Pazar Bir moda haftasında neler olur?

Bir moda haftasında neler olur?

27.01.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:

GQ yayın yönetmenliğini üstlendiğimden bu yana, moda haftalarını izlemek zorundayım. Ocak; Londra, Milano ve Paris’teki erkek moda haftalarının ayıydı. Bir moda haftasında neler olur? Buyrun olayı gözlemlemiş ama hâlâ dışarıdan bakışını kaybetmemiş birinin gözlemleri...

Bir moda  haftasında neler olur

Eğer işimin moda kısmı uğruna diğer işlerimi ihmal etmeyi göze alsam her yıl toplam iki ayımı Londra, Milano, Paris, New York arasında geçirmem ve bu turu senede iki kez yapmam gerekir.
Bu şehirlerdeki moda haftaları birbirini takip edecek şekilde düzenleniyor ve birinin bittiği gün diğeri başlıyor. Sözünü ettiğim, erkek modası haftaları. Her yıl ocak ve haziranda bir yıl sonranın tasarımları podyuma çıkıyor.
Bunlar bittikten sonra da kadınlarınki başlıyor. Bu saydığım şehirler modanın birkaç başkenti. Bütün büyük modaevlerinin ve tasarımcıların merkezleri bu şehirlerde ve her biri en dikkat çekici, en büyük, en önemli moda etkinliklerine ev sahipliği yapmak için yarışıyor.
Başa dönecek olursak, hepsine değilse bile her sezon Avrupa’daki moda haftalarından en az birine katılmam gerekiyor. Markalarla ilişkileri güncellemek, sektöre verdiğimiz önemi ve kendi piyasamızdaki iddiamızı göstermek için “orada olmak” gerekiyor. PR’ın ve networking’in en güçlü olduğu alanı güncel sanat zannederdim, yanıldığımı iki senedir biliyorum.

Sadece podyuma bakan şovun yarısını kaçırır

Bir dergi adına moda haftalarını izlemenin iki ayrı tarzı var. Birincisi benim gibi, genel yayın yönetmeni olarak beş günlüğüne gidip şovları izlemek ve “beğendim, beğenmedim” demek (ki benim beğenme kriterim, bir koleksiyonun giyilebilir olup olmadığı). İkincisi ise Güneş’in yaptığı gibi izlemek. Güneş Güner Işık, GQ Türkiye’nin moda direktörü ve aramızda moda haftalarının hakkını veren o. Güneş her yıl ocak ve haziran aylarında kocası ve çocuğuyla vedalaşıp üç haftalığına Londra, Floransa, Milano, Paris moda haftalarını izlemeye gidiyor. Sözünü ettiğim, günde ortalama 7-8 defile, her biri için şehrin bir ucundan diğer ucuna yolculuklar, podyumda gördüğün kıyafetleri daha sonra moda çekiminde kullanmak için showroom’lara yapılan ziyaretler, markaların PR sorumlularıyla bitmek bilmeyen görüşmeler, zorunlu sosyalleşmeler demek. En zorunu en sona sakladım: Dünya modasının ağır sıkletleri arasında gezinen bir kadının üç hafta bavulundan giyinmesi ve her an şık olması...
Güneş’in işini zorlaştıranlardan biri de aslında bendim. “Moda eğitimim”in başında onun peşinde o şovdan bu şova yetişmeye çalışırken bir yandan beni modaevleri, tasarımcılar, sağda solda gördüğümüz (ve benim tanımadığım) sektör ikonları, kodamanları hakkında bilgilendirip gerekenlerle tanıştırırken bir yandan da işini yapmaya çalışıyordu. Ama bu sezon itibarıyla Güneş’ten bağımsızlığımı ilan edip programdan defile seçmeye başladım. Zira artık üç aşağı beş yukarı mevzuyu çözdüm. Anladığımın özeti şu: Bir defilede yalnızca podyuma bakıyorsan, şovun yarısını kaçırıyorsun demektir.
Çünkü olayın diğer yarısı, izleyiciler...

