Pazar“Hiçbir iz bırakmak istemiyorum”

“Hiçbir iz bırakmak istemiyorum”

18.10.2015 - 02:30 | Son Güncellenme:

Zerrin Tekindor “Kara Sevda” dizisinde oynadığı Leyla’nın en çok geçmişe bakmamasını kendine yakın buluyor. Eski fotoğraflara bakmayı, bir şey biriktirmeyi sevmiyor. “Hatta isterim ki” diyor, “yaptığım resimler bile bir gün yavaş yavaş kendini yok etsin. İz bırakmak istemiyorum”

“Hiçbir iz bırakmak istemiyorum”

Zerrin Tekindor’u tarif etmek herhalde en çok ışıkla mümkün. Sanki hep üzerinde spotla dolaşıyor gibi bir aydınlık hali vardır çünkü.
Ve içinde bin tane yıldız varmış gibi parlayan gözleri. Kendisi pek çok şey gibi göz makyajını da iyi becerdiğinden “İyi göz boyarım” diye espri yapıyor ama esas numara onun hayatı boyayan binbir renkli yelpazesinde. Yoksa göz boyamak şöyle dursun, fazlasıyla net, yalansız bir insan.

Haberin Devamı

Star TV’de yeni başlayan “Kara Sevda” dizisinin Leyla’sını oynuyor şu sıralar, buluşma nedenimiz bu. Ama ben her buluşmamızda olduğu gibi bir lunaparkta kaybolmuş gibi hissediyorum kendimi. Plan program yapmıyor, en çok “gitme” hissini seviyor ya, bizim röportaj da hedefi belirlenmemiş bir yolculuğa benziyor. Oradan oraya zıplıyoruz, derinlere dalıyoruz, neredeyse bunun bir röportaj olduğunu unutuyoruz. Aslolan da yolun kendisi değil mi zaten?

-Leyla’nın bir cümlesi vardı, “Tesadüf diye bir şey yok, hayatta her şeyin bir nedeni vardır” diyordu. Sen ne düşünüyorsun tesadüfler konusunda?

Ben strateji belirleyen, adımları hesap eden biri hiç olmadım. Plan şu olmalı, bunu düşünüyorum, finalini de böyle bekliyorum gibi inanışlarım da yok hiç. Tesadüf diye, şans diye bir şey illa var. Ben bunlara inanıyorum; şans, tesadüfler, hayatımızı enteresan bir şekilde yönlendiren şeyler bunlar.

Haberin Devamı

“Ben samimiyete inanırım, çalışmaya inanırım, o kadar”

-Leyla tesadüflerin de bir sebeple geldiğine inanıyor galiba...

Başka türlü düşünceler var ya, evrene göndermeler filan. Ben evrene yollayan bir kimse değilim. Ben çalışmaya inanırım, samimiyete inanırım, o kadar.

-“Kara Sevda” dizisi ve Leyla karakteri nasıl geldi peki, tesadüfle mi?

Ay Yapım bir kere benim için çok özel. Ankara’dan İstanbul’a ilk geldiğimde Ekrem Çatay bana Ece Yörenç’in yazdığı bir dizi teklif etmişti: “Mars Kapıdan Baktırır”. Şahane bir projeydi ama reytinglerden ötürü üç bölümde bitti. Çok özel köşe yazarları “Niçin bu güzelim diziyi kaldırdınız?” diye yazdılar ve bunlardan biri de
Duygu Asena’ydı. Geçenlerde elime geçti o yazı, gözlerim doldu. Benim en çok yandığım iş odur.

“Oyunculukta aslolan rolü kendine benzetmek değil, o role gitmektir bence”

-Ondan sonra tekrar dizide oynamayı nasıl göze aldın?

“Ben yapmam artık” dedim. Zaten tiyatroda aynı anda birkaç oyun oynuyorum, resim yapıyorum, sergilerim var. “Daha da diziyle miziyle uğraşmam” dedim. Ama bir gün gene Ekrem bey ve Ece “Aşk-ı Memnu”ya beni ikna ettiler. “Kara Sevda”nın da yönetmeni olan Hilal Saral’la tanışmamız da orada oldu, gözü çok kuvvetli, işine özen gösteren, çok çalışkan bir yönetmen. Ece zaten şahane bir senarist... Çok başarılı bir iş oldu, hâlâ Araplar beni yolda “Lemiz” diye çeviriyorlar Londra’da.

Haberin Devamı

-O gün bugündür Ay Yapım’la çalışıyorsun...

O kadar zarifler ki. Ben hep, tiyatroyla beraber götürdüm seti, en ufacık canımı sıkan bir şey olmamıştır. O yüzden hep öncelik onlardan yana oluyor. Tabii ki bu başka biriyle çalışmam demek değil.

