PazarHikmet Dikmen: 'Emek Sineması benim muhabbetim'

Hikmet Dikmen: 'Emek Sineması benim muhabbetim'

25.04.2004 - 00:00 | Son Güncellenme:

"Seks furyası bizi zorlamıştı, şimdi korsan VCD çok zarar veriyor"

Hikmet Dikmen: Emek Sineması benim muhabbetim





Sinema bir beyazperde, bu beyazperdeyi içeren bir salon, salonun çıktığı bir fuaye, önü sonu bir bina olmaktan öte bir şeydir. Bulunduğu yerdeki gündelik hayatın, yaşam şartlarının karşısında bir alternatif, farklı duyguların seçeneğidir aynı zamanda.
Kaçılan, sığınılan bir yer olduğu için sinema salonlarına sadece gitmez, onlara güvenir ve onları severiz de.
Sadece karanlık olduğundan değil, perdesi her türlü duyguya açık olduğundan bazen şehvetle el ele tutuşmak ya da kenarda bir koltukta için için ağlamak üzere girdiğimiz de olur sinema salonlarına.
Sinema salonları, sinema ile hayatımızın karşı karşıya kalıp dertleştiği yerlerdir ve sinema ile olduğu kadar bizle, kendi kişisel hayatlarımızla ilgili de çok şey çağrıştırır, hatırlatırlar.
Ama Beyoğlu Emek Sineması üstüne üstlük estetik bir direniş sembolüdür de.
Bu yüzden vefayı ve minneti ayrıca hak eder.
Sinemanın kriz dönemlerinde, salonlar ya kapanır ya da para hırsına ve ahlaki çöküşe tümüyle teslim olurken, Emek Sineması ne kalitesinden ödün verdi ne de güneş gibi görkemli salonunu kırpıp kırpıp küçük, klostrofobik cep sinemalarına dönüştürdü.
Sokağının yanı başından geçip gittiğimiz, ona sapmadığımız günlerde bile "Beyoğlu'nda sinema"yı hissettirdi bize.
Emek bugün hâlâ Emek ise bunda elbette orada yetişen çalışanlarının, kapı kontrolörü Murat'ın, Aykut'un, gişedeki Gül hanımın, üçüncü sahibi İsmet Kurtuluş'un da büyük payı olduğu kesin. Ama Emek'in asıl sembolü o her dem, her daim gülen çehresi, her seansta yüzü beyazperde gibi yeniden aydınlanan, sinemayla yatıp sinemayla kalkan 48 yıllık müdürü Hikmet Dikmen'dir.
Hikmet Dikmen ile gecikmiş randevumuzu Uluslararası İstanbul Film Festivali vesilesiyle bu hafta gerçekleştirdik.


Mukaddes bir yuva, muhabbetim benim. Üç evlilik yaptım ama Emek'ten hiç vazgeçmedim.


Hayır, etmedim.


Sabahleyin kalktığım zaman ilk elim ayağım tutuyor mu, sağlıklı mıyım ona bakıyorum. Sonra "Ne mutlu" diyorum, "işime, Emek'e gidiyorum." 71 yaşındayım, bu yaşta bir insanın işe gidebiliyor olması çok güzel bir duygu.


Hep Cihangir'de yaşadım. Ama üçüncü karım beni aldı Fulya'ya götürdü. Yine de Beyoğlu benim hayatım, benim dünyam.


Oldu. Şöyle ki: Ankara'dan bir firma almıştı burayı, Rüya Sineması'ndan başlayıp İnci Pastanesi'ni de, bütün bu adayı alıyor, buraya kadar. Yap-işlet- devret sistemiyle burayı yıkıp başka bir şey yapacaklardı. Ama Anıtlar Yüksek Kurulu izin vermedi. Şimdi artık Emek'i kaybetme korkusu kalmadı bende. Çünkü Emek Sineması herkese mal olmuştur. Yani İsmet Kurtuluş'un değil, devletin de değil, halkın, güzel insanların artık burası. Herkesin anıları bulunuyor burada, kimler gelmedi, kimler geçmedi ki bu güzelim dükkandan. Ne aşklar yaşandı burada.