Birinci sıra meselesi

Bir şarkıcı arkadaşım anlatmıştı, bir şarkı sözü yazarı, konserine gideceği sanatçıdan “en ön, en orta” koltuğu ister, öyle teşrif edermiş konserlere. Geçen sene İstanbul moda haftasındaki Atıl Kutoğlu defilesinde Ali Ağaoğlu ve ahbapları için ön sıranın önüne sonradan getirilip konulan plastik sandalyeler ve salonda yol açtığı gerilim de hâlâ aklımda. Bu iki örnekten, bir etkinlikte en önde oturma meselesinin alaturka bir takıntı olduğu sonucunu çıkarmayın sakın. Mesele gayet üniversal, sadece bizde yaşanan biçimi sakil.
Moda dünyasında çok kuvvetli bir hiyerarşi var. Bir poponun zorlukla sığdığı bir yerden söz ediyoruz ama defilelerde “front row” çok önemli. Bu dünyada tevazu, neredeyse aptallıkla eşdeğer.
Gide gele ahbap olduğum bir İtalyan dergi yöneticisi durumu şöyle açıklıyor:
“15 yıldır bu haftaları izliyorum, bir marka beni defilesine davet edip dördüncü sıraya oturtuyorsa bana ihtiyacı yok demektir. Sektörde bu kadar yıl geçirdikten sonra bu tür küçük farklar, büyük anlamlar taşıyor. Ben de ona göre davranıyorum.”

Modadan ekonomi tahlili

Moda basınına ve satın almacılara bakarak küresel ekonominin o yılki gidişi hakkında fikir edinmek mümkün. Son yıllarda giderek daha fazla Uzakdoğulu, şovlarda boy gösterirken, Türk satın almacılar hem ülkenin büyüme hızını hem de Ortadoğulu tüketicilerin rüzgarını arkalarına almaları sayesinde moda haftalarının en saygın simaları arasında. Özellikle Beymen kartvizitini çıkaranlar, en itibarlılardan. Buna karşılık yakın geçmişin en havalılarından olan Yunanlar tüketim piyasasından şu ara silinmiş gibi.

Kim giyer bunları?

Moda tasarımcılarının en büyük açmazı, yaratıcılıkla ticaret arasına sıkışmış olmaları. Bir yaratıcının tasarımlarında gönlünden geçtiği gibi “uçması” işten değil. Ama sonunda o tasarımların sadece soytarı blogger’ların gardıroplarında yer bulması ihtimali var... Başarıyı ticarete endekslemek ise özellikle erkek tasarımında aynı renk ve çizgileri tekrarlayıp durmak ya da sürüyü izlemek anlamına geliyor ki bu da ayrı bir risk. Bu arada, podyumda gördükleri kıyafetler için “Bunları giyen kimse var mı yaa!” tepkisini verenler haklı. O abartılı kıyafetleri giyen kimse yok çünkü o kıyafetler yalnızca defileler için üretiliyor ve piyasaya sürülmüyor. O parçalar koleksiyonun dikkat çekmesi için, koleksiyondaki bir fikri abartarak vurgulamak için ya da tasarımcının hayal hanesinin kuvvetini göstermek için yapılıyor. İş ticarete döküleceği zaman da o tasarımlar ya “terbiye edilerek” yeniden üretiliyor ya da arşive kalkıyor.

Erkekte etek meselesi

Sanatta olduğu gibi, modada da tam anlamadığınız şeyler karşınıza çıkabilir. İddiasından ötürü, “bir bildiği vardır” diyerek bir tasarımcıyı ciddiye almak ya da anlamaya çalışmak eğiliminde misiniz? Yapmayın. Gerek yok. Gülünüp geçilecek şeylere gülüp geçin, bu işten anlayanlar da öyle yapıyor. Mesela erkekler için etek tasarlamakta ısrar edenleri, mankenleri uzun kalem eteklerden sonra bu sene fırfırlı eteklerle podyuma çıkaranları kimseye ciddiye almıyor. Etek giyen erkek yok mu derseniz, var: Blogger’lar. Dar uzun etek, topuklu bot ve diz altı çoraplarıyle seke seke defileden defileye koşuyorlar.