-Matmazel’den sonra sana sürekli asil ve zarif kadın rolleri önerildiğini konuşmuştuk. Leyla da öyle değil mi?

Leyla da evet haza hanımefendi. Ama Matmazel gibi değil, o daha kuralları olan, ser verip sır vermeyen biriydi. Hatta ben “Hiç mi bir espri yapmaz?” derdim ama aslında onların çizdiği hatlar doğruydu, yoksa ben onu hemen Zerrin’e çevirebilirdim. Çünkü bende öyle işleri matrağa vuran bir taraf vardır. Memnun olduğum da bir taraftır ayrıca ama oyunculukta aslolan rolü kendine benzetmek değil, o role gitmektir bana göre. Yoksa “Ben doğallığı seviyorum” diyerek her rolü kendine benzetmek gibi bir yanılgıya düşülebilir. Tabii kendine benzeyen haller yakaladığın zaman, daha çok seviyorsun karakteri. Mesela beni Leyla’da en çok etkileyen şey, geçmişe bakmaması oldu. Ben de hiç arkaya bakmam. Çok teşekkür ederim herkese, her şeye ama hayat devam ediyor. Bir yolculuk ve ben de onun içinde gidiyorum, ne zaman biter, bilmiyorum ama ben gitme haline, yolculuk haline çok inanıyorum. “Böyle iyi, burada kalalım” demek istemiyorum hiçbir zaman. Bir tanecik hayatımız var, o yolculuğa dahil olmak istiyorum. Eski fotoğraf bakmaktan nefret ederim, video kayıtlarından hoşlanmam. Kendi oğlumun videolarını bile seyretmiyorum, zaman zaman rüyamda görüyorum, olağanüstü güç veren bir şey oluyor bana, o ayrı. Hira’nın 5 yaşını görüyorum mesela rüyamda, beni bu kadar mutlu eden, bu kadar ağlatan, bu kadar uçuran bir şey yok. Ama daha da bir geçmiş merakım yok. Leyla’da benle örtüşen böyle bir hal var işte.

Haberin Devamı

“İnsanların tarihle, geçmişle ilgili bir şeyler sırtlanması yanlış”

Haberin Devamı

-Leyla’nın geçmişle derdi ne?

Çok büyük bir travma geçiriyor, bunu zaten ilerleyen bölümlerde göreceğiz. Ama o travmadan sonra yaşadığı o çok zengin, hareketli, kalabalık hayatı bırakıp kendi seçtiği sapsade bir hayat kurmuş. Her şeyden arınıp gayet mütevazı bir semte yerleşmiş. Gereksiz detaylardan uzak bir hayat. Ben de ona bayılırım, en sevdiğim şeylerden biri atmak mesela. Evde işe yaramayan ve görmekten hoşlanmadığım her şeyi hemen atarım. Dolayısıyla hiç birikmemiş bir evim vardır. Leyla da öyle, bir şeyleri silmiş, yok etmiş, yeni hayata sıfırdan başlamış. Onun o halini seviyorum. Gerçi o bir şeyleri saklamış, bir defteri var mesela bana o bile fazla. Benim tutmam gereken iyi şeylerin hepsi aklımda, aklım giderse o da gider, yapacak bir şey yok. Bir şeyleri saklamak, bir şey bırakmak, ondan hiç hoşlanmıyorum. Hatta isterim ki yaptığım resimler bile bir gün yavaş yavaş kendini yok etsin. Ben yaprak gibi olmak istiyorum hayatta. Nasıl önce onun yeşiline vuruluyoruz, sonra koyulaşıyor, damarları çıkıyor, şekil değiştiriyor, sonra pat diye olağanüstü bir renkle yere düşüyor ve toprağa karışıyor. Ben de o sirkülasyonda, o doğallıkta
ilerlemek istiyorum.

-İnsanın bu hayatta derdi iz bırakmak değil midir ama?

Ben istemiyorum. Ne olacak, kime iz bırakacağım canım? Oğlumun ileride bir çocuğu olursa beni bilecek mi bilmeyecek mi umurumda değil, anlatıldığı kadar aklında olsun yeter. İnsanların tarihle, geçmişle ilgili bir şeyler sırtlanmasını yanlış buluyorum. Ben de oğlumu sırtında “Oğlum, bu paşa dedenden kaldı, kıymetini bil” yükleriyle hayata salmak, Noel Baba gibi hurcuyla dolaştırmak istemiyorum. Hayat senden ibaret olsun, o dönemde doğru düzgün, faydalı, kayda değer bir hayat yaşıyorsan ne güzel.

“Hiçbir iz bırakmak istemiyorum”
“Burak disiplinli, tatlı, yakışıklı bir delikanlı. Kızlar haklı yani”

-İnsanlar seni hep Kıvanç Tatlıtuğ’la görmeye alışmış, bu kez yok diye şaşırıyorlar...

Üst üste üç tane dizide beraber oynayınca normal. Kıvanç’ı çok yetenekli bulurum, çok sevdiğim bir arkadaşım, bence çok iyi şeyler yapacak. Tamamen denk geldi ve gene olsa gene memnuniyetle oynarım. Karakterler, senaryo denk geliyorsa hiçbir sakınca yok.

-Burak Özçivit’le çalışmak nasıl?

Ben yapı itibariyle biraz mesafeli biriyim, herkesle hemen samimi olamam. Ama Burak o kadar cana yakın, o kadar beyefendi bir çocuk ki kısa sürede kaynaştık. Ve müthiş iş disiplini var, ben ona bayıldım. İşini çok severek yapan, özen gösteren, kimseyi bekletmeyen, sete hazır gelen, hızlı, tatlı, yakışıklı bir delikanlı. Kızlar haklı yani.

-Oyuncu olarak bu yıl tiyatroda yok musun?

Aslında olmayayım diyordum ama sahneyi o kadar çok
seviyorum ki iyi bir oyuna denk gelsem şu dakika başlayabilirim. Sahnede sahiden yaşadığımı hissediyorum. “Şu hayatta varım ve böyle bir işim var” diyorum, çok değerli hissediyorum kendimi. Tamamen kendi kendime verdiğim bir değer. Takdir görmek fevkalade bir şey ama en önce insanın kendini doğru, dürüst, samimi bulmasında yatıyor işin özü bence. Bütün politikacılar, işadamları önce bunu sorsunlar kendilerine. Annemin şahane bir lafı vardır çocukluğumdan kulağımda kalan: Çok yaramaz olduğum için, “Aferin Zerrin, yaptığını beğendin mi?” derdi. Hayatımda düstur edindiğim bir şeydir bu benim. Yaptığını beğenmek, hayatın anlamı oluyor aslında. Beğendim diyorsam, yürüyebiliyorum, beğenmediysem çöküyorum ben.

“Yüze bir işlem yaptırmayı doğru bulmuyorum”

-Yıllar getikçe daha güzelleşiyorsun, o nasıl oluyor?

“Kara Sevda”dan sonra sosyal medyada demişler ki “Zerrin Tekindor’un yüzü bir değişik geldi, ne yaptırmış?” Halbuki ben yüze bir işlemi doğru bulmuyorum. 51 yaşındayım ve bunun doğal seyrinde gitmesinden yanayım. Buna hakikaten canım sıkıldı. Bir şey yapmıyorum, sadece temiz olsun yüz, gece makyajla, günün bütün yükünü çekmiş suratla yatılmasın, bir tek ona inanıyorum. En sevdiğiniz sabun neyse, onunla yıkayın. Gül kokusu beni mutlu eden bir şey, ben güllü sabunla yıkıyorum yüzümü mesela. Bir taraftan da belki tuhaf ama, içinden geçenin yüzüne yansıdığına inanırım. İyi niyet insanı güzelleştiriyor bence.

-51 yaşını göğsünü gere gere söylemez kadınlar genelde...

Canım ne olacak ki, yaş bu. “Çok yaşlı duruyor” da diyebilirler, üzülürüm belki ama “O zaman gideyim de yüzümü gerdireyim” demem. Ama yüz şeklimi seviyorum, onun bozulmasına itirazım var bir tek. Belki gerekirse ona bir şeyler yaptırabilirim.

“30 yıldır boş oturmadım”

-Bir dergide kullandığın markaları, gittiğin kuaförü, modacıyı sormuşlar, sosyal medyada “Pahalı zevkleri var” yazıldığını gördüm... Saçını kestirmeye Londra’ya mı gidiyorsun sahiden?

Çok komik, o kuaför benim Londra’daki evimin yanındaki mahalle kuaförü. Kadının da erkeğin de gittiği bir berber salonu. Yanında da bir erkek tıraş oluyor mesela. O kadar iyi bir dükkan ki onların adını telaffuz etmek istedim.

-Bildiğim kadarıyla bir elin yağda bir elin balda, prensesler gibi büyümüş değilsin...

Tabii canım, olur mu? Ben yedi yaşındayken babam ölmüş, annem, ablam Ferin, ben üçlüsü olarak hayatı geçirmişiz. Annem eğitime ve çalışmaya çok inanan birisiydi, onun öğretisiyle büyümüş iki çocuğuz. Ferin şimdi çok başarılı bir diyetisyen. Ben mezun olur olmaz çalışmaya başlamışım, 30 yıldır tek bir sezon boş oturmamışım, daha ne diyeyim?

“Hiçbir iz bırakmak istemiyorum”
“Çetin ve Haluk birbirini takdir eden iki şahane insan”

-“Köprüden Görünüş”ün prömiyerinden sonra Instagram’da bir fotoğraf gördük; Hira, Çetin Tekindor, Haluk Bilginer. “Ne medeni kare” yazanlar oldu. Senin için ne ifade ediyor o fotoğraf?

O fotoğrafı çeken benim. Üç tane şahane insan var orada. Hepsi şu anda benim hayatımda, hepsine çok saygı duyuyorum ve deli gibi seviyorum hepsini. Çetin hayatımda gördüğüm en zarif, en beyefendi, en tatlı insanlardan biridir ve ne mutlu ki oğlumun babasıdır. Diğer yanda birlikte olduğum, hayranlık duyduğum, sevdiğim Haluk. “Maaşallah, bu ne genişlik” yazanlar oldu altına, ne kadar tuhaf, ne genişliği? Kaldı ki Çetin de Haluk da birbirlerini takdir eden,
çok da seven iki insan, iki şahane aktör.

-Bizde ayrılıklar daha çok düşmanca yaşandığı için...

Ne kadar acıklı. 16-17 sene oldu Çetin’le ayrılalı. Sadece evliliği götüremedik, bizim bir tane evladımız var, ikimizin de üstüne titrediğimiz, bu hiçbir zaman değişmedi ki. Çetin benim Haluk’la birlikte olduğumu duyduğu zaman da gayet olumlu karşılamış biridir. O sırada da oğlumuz bir oyun yapmış Haluk’un tiyatrosunda, ne hoş ki Haluk ona büyük bir hoşlukla ikinci kez bu şansı verdi, Çetin de tabii ki prömiyerde oradaydı. Gelmese zaten çok üzülürdüm. Bundan normal ne olabilir? Yıllar geçmiş aradan, Tekindor soyadını kullanıyorum diye beni hâlâ evli zannediyorlar herhalde. Ben sadece oğlumla aynı soyadını taşımak istedim. Hatta şöyle bir espri olmuştu aramızda, “Soyadımı değiştirmeyeceğim yalnız Çetin” dedim, onun izni gerekiyordu çünkü kullanmam için,
“Asıl değiştirirsen ben seni mahkemeye veririm” demişti.

“Oğlumun rejisiyle ödül almak istedim; oldu”

-Hayatının mutlu bir dönemi, değil mi?

Gayet mutlu, şanslı hissediyorum. Çok şükür, 51 yaşına geldim, şahane bir evladım var, çok doğru düzgün bir evlilikten çıkmışım, hayatımda çok değer verdiğim, çok hayran olduğum, birlikte çok güldüğüm, vakit geçirmekten çok mutlu olduğum bir insan var. Müthiş roller oynadım, ne bileyim, Kleopatra’yı, Martha’yı başkaları oynar gibi gelirdi, kendimi onların içinde buldum. Hele Martha’nın oğlumun rejisiyle olması, harika bir şeydi. Onun rejisiyle ödül almak istemiştim gerçekten, o da oldu.

“Hira’nın gözüne girmek istedim”

-Oğlun Hira’nın yönettiği “Köprüden Görünüş”ün sahne tasarımını yaptın. Nasıl oldu bu?

Hira “Anne ben dekoru senden istiyorum” dediğinde “Daha neler” dedim haliyle, daha önce yapmamıştım çünkü. Bir de çok fazla sahne değişimi var oyunda. Ama “Ben bir duvar istiyorum senden” dedi: “Ortada kapısı olan tek bir duvar, iki tane de bank.” Üzerinde görüntüler, silüetler, orada yaşamış insanların izleri kalmış gibi duran bir duvar yaptım. Hani bir eve yerleşirsin,
o duvarlarda hayatlar geçmiş ama biz bilmeyiz. Üstüne bir badana yapılır, yeni
bir hayat başlar.
Ve Seçkin Selvi, hoca, çevirmen, eleştirmen, çok değerli tiyatro kadını, yazısında tam da yapmak istediğim şeyden bahsediyor. Onu fark ettiği için çok mutlu oldum.

-Hira ne dedi?

“Anne delirdin mi?” dedi.

-Şahane olmuş anlamında mı?

Evet. Ve hakikaten Hira’nın gözüne girmek istedim. Zaten hayat boyu en çok onun gözüne girmek istedim. Aldığım başarıların bile bunun için olduğunu söyleyebilirim, kendim için değil, onun beni takdir etmesi beni daha çok ilgilendirdi.