16.06.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:
Selim İleri’nin kitapları bizi suçüstü yakalar. Kalabalıkların ve gürültünün arasından yığma bir özgüven ve kaplama bir güleryüzle geçip giderken; gözümüz takıldığında fazla kilolarımızı ve umutsuz yürüyüşümüzü fark ettiğimiz cam vitrinler, pirinç tabelalar, metalik kaportalardır o kitaplar. Hayat denen dengesiz lunaparkın sihirli ve dürüst aynaları.
Selim İleri’nin kitapları beni kışkırtır. Sesi çabucak kısılan erotizmleri ve hemen ardından gelen uzun ve şifasız nekahat dönemleriyle: Hayat işte!
Unutamam. Unutamayız onun darbe yıllarının sokağa çıkmak yasak gecelerinde karşı pencerenin ışığında bir aşk, ertesi sabahlarda bir saboyla bir pantolon paçası arasından görünen pembe ve sert topukta bir şehvet umuduna işaret etmesini.
Selim İleri hayatın acemisi ve (fakat) edebiyatın ustasıdır. Her dem çelebi, birazdan çekip gidecek gibi; bir uzun yol gezgini.
34 yıldır Türkçe okuruna yazının hazzını veren Selim İleri, Orhan Kemal ödüllü son romanı "Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak" ve son sürprizi "Oburcuğun Edebiyat Kitabı" ile yine hem güncel hem derin.
En derindeki ruhsal ihtiyaçlardan söz eden bir romancı niçin bir yemek kitabı yazar? Yemek sizin için ne ifade ediyor?
Ben yemek yapmanın da, yemeği sunmanın da, hatta yemek yemenin de bir sanat olduğunu düşünüyorum. Üstelik de mutsuz insanların sanatı. Şişman insanlara baktığımız zaman onların duyarsız insanlar olduklarını düşünürüz. Aslında tam tersidir. Onların olağanüstü şiirsel bir tarafları olur. Onların, mutsuzluklarını gidermek için yediklerini düşünürüm ben. Yemeği sanat yapan da bu mutsuzluk giderici özelliğidir.
Birkaç ay içinde incecik bir adam oldunuz. Hem bir yemek kitabı yazarken hem de diyet yapmayı nasıl başardınız?
Aslında ben tam bir diyet yapmadım. Kendiliğinden iştah kesildi. Bunları yazarken herhalde doyuyordum, ondan olabilir. Ama bir yandan çok tat alarak, çok eğlenerek yazıyordum tabii. Bıkkınlıkla değil yani. İçimi aydınlatıyordu yazdıklarım. Genelde ben yazdıklarıma karşı hep mesafeliyimdir ve mutsuz kılar beni yazdıklarım. Bu kitapta öyle olmadı.
Yemek kitabınızda da romanlarınızdaki gibi nostaljik bir bakış açısı hakim. Bu kadar nostalji hayatınızda "şimdi"yi, anı kaçırmanıza neden olmuş olabilir mi? Şimdi geriye baktığınızda kendinize karşı bu tür bir haksızlık yaptığınızı düşünüyor musunuz?
İyi bir konuya geldik, asıl diyeti ben yemekte değil yaşamakta yapıyorum galiba. Ben yaşarken o anı hissedilmemesi gereken bir şeymiş gibi düşünüyorum. Ayrıca da yaşarken ot gibi yaşadığımı fark etmiyorum, canlı, renkli değilse bile bir dinginlik içinde yaşadığımı düşünüyorum. Ama aradan zaman geçtikten sonra oradaki alınması gereken tavırların alınamamış, söylenmesi gereken sözlerin söylenememiş olduklarını, içte kalmış olduklarını fark edip üzüntü duyuyorum. Bir de biz bütün bir kültürümüzün kayboluşunun bir tanığı olduk nesil olarak. Bunların kaleme, kağıda geçmesi gerektiğini düşünüyorum ben.
Yani nostaljinizin nedeni psikolojik olmaktan çok sosyolojik bir ihtiyaç.