Haberin Devamı

Bir moda  haftasında neler olur

Erkek mankenler
Erkek mankenlerin kızlar kadar şanslı olmadığını hepimiz biliyoruz. Ortalama genç bir erkek manken şov başına 250 avro gibi bir para alıyor. En iddialılarda ve özel tiplerde rakam 1000 avroya kadar çıkıyor.

Bir moda  haftasında neler olur
Bir moda  haftasında neler olur

Erkekler için etek tasarlayanları kimse ciddiye almıyor. Etek giyen erkek yok mu? Var. O da her yıl ilgiyi üzerlerinde tutmak için kılıktan kılığa giren blogger’lar (sağda).

Defileleri kimler nasıl izler?

Basın
Kendi içinde geniş bir yelpazeye yayılıyor. Uluslararası gazetelerin moda yazarları da var bu kategoride, dünya çapındaki moda dergilerinin yayın yönetmenleri, moda direktörleri, editörleri de... Kadın defilelerinde Vogue Amerika’nın yayın yönetmeni Anna Wintour “en ön, en orta”nın değişmez sahibidir. A sırasının orta sandalyesini dergisinin gücü kadar kendi sivri tırnaklarıyla da kazandığı bilinir. Erkek moda dünyasında ise o yer GQ’larındır. Derginin ABD ve İngiliz edisyonları başta olmak üzere her yayın yönetmeninin yeri ilk sıradır. Kartvizitiniz, davetiye yerine geçer.

Buyer/Satın almacılar
Modacılar her şovda basının ağzının içine bakıyorsa , satın almacıların da gözünün içine bakar. Her dilde yerleştiği biçimiyle buyer’lar, dünyadaki bütün department store’ların
(bu modanın dili de çok zordur bu arada) o sene satacağı ürünlere ve miktarına karar verip bunların satın alma bağlantıların yapan kişilerdir. Yani modaevlerine, tasarımcılara parayı kazandıran kimseler. Bunların da kendi içlerinde işlem hacimlerine göre hiyerarşileri vardır.

Müşteriler
Yıllar içinde markaya duydukları bağlılık sayesinde şovlara davet edilme ayrıcalığını “satın almış” kesimdir. Gelir, defileyi izler. Üzerinde şovunu izlediği markadan mutlaka bir parça vardır. Yeni sezonun satışa çıkmasına daha 9 ay olmasına hayıflanarak ve gardırobundaki mevcut parçalarla gözüne kestirdiği yeni parçaları kafasında kombinleyerek salonu terk eder.

Blogger’lar
Çok sayıda takipçisi olan moda blog’larının sahibi ya da yazarıdırlar. Geleneksel medyanın en saygın temsilcileri kadar hürmet görürler. Önemli bir bölümü defilelerin rengi, neşesi, tasarımcılardan rol çalma cüretine sahip moda kurbanlarıdır. Özellikle erkek moda dünyasında, acaba bu sene ne yapacak diye biraz merak, çokça da hoşgörüyle bakılan tiplerdir. Çoğunlukla Japon ya da Korelidirler. Leopar desenli tayt, üzerine fosforlu yeşil perde tülünden pantolon, kafada Miki Fare kulaklı şapkayla şovlara gelip pijamayla yatak odasına gidermişçesine rahat davranırlar. İlgiyi üzerlerinde tutmak için her sezon kendilerini aşmak zorunda hissederler, kılıktan kılığa girerler ama o blog’larına ne yazıyorlarsa artık, gelip en öne kurulurlar... Önemleri takipçilerinden mi gelir yoksa cüretlerinden mi anlamak tam mümkün değil.

Hayranlar, hevesliler
Markaya hayrandırlar, tasarımcıya âşıktırlar, mesleğe tutkundurlar, bazen de tam olarak neyin peşinde olduklarını bilmezler ama kapağı defilelere atmak için her şeyi yaparlar. Şovu genellikle en arkada ayakta izlerler, orada oldukları için şanslı hissederler, önemli birileriyle konuşmak için uğraşırlar, gençtirler ve orada oldukları için mutludurlar.