Pazar Felekten bir Harlem gecesi başlarken...

Felekten bir Harlem gecesi başlarken...

04.03.2001 - 00:00 | Son Güncellenme:

Felekten bir Harlem gecesi başlarken...

Felekten  bir Harlem gecesi başlarken...

Felekten bir Harlem gecesi başlarken...

WASHINGTON

Hımm, yammm, yammmm, yammmm... Bu sesler, arkadaşım Chris’den çıkıyor. Sidney Poitier’nin "To Sir with Love" (Sevgili Öğretmenim) filmindeki halini andıran yakışıklı garsonun getirdiği tabağa öyle bir yumuluyor ki, bizi New York’ta konuk eden "Pamuk Nine" Sophia’nın, üfleyerek yediği çorbayla (Sayın Editör, lütfen düzeltmeyiniz. Annem beni "Çorba içilmez kızım, yenir" diye diye büyüttü) dalga geçmeye biraz olsun ara veriyor.
Sophia, içinde "sherry" olduğunu bildiğim, ana malzemesinden başka daha neler olduğunu ise düşünmek istemediğim kaplumbağa çorbasından memnun. Chris’in, "Zavallı kaplumbağacıklar" tiradına yeniden başlaması için, önce New Orleans usulü, acılı (ve nedense zavallılığı umurunda olmayan) tavuğundan biraz daha yemesi lazım.
Ben "Denizden babam çıksa yerim" diyenlerden, ama denizden çıkmayan her türlü canlıya da, yaşımla artan bir "Eve alıp beslesek ya" sempatisi geliştirenlerden olduğum için, nişastadan şaşmıyorum; safranlı pirinç, turşu, siyah zeytin ve defne yaprağının harmanlanmasından oluşmuş bir Karayib pilavına gömülüyorum.
Ortada, Amerikalılar’ın "karagözlü" dediği fasulyelerden yapılmış, piyazımsı "Salvador Salatası" duruyor. Ona da birazdan, hızlı çatal hamleleriyle girişecek Chris.
Yemeğin üstüne, boyu teneke içecek kutuları kadar olan bücür şişeleri ağzımıza dayayarak içtiğimiz Jameyka birasından (Red Stripe) son yudumlarımızı alırken, "Harlem’in şerefine" diyoruz üçümüz de.
Burası Cafe Largo. Günlerden cumartesi, kış güneşi yeni batıyor. Garip zamanda garip şeyler yememizi Sophia’ya borçluyuz.
Kendisine sorunca "artı eksi yetmiş iki", ehliyetine bakınca "yetmiş sekiz" yaşında olduğunu öğrendiğimiz, tip top haliyle "Yarabbim, ihtiyarlamak ne güzel şey, ne büyük nimet" dedirten simsiyah cildi kırış kırış, bembeyaz saçları kıvır kıvır bu kadın, programı aylar önceden yaptı: "Erkenden yeriz, sonra yürüyüş, ardından caz, sonra içki, yine caz, sonra dans, en son tatlı."
Ben tam anlamıyla havalardayım. İlk olarak 1983’te, dünyanın dört yanından bir grup liseli bursiyer arasında, bir otobüse istiflenmiş halde içinden geçtiğim, geçerken de kurşunlanabileceğimizden korkan Amerikalı rehberlerimiz tarafından "camlarda görünmeyin, aşağı yatın" diye uyarıldığım Harlem’i, 18 yıl sonra, doğma büyüme bir Harlemli ile geziyorum. Hem de dünyanın en emniyetli metropollerinden birine dönüşmüş olan New York’un en eğlenceli, en otantik, en ucuz ve evet, en emniyetli mahallelerinden birinde olduğumu bilerek.
Chris ise ilk başlarda tedirgin. Ne de olsa "beyaz, fazlasıyla ‘Anglo’ ve dinsel inanç bakımından değilse de, ahlaki formasyon bakımından tam bir Protestan" olarak, Amerika’nın azınlığa düşmesi topu topu elli yıla bakan "sıkıcı çoğunluğuna" mensup. Üstelik New York’un en kötü hallerini, üniversite yıllarının birkaç nahoş macerası sayesinde pek iyi hatırladığından, felekten Harlem gecesi çalma fikrine alışması kolay olmuyor.
Chris’i, kırk yıllık meslek hayatında nice beyaz ailenin çocuğunu büyütmüş "emekli dadı" Pamuk Nine’nin, ne beyazlara, ne siyahlara, daha ziyade 1940’ların Hollywood aktrislerine özgü bir İngilizce ile anlattığı Harlem anılarına havale ediyorum. Biliyorum ki, birazdan Red Stripe’ın etkisi, Sophia’nın tatlı sesi ve sokaktaki renk cümbüşü ile karışıp eritecek Chris’i.
O erirken, Harlem’in İkinci Rönesansı’nın simgelerinden sayılan, yemekleri leziz ama iddiasız, ortamı bohem, fiyatları ucuz Cafe Largo’dan çıkıp, 137’inci Cadde’den aşağıya vuruyoruz kendimizi. Ayaklarımızı Sophia’nın küçük adımlarına uydurup, Harlem’in neden "Siyah Amerika’nın kültür başkenti" olduğunu dinlemeye başlıyoruz.
Bu hikayeyi, haftaya size de anlatacağım. Tabii, caz, içki, dans ve tatlı duraklarımızla birlikte.



PAZAR