Evet, sosyolojik bir ihtiyaç. Çünkü nostaljik olup da ben evimde geçmiş zaman eşyaları arasında yaşıyor ya da yaşama biçimi itibarıyla -öyle kişiler de oluyor çünkü- hâlâ Osmanlı düzeninde yaşadığını zannediyor. Ben böyle duyguları olan bir insan değilim, çağa açık bir insanım. Ama şimdi hepimiz köksüz ve derinliksiz yaşıyoruz. Çünkü geçmişle bağlarımızı o kadar şiddetli biçimde koparmışız ki.
Türkiye’de zaten İstanbullusu, Ankaralısı, sağcısı, solcusu, bunların da eskisi, yenisi; hep geçmişinden kaçar. Herkes ya geçmişini inkar eder ya da yeniye nedamet getirir. Cumhuriyet’in Osmanlı’dan şiddetli kopuşunun travmatik etkisi mi bu acaba?
Ama Cumhuriyet kuruluş yıllarında bunu yapmak zorundaydı. Bunu yaparken de hiç art niyetli yaptığını düşünmüyorum ben. Mesela yeni yazıya geçmenin çok sakıncalı olduğunu düşünmüyorum ben. Çünkü kaynaklar elimizin altında. Acı olan onların yeni yazıya aktarılmamış olmasıdır. Hâlâ bugün Kurtuluş Savaşı dönemi yazarlarının, mesela Yakup Kadri’nin tüm eserleri yayımlanamamıştır. Bence asıl önemli olan şu: Biz yeniyi gerçekten benimsedik mi ya da yeni diye sadece bir züppeliğin peşinde mi koşuyoruz?
"Tevekkül semtleri" dediğiniz Samatya, Yedikule gibi yerlere çok sık gittiğinizi biliyorum. "Oburcuköta ise çocukluğunuzun Cihangir’ini çok hoş anlatıyorsunuz. Ben sizi artık Cihangir’de çok sık göremiyorum. Cihangir giderek göç entelektüellerinin, İstanbul dışından gelen sanatçıların egemenliğine geçtiği için mi uzak kalıyorsunuz oradan? Oradaki yeni tip hırs mı sizi ürkütüyor?
Bu tespitleri ben değil Ahmet Tulgar yapıyor. (Gülüyor) Bunu özellikle vurguluyorum. Fakat hoşuma da gitmiyor değil bu tespitler. (Kahkahalarla gülüyor)
Orhan Kemal ödülünü aldığınız son romanınız "Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak" otobiyografik bir kitap. Ve kitabın kahramanı -ki onun da adı Selim- ticari edebiyatla az satan iyi edebiyat arasında kıstırılmış kalmış. Siz de bugünün edebiyat ortamında böyle mi hissediyorsunuz?
Ben ticari romana direniyorum. Ve direnme gücümü de yetişme tarzımdan alıyorum. Bizim kuşak çok büyük edebiyatçıları tanıyarak yetişti. Benim etrafımda, yani evlerine dadandığım Behçet Necatigil gibi, Kemal Tahir gibi, Nahit Hanım gibi, Rauf Mutluay gibi kişiler oldu. Bütün bu insanlar bir araya geldikleri vakit bugün konuşulanlardan çok başka konulardan, sanatın sorunlarından konuşurlardı. Ve hepsinin yaşama biçimleri alçakgönüllüydü. İnsan böyle bir terbiyeden geçtiği vakit bugünkü edebiyattaki cinnet ortamına ayak uydurmasına ruhen, peşinen imkan kalmıyor. O zaman geri çekilmekten başka mücadele şekli bulamadım. "Susmak çok önemli bir şey" diye düşündüm kendime göre. Onlarla sözlü bir kavgaya giremezdim. Bu yüzden o ortamın dışında kalmayı seçtim altı-yedi yıldır. Ben edebiyatın edebiyat değerlerine çok kısa bir süreç içerisinde döneceğine de bütün kalbimle inanıyorum.
Seksenli yılların başında siz de çok satan bir yazardınız. Her kitabınızın çıkışı bir toplumsal olay olurdu. Bu neden değişti? Ve bu değişim sizi üzdü mü?
Ama ben bu değişimi bilinçli olarak istedim. Hiçbir şekilde benden talep edilen tanıtım, promosyon işlerini yapmadım. Onların istediği tanıtım davranışlarını yapmadığı zaman bir yazarı çok kolay yok edebiliyor medya ve yayıncılar. Ama bu benim daha olgun bir noktaya gelmemi sağladı. Ben gerçek okurumu hiçbir zaman yitirmedim. Bu sanıyorum ki iki-üç bin kişiden ibaret bir okur kitlesidir. Az mı mutlu olmak için iki-üç bin kişi? Belki 30 bin satmıştır eski kitaplarım fakat bu okurun gerçek bir okur olduğuna inanmıyorum. Bugün nasıl bazı kitaplar modalaştırılarak dayatılıyorsa, o zamanki okurum da o tarzdı.
Kitap adlarınız gündelik dile yerleşirdi. "Her Gece Bodrum", "Cehennem Kraliçesi", "Bir Akşam Alacası".
Ama burada bunu da itiraf edeyim, o adların çoğunun patenti bana ait değildir. "Her Gece Bodrum" Attila İlhan’ın taktığı bir isimdir, "Bir Akşam Alacası"nı Abdülhak Hamit’in Ahmet Haşim’le ilgili bir yazısından aşırmıştım. "Yaşarken ve Ölürken" Halit Ziya’nın "Aşk-ı Memnu"sunun son cümlesidir. Yani bu şiirsellik bana ait değil.
Son romanınızda yazar Selim sık sık kendisini suçluyor, ömrü boyunca işçilerin, ezilen kesimlerini sorunlarını değil de, bireyin sorunlarını yazdığı için. Siz de suçluyor musunuz kendinizi?
Bir yazar olarak evet. Ama bir insan olarak ruhumda o toplumsal kesimlerin acısını her zaman hissediyorum. Şimdi Orhan Kemal armağanını aldığım için söylediğim sanılmasın ama bence bugün Türkiye’nin en fazla ihtiyacı olan yazarlık türü Orhan Kemal yazarlığıdır. O tarz bir yazar olmayı çok isterdim. Ama bu bir yapı, bir biçimleniş meselesi. Biz eskiden bir "memleket edebiyatı"na sahiptik. Orhan Kemal’in yanı sıra mesela Ümran Nazif diye bugün kimsenin hatırlamadığı bir hikayeci taşra dünyasını çok ustaca işlemişti. Cahit Külebi mesela. Bugün bir tek Attila İlhan, Yaşar Kemal bunu yapmaya çalışıyor. Onların dışındakiler bir "al ala hey", sanki her şey çok sütliman gibi, bir Pompei’nin son günleri edebiyatı yapıyor.
Ama bugün İstanbul dışından gelen yazarlar da zaten İstanbul hayatını, hatta İstanbul’un da üst sınıf hayatını anlatıyor.
Tabii, ben bugün Anadolu’yu yazmaya kalksam oraları çok daha az bilmeme rağmen, çok daha fazla bir "memleket edebiyatı" içerisinde bir şeyler yapma gayreti gösteririm. Kerime Nadir, Muazzez Tahsin gibi yazarlarımızın yazdıklarına bakıyorum da, bir aşk romanı yazsalar bile onunla toplumu bilinçlendirme gayreti de göstermişler. Bugün "romancıyım" diye geçinen kişilerin hiçbirinin yazamayacakları kadar "roman" yazdıkları ortaya çıkıyor bu insanların; onları edebiyat tarihimiz kapının önüne koymuş olsa bile. Kerime Nadir gibi yazarlar roman sanatının içinde hareket etmişlerdir, zıpırlık yapmamışlardır kendi dönemlerinde çok ünlü olsalar da. Bugünse artık edebiyat ortamı bir tımarhane, bir tımarhanenin içinde koşturup duruyoruz.
"Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak" romanınızda kahraman sürekli "Acaba çok daha fazla satacak bir tarihi roman mı yazmalıyım?" diye soruyor ve mütareke yıllarında geçen neredeyse pornografik bir öykü kaleme alıyor. Bu pasajlarda Ahmet Altan’a eleştiriniz ortada. Grup seks yapan Leyla İsmet’ler, Necdet Şefik’ler, eşcinsel işgal kuvvetleri komutanı gibi. Ahmet Altan kızmaz mı? Kızmadı mı?
Aslında benim buradaki eleştirim sırf Ahmet Altan’a karşı değil, bir tavra karşı. Ahmet Altan benim çok iyi arkadaşım. Dilerim ki kızmaz.
O seks öykülerini o kadar güzel yazmışsınız ki.
Fena da yazılmamıştır o sahneler.
Bilmez miyim? "Cehennem Kraliçesi"nde bir sabodan görünen bir topuğu bile nasıl erotik anlatmıştınız.
Şeyi fark ettim ben de: Pekala böyle bir şeyi mükemmel yazabilirmişim.
Pat diye kesiliyor ama sonra seks pasajları ve yazar kendi öyküsüne dönüyor. Yazarken nasıl oldu da şehvete kapılmadınız? Kendinizi frenlemeyi nasıl başardınız?
O vakit bir şey ekleyeyim: Benim edebiyatımın bir damarı, bir atardamarı erotiktir. Ama ben gelinecek olan noktada erotizmin ne kadar kötüye kullanılıp tecimsel bir hale getirilebileceğini hissettikten sonra çok bilinçli bir şekilde erotik bir şey yazmama gayreti gösteriyorum. Yazmıyorum da zaten. Yazarlık haysiyeti zaman zaman moda olan şeylerden uzak durmayı gerektiriyor. Bu kitapta biraz ironi olsun diye yazılmıştır. Madem bu kadar deştiniz... O bölümler 30- 40 sayfa daha fazlaydı. Hepsini attım onların. Gerekli olduğu kadarına razı oldum.
"Oburcuğun Edebiyat Kitabı" mutluluk kadar, hatta daha da çok acı uyandırıyor. Mesela altı tane enginar pahalı diye annenizin enginar yemekten feragat etmesi, misafirlere de enginar dokunduğu için yemediğini söylemesi gibi. Hâlâ Türkiye’de mutfak fedakârlıkları yapılıyor mu sizce?
Ülkede ben bugün aynı özverilerin çok daha şiddetlilerinin anneler babalar tarafından yapıldığı kanısındayım. Bırakın ülkeyi, İstanbul’un Yahya Kemal’in "Müslüman İstanbul" dediği bölgelerinde bütün bir mevsim evine enginar girmeyen binlerce insan bulunuyor. Bu insanların bu kadar çok sıkıntı çektiğini bilerek yine de bu kadar çok sofra edebiyatı yapmak saçma gibi gelebilir ama insanların savaşa, fakirliğe itildiği bir dünyada yemeğin tadını hissedebilirsek bunlardan biraz uzak kalabiliriz gibi geliyor bana.
Kitabınızda Refik Halit Karay’dan yaptığınız alıntı: Karay içlerinin açılıp ecnebi malzeme ile doldurulmasının sebzelerin ve hayvanların "istiklal ve milli fikirlerini rencide ettiğini" söylüyor. Neden Karay’ın bu tezine karşı çıktınız?
O Refik Halit Bey’in tam muhalefette olduğu, Kurtuluş Savaşı’nın başında yazdığı bir yazı. O dönemde Refik Halit Bey padişahçı olduğundan Anadolu’daki hükümete karşı çok saldırgan. Ve dolma benzetmesiyle Anadolu’daki hükümeti kastetmiştir. O gün bu saldırganlık yanlıştı ama biz bugün bu saldırganlığın çok daha şiddetlisini bizim hükümetlere rahatlıkla yapabiliriz. Refik Halit’in 1920’lerde yaptığı saptama ancak 2000’lerin Türkiyesi’nde yerli yerine oturdu, cuk oturdu.