14.06.2012 - 18:57 | Son Güncellenme:
Röportaj: Aslıhan GündüzFotoğraflar: Yasemin Sargın
‘İstanbul Efendisi’, ‘Tarla Kuşuydu Juliet’ ve ‘Şark Dişçisi’ oyunlarında Alkan’a eşlik eden ödüllü oyuncu Çağlar Çorumlu da, sezonun en çok konuşulan isimlerindendi. İki tiyatro ustasıyla, geçen sezonu değerlendirdik ve İBŞT’nin özelleştirilmesi meselesini konuştuk...
Engin Bey, bir röportajınızda “Hayatı ağır yaşayan insanlar için -eğer elimdeyse- hayatı hafifletmeye çalışırım” demişsiniz. Bundan da yola çıkarak, hayata bakışınızı anlatabilir misiniz?
Dünyaya, sorumluluklar yüklenerek geliyoruz. Yapmamız gereken şeyler var. Kendimizden ve çevremizdekilerden beklentilerimiz bitmiyor. Böylelikle hayat ağırlaşıyor. Bizim hem birey olarak, hem de bu işi yapan sanatçılar olarak, insanların yükünü hafifletmekten başka yolumuz yok. Ben de sanatımı bu yüzden yapıyorum.
Tiyatronun üzerinde kara bulutlar gezerken bu yükü nasıl hafifleteceğiz?
Sanat her dönemde politikacılar tarafından kontrol altına alınmaya çalışılmıştır, çünkü yapısı gereği mazlumun yanındadır. Öncü ve devrimcidir. Kendinden memnun kalmaz, arayış içindedir. Böyle olunca da sistemlerle, ideolojilerle çatışır. Demokrasisi oturmamış toplumlardaki devlet adamları, bu muhalefetin ses ayarıyla oynama ihtiyacı hisseder. Şu an bu ses ayarı; tiyatronun içinde bayatlamış, sistemi tıkanmış sorunları masaya yatırarak, ilerleme, modernize etme ya da demokratikleşme adına yapılıyor.
“İyi niyetliyim” diyorsunuz yani...
Tiyatromuzda düzeltilmesi ve iyileştirilmesi gereken gereken konular var. Bu konudaki adımları beraber atmalıyız. Sadece bizi yönetenlerle değil, tiyatrolardaki tüm çalışma arkadaşlarımızla... 98 yıllık birikim ve deneyimi beraber masaya yatırmalıyız. Tüm tiyatrolarının değişime ihtiyacı var. Bunu yapabilmek için vizyon sahibi olmak şart. Eğer yöneticilerimiz vizyon sahibiyse, bizim de o masada yerimiz olacak demektir.
“Oyunlarımda mutlaka doğaçlama vardır”
Hem oyunculuk hem yönetmenlik yapıyorsunuz. Hangisi daha zevkli?
İkisi de birbirinden farklı. Ben aynı anda hem yönetiyormuş hem de oynuyormuş gibi görünüyorum ama aslında onları sırayla yapıyorum. Yönetmen koltuğunda otururken oyuncu gibi bakmamam gerekiyor, oyuncu olduğumu unutuyorum. Tiyatronun kapısından içeri girip, sahneye adımımı attığım zaman da yönetmen olduğumu unutuyorum. Unutmak zorundayım; yoksa oyun oynayamam.
Oyunlarınızda seyirciyle birebir iletişime geçiyorsunuz...
Oyunumda da öyle bir yapı kurdum. Örneğin, ‘İstanbul Efendisi’ bir halk tiyatrosu örneği. İçinde ortaoyunu ve tuluattan kesitler taşıyor. Oyun sırasında zaman zaman durup, oyuncuların sahnedeki varlıklarını göstermesi kasti bir durumdur. Aslında her seferinde gerçekten oyundan kopup gülmüyoruz orada. Sadece geleneksel halk tiyatromuzda olan bu biçimi sahne üzerinde uyguluyoruz. Tuluat tiyatrosundan çok malzeme çıkarıyorum ama bunu akademik düzeyde yapmaya çalışıyorum. Oyunlarımın saati bellidir, ucu açık değildir, ama içinde mutlaka doğaçlama vardır.
Siz oyuncu ruhunuzu ne zaman keşfettiniz?
Ben işçi ailenin bir çocuğuyum, entelektüel bir aileden gelmiyorum. Tiyatroyu çok küçük yaşlarda keşfettim. Oyuncu bir çocuktum. Sosyal yönüm kuvvetliydi, okulun tüm tiyatro aktivitelerinde yer alıyordum. Ortaokul yıllarımda Çevre Tiyatrosu ve Şehir Tiyatroları’nda izlediğim oyunlar, tiyatroya ilgi duymamı sağladı ama aynı anda hem müzikle, hem plastik sanatlarla, hem de tiyatroyla ilgileniyordum. Lise son sınıfa kadar sanatın hangi dalını seçeceğime karar veremedim. Lise sonda oynadığım bir şenlikte ödül kazanınca, ki jürinin içinde Sumru Yavrucuk, Orhan Alkaya gibi isimler de vardı, kendimi iyi hissettim ve konservatuar sınavlarına girdim, kazandım.
Hangi oyuncuya sorsak “Tiyatro bir tutkudur, aşktır” der. Sizin için de öyle mi?
Evet, bu cümlenin altına imzamı atarım. Sanat tutkuyla yapılmadan olmaz. Sadece sanat değil, bütün işler için geçerli. Sanat da tutkuya girer, çünkü zor bir meslektir. İpi göğüsleyebildiğinizde büyük keyif duyarsınız. Tabii alkışla ödüllendirilmek de mükemmel. Bunlar işin romantik ama tam da 12’den vuran tarafı. Alkışı hayal etmeniz, zorlukların üstesinden gelebilmenize sağlıyor.
“Bizim için her yer oyun alanı”
Çağlar Bey, Şehir Tiyatroları’nın özelleştirilmesiyle ilgili siz ne düşünüyorsunuz?
İnsanlar bilmedikleri şeyden tedirgin olur ve onu ya yok sayarlar ya da korkarlar. Bence bu süreçte karar merciileri yanlış yönlendirildi. Bu yanlış yönlendirilenler kimdir ve çıkarları nedir? Bunları düşünmek lazım. Yaptırımlar, şehir ve devlet tiyatrolarından başladı belki ama bu sektördeki her birimi olumsuz etkileyek. O yüzden bütün tiyatroların ve tiyatro adamlarının bu süreci daha hassas ve doğru değerlendirmesi gerek.
Bu süreç sizi nasıl etkiliyor?
Emek verdiğim şeyin karşılığında huzur ve mutluluğun dışında bir beklentim yok. Bu süreç bizim işlerimizi bir süre belki yavaşlatır ama yok edemez. Çünkü her yer bizim için bir oyun alanı, bir sahne.
Sizin oyunculuk hikayeniz nasıl başladı?
5.5 yaşında yaşadığım okuma-yazma bayramında başladı hikayem. Ondan sonra hemen her yıl sahneye çıktım.
12 yaşında da, “Ben tiyatrocu olacağım” dedim. Dayımın amatör tiyatroyla ilgilenmesi de beni etkilemişti. Kendimi en iyi ifade ettiğimi düşündüğüm yer sahne. O atmosfer çok büyüleyici ve etkileyici. Sahnedeyken oyuncu arkadaşlarımla ve seyirciyle paylaştığım anların tarifini yapamam. Sahnede olmak bana; “İyi ki yaşıyorum, iyi ki bu işi yapıyorum” dedirtiyor. Maddi karşılığı yok yaptığımız işin. İnsanların beğenisi ve heyecanı mutluluk veriyor.
Ekran, dizi, sinema... Bunların verdiği haz nedir?
Sinema ve tiyatroda yaratım sürecine daha fazla dahil olduğunuz için bu iki sanat dalı beni daha iyi hissettiriyor ama iyi bir senaryosu, iyi bir ekibi ve iyi bir anlatımı olan dizilerde de oynamak beni mutlu eder. Sonuçta bu işi bedenim ve duygularımla yapıyorum. Mekanlar ve teknik değişiyor sadece. Duygu ve samimiyetin olduğu her iş güzel ve heyecan vericidir.