava ya da bulutlardasın. Muhakkak başka türlü çiçeklerle çevrili bir haldesin; başka türlü rüzgârların estiği, huzur veren kokuların yayıldığı bir yerde...
Biz ise aynıyız, aynen bizi bıraktığın gibiyiz. Aynı sıkıntılar, bunalımlar, boğulmalar, nefes daralmaları.
Bugün bütün albümlerini çıkardım tekrar, dinleyip dinleyip ağladım. Sana değil kendime; kendime ve dünyanın haline.
Şarkıların yeniden ayağa kalkma gücü verdi bana; ayağa kalkma ve o ‘başka türlü’ rüzgârların eseceği günü bekleme gücünü. ‘Hey gidi Karadeniz,’ dedim, ‘sen bize bir hazine ikram etmişsin meğer...’ Sen hep alçakgönüllülüğü abartırdın; övgülerin hiçbirini olağan karşılamaz, kızarmış yüzünü çevirir ya da başını eğerdin. Bari şimdi şu diyeceklerime itiraz etme. Rüzgârın taşıyacağı harfler bırak benim dizdiğim gibi kalsınlar; sen sırtını zümrüt yeşili bir ağaca yasla ve sadece dinle:
Sen bir mucizeydin Kazım; fıkralara hapsedilmiş, (Temel aşağı Temel yukarı) ırkçı ırkçı hafifsenmiş bir bölgeyi tümden kurtardın, ona yeni bir hayat verdin.
Irkçılığın, faşizmin en gündelik dilin en ‘masum’ anında bile mevcut olduğunu öğrettin bize. Ve bu öğrendiklerimizin, hayatın geri kalan her anında, bize lazım olacağını biliyoruz artık. ‘Temel bir gün...’ diye söze başlamadan önce durup düşünmemiz gerektiğini de biliyoruz; ‘kurulu düzen’in oyununu bozdun sen.”
Hakikaten öyle. Bunları yaptı. Kısacık bir ömre, bütün bunları sığdırdı.
Kısacık bir ömür, üç DVD’ye ancak sığdırılabilmiş.
Bu dünyaya kazık çakıp, tek bir DVD’ye bile hafif kalacak bir yaşam sürmeye yeğ tutulabilecek bir yaşam!
Hasan Saltık, Ümit Kıvanç ve diğer dostları sayesinde de, bu sonsuza kadar böyle bilinecek.