Pazar Jambo jambo Tanzanya

Jambo jambo Tanzanya

19.02.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Çetin Altan'la Tanzanya'da birkaç gün geçirdik. "Jambo" (merhaba) diye seslenen satıcı çocuklardan yerel sanatçılara kadar birçok kişiyle konuştuk. Bu kısacık seyahat bile dünyanın belki de en sıcak, en samimi ve en yoksul insanlarının ülkesini çok sevmemize yetti

Jambo jambo Tanzanya

Trafiğin soldan aktığı caddelerin yoğun tozla kaplı iki yanında bir yığın baraka. Berberler, hırdavatçılar, bakkallar, terlikçiler, tamirciler... Bir terzi pedallı dikiş makinesini kapı önüne çıkarmış, harıl harıl çalışıyor. Yol kenarına sıralanmış seyyar satıcıların her çeşit ıvır zıvırla dolu tezgahları mumla aydınlatılmış. Yayvan sepetlerde tropikal meyve öbekleri... Kadınlı erkekli yoğun bir kalabalık. Eski suratlı minibüslerin içi tıklım tıklım. İşte "insanlığın ortak anı bohçası" nda, Afrika'dayız. Hava hem çok sıcak hem de çok rutubetli. Havaalanı oldukça küçük. Kuyruklar, bir türlü gelemeyen bagaj, havalandırma yok, varsa da yetersiz. Çetin Altan'ın kulağına eğilip "İşte" diyorum, "Türkiye yolsuzlukta Tanzanya'dan bile daha kötü durumda diye diye getirdin sonunda bizi buralara." Gülüyoruz. Gümrük memuru pasaportlarımızı uzatıyor, "Karibu" (hoş geldiniz) diyor. Otelin barı. Buz gibi Klimanjaro biralarımızı getiren saçları incecik örülü, iri gözlü, kehribar tenli genç kızın adı Twilumba. "Ne demek?" diye soruyorum. "Irınga dilinde 'Teşekkür ederim' demektir." Tanzanya'nın ortak dili Swahilice olan 120 kabilesinden biriymiş Irınga. Twilumba gülümsüyor: "Bizde böyle adlar çoktur. Nasılsın, günaydın, güle güle..." Sabah, Zanzibar'a gitmek üzere yine yoldayız. Rengarenk yerel giysili, başlarının üzerindeki sepetleri, bohçaları dimdik taşıyan genç kızlar; uzun, beyaz entarili, fesli, takkeli erkekler. Bisikletli sayısı inanılmaz, kat kat yumurta paketi taşıyanlar bile var içlerinde. Çarşaflı bir kadın elinde kovası ve fırçasıyla arabaların arasında dolanıyor. Kırmızı ışıkta yerfıstığı satan çocuklar sarıyor çevremizi: "Jambo (merhaba), one dolar madam, please." Baharat kokulu adaya doğru Zanzibar uçakla 10 dakika. 30 kilometre ötedeymiş gideceğimiz yer. Hindistancevizleri, papayalar, mangolar, mangrovlar ve banyanlarla gölgelenmiş bir yoldayız. Evlerin çoğu saz damlı, toprak duvarlı; bazıları kerpiçten, çatıları da teneke ya da eternit kaplı. Şaşılacak bir biçimde süslü kapıların önünde çocuklar, ihtiyarlar. Öküzler ağır ağır çekiyor çalı çırpı yüklü, iki tekerlekli arabaları. Bir bisikletli albenili kumaşları selesine sopalarla bayrak gibi tutturmuş gidiyor. Tahta karoserli, iki yanı açık otobüsler geçiyor yanımızdan. Safari Club okyanus kıyısında. Kırmızı çiçekli yılbaşı ağaçlarının arasında kemerler, renkli camlar, sedirler, minderlerle süslü, küçük verandalı bungalovlar. Uçuk yeşilden laciverte doğru bir çeşitlilik içindeki okyanus çekilmiş, bembeyaz bir kumsal uzanıp gitmekte. Tek yelkenli, buraya özgü balıkçı tekneleri var açıkta. İnsanlar görüyorum uzaklarda eğilip kalkan, bir kısmı kalçalarına kadar suların içinde, ağ serpiyorlar. Deniz, yoksullara bonkörce yemek veriyor. Her med-cezir onlar için yengeç, yosun, karides, kalamar bırakıyor. Doğal nafakadan uzun gaga ve bacaklı, kırçıl tüylü kuşlar da nasipleniyor. Bereketli med-cezir Akşamüstü Stone Town'dayız. 8'inci yüzyılda adaya gelen Arapların egemenliği 19'uncu yüzyıla kadar sürmüş, sonra Almanlara, daha sonra da İngilizlere geçmiş yönetim. Yol kenarındaki eski askeri kamyonlarının nedenini anlıyorum, kapı işinin de. Daracık sokaklı Stone Town'un tüm kapıları oymalı, kakmalı, metallerle bezeli. Arap geleneğine göre kapı, ev sahibinin varlığının simgesiymiş. Yerliler bu yüzden o yoksul kulübelerine ne yapıp yapıp birer süslü kapı takarmış. Kasaba pazarında bir renk, ses ve koku cümbüşüdür gidiyor. Orta yerde 20 kişinin zor kucaklayacağı gövdesiyle dev bir banyan ağacı. Hintli göçmenler ağacın kutsallığına inanıyormuş. Arap sultanından kalan saray yavrusu müzeye dönüştürülmüş. Diğer saraylar ise adanın değişik yerlerinde kalıntılar halinde.Stone Town'ın en ilgi çekici ve acı verici yeri eski köle pazarı. Yeraltı zindanları ve meydandaki boynu zincirli köle heykelleri bizi yasa boğdu. İsveçli Karin Gorsan'ın yaptığı heykellerde kullanılan zincir gerçek bir köle zinciriymiş. Şu anda utanç pazarının yerinde bir Anglikan kilisesi var.Zanzibar'da Türk ilköğretim okulunu da ziyaret ettik. Miniklerin hoş geldiniz gösterisi gönlümüzü şenlendirdi. Onlar her şeye rağmen şanslılar. Temiz giysileri, yiyecekleri var ve bir şeyler öğreniyorlar, umarız bu okul sayesinde daha iyi bir gelecekleri olur.Geri dönerken şoförümüz, "Eskiden köle olduğumuzu unutursak özgürlüğün ne demek olduğunu da unuturuz" dedi. Ramazan dertliydi, geleneklerin sadece köylerde yaşanabildiğinden, şehirlerin yerel kültürü yok ettiğinden şikayet etti. Zanzibar adası kristal denizi, incecik kumu, zengin bitki örtüsü, mis kokulu baharat bahçeleri, dev kaplumbağaları, neşeli yunusları, şirin maymunlarıyla insanı büyülerken bir yandan da Afrika yoksulluğunun somut bir belgesi olarak vicdanları sızlatıyor. Kapılar ve zincirler Zanzibar dönüşü Dar es Selam'ın kalabalık sokaklarında, limanda dolaştık. Balık satan kadınların sesleri birbirine karışıyordu. Herkes sıcakkanlı, herkes güler yüzlüydü. Yosun kokulu okyanus kıyılarında baobab ağacından oyulmuş balıkçı teknelerini seyretmek ayrı bir zevkti. Sea Cliff şık otellerin, alışveriş merkezlerinin, elçiliklerin, üst düzey devlet görevlilerinin villalarının olduğu bölge. Zengin mahallesinin ardından yeniden yoksul halkın arasına karıştık. Masai boncuk işlerinin, Mokonde oymalarının ve tingatinga denilen yerel motifli resimlerin satıldığı Mwenge pazarı harikaydı.Ben alışveriş yaparken Çetin Altan dermeçatma dükkanlarda yerel sanatçılarla sohbet etti. "Sevdin mi burayı?" diye sorduğumda, "Sevdim ya" dedi, "tarihin derinliklerine gömülmüş insan yaşamlarını arkeologlar toprak altndaki kalıntılardan ararken aynı takvim yaprağının paylaşımında nelerin yaşanmakta olduğunu da burası gösteriyor."Pazar esnafı bizi "Kwaheri (güle güle) mama, kwaheri baba" diye uğurlarken kırmızı şalına bürünmüş bir Masai de elinde değneği, çıplak ayak kızgın asfaltta yürüyordu. Tanzanya birkaç günde bitecek bir ülke değil; yaban hayvanlarıyla dolu milli parklar, tepesi karlı Klimanjaro, dünyanın ikinci büyük gölü Victoria, ikinci derin gölü Tanganika, ıssız Masai stepleri ve daha neler neler... Biz sadece şöyle bir bakabildik ve bu kısacık seyahat bile dünyanın belki de en sıcak, en samimi ve en yoksul insanlarının ülkesini çok sevmemize yetti. Kwaheri mama, kwaheri baba Tanzanya'nın 36 milyonluk nüfusunun yarısı Müslüman, yarısı Hıristiyan. Resmi dil İngilizce ve Swahili dili. Asgari ücret 50 dolar, yıllık ortalama gelir 700 dolar. Çocuk ölümü oranı binde 99, ortalama yaşam süresi 45 yıl. AIDS, dizanteri ve sıtma herkesi tehdit ediyor. Nüfusun yüzde 5'i zengin, yüzde 50'si açlık sınırında. Başlıca gıda mısır, pirinç, manyok, muz ve denizin verdikleri. Et çok pahalı. Bütün bu verilere rağmen hiç dilenci görmedik. Zanzibar adının Perslerden geldiği söyleniyor. Farsça "Zangi-bar" siyahların sahili demek. 1896'da İngilizlerle olan savaş tarihin en kısa savaşı, Zanzibar 45 dakikada teslim olmuş. Queen grubunun unutulmaz solisti Freddie Mercury (Faruk Bulsara) 1946'da burada doğmuş. Tanzanya ve Zanzibar notları