"Bir tek bizde perde açılır"

Çok görkemli buluyorlar. Cebinden fotoğraf makinesi çıkarıp fotoğrafını çekenler oluyor. "Böyle sinema salonları kalmadı artık" diyorlar.


Tabii. Bizde böyle perde açılıyor. Başka yerde kalmadı.


Tabii. Bu da Emek Sineması'nın bir özelliğidir. Ben 1956'dan beri çalışıyorum burada. Programcı olarak girdim, müdür oldum. Diğer programcı arkadaşlar da öyle. Kapı kontrolörü, kasiyeri de öyle. Burada işe başlayıp burada yaşlanıyoruz. Biz birbirimize çok bağlıyız.


Evet. Biz "programcı" diyoruz.


Hayır. Yalnızca 1963'te yapılan koltukları balkona taşıdık. Orası nostaljik kısmı oldu salonun.


Evet, mesela "Batı Yakasının Hikayesi" filmini Paris ile beraber 26 hafta oynadık ve o sırada 70 milimetrelik tek makine Emek'teydi. Sonra stereo ve dolby tekniklerini ilk biz getirdik.


Önce Emekli Sandığı, sonra Turgut Demirağ.


Çok zor oldu. Aslında şimdi de bu korsan VCD olayı yüzünden çok zorluk çekiyoruz ama mücadelemizi sürdürüyoruz. Mesela Bertolucci'nin filmine bir hafta içinde 2 bin seyirci aldım. Nerede benim talebelerim? Talebelerim nerede? Gerçi 7,5 milyon lira bilet parası da ağır geliyor tabii onlara.


O kadar çok filmde olurdu ki eskiden. Hangisini söyleyeyim? "Cassandra Geçidi", "İrlandalı Kız". Yerli filmlerde de kuyruk oldu. "Eşkıya"da oldu, "Vizontele"de oldu. Emek'te kuyruk hiç eksik olmadı ki. Mutfaktan iyi bir şey çıkarsa biz servisini yapabiliyoruz.


Bu sene ben bu konuya biraz değineceğim. Atıf Yılmaz gelir, Zeki Ökten gelir, Ali Özgentürk çok az gelir ama birçoğu da gelmez. Şu iki seneden beri gelmiyorlar. Zeki Demirkubuz gelir, Derviş Zaim çok film seyreder, o çocuğu çok sık görürüm sinemada.


Çok heyecanlanırım. Hele ilk seansta. Zaten çıkan seyirciye sorarız filmi nasıl bulduğunu.


Hayır.


Frigo soğuk çikolatadır. Ama tabii saf çikolata değil. Bir başkomiserin iki oğlu üretirdi Frigo'yu. Birinin adı Coşkun'du. Florya'da termosla satarlardı. Sonra babası emekli ikramiyesini alınca bir fabrika kurdular. Sırf Frigo yemek için sinemeya gelenler bile oluyor. Ama diğerini, kokoyu artık satmıyoruz çünkü onu tazeyken tüketmek gerekiyor. Çabuk bayatlıyor.


Rus Konsolosluğu'nun karşısındaki eski Santral Sineması'ndan gelen Cafer abi başlatmıştı bunu. Sonra yeni kuşaklardan Atlas'ın müdürü Cevdet. Onlar tablacı idiler, onlar vururlardı öyle tablanın altına.


Onu Turgut Demirağ getirdi. Amerika'da sinema ile özdeşleşmiş bir şeymiş patlamış mısır. Biz eskiden cips satardık, onun da paketini açarken çok ses çıkardı. Ama festival seyircisi bu konuda çok titizdir, kesinlikle mısır alıp yemez.


Emekli Sandığı 1963'te yaptırmıştı bu kıyafetleri, o zamandan beri giyiliyor. Biz çok disiplinliyizdir.