23.10.2011 - 02:30 | Son Güncellenme:
Güliz Arslan/gulizarslan@gmail.com
2. Dünya Savaşı’na dair sinemada söylenebilecek sözlerin tamamının söylenip bitirildiğini düşünmeye başladığımızda Türk yapımı bir film çıktı karşımıza: “Türk Pasaportu”. Şimdiye dek hiç gün yüzüne çıkmamış belgeleri, daha önce bu konuda hiç konuşmamış tanıkları içeren bir “belgesel sinema”. Her şey yapımcı Güneş Çelikcan’ın fark ettiği bir mezarla başladı. Bir grup Türk diplomatın yüzlerce Yahudiyi Türk pasaportu vererek Nazilerin zulmünden kurtarmalarının hikayesi, öğrenci projesi olarak kalmayıp bir film haline geldi.
Filmin diğer yapımcısı Burak Arlıel’in kardeşi Bahadır Arlıel de yönetmen koltuğunda. Film “Kimsenin dininden ötürü ayrımcılığa uğramadığı, ışıklarla dolu bir ülkeye geldik”, “O günden beri cebimden Türk bayrağını hiç çıkarmadım” diyen insanların ve onları kurtaran ancak övünülecek bir şey olmadığını düşündükleri için bundan ailelerine bile bahsetmekten kaçınan diplomatların hikayesini anlatıyor. Daha önce Cannes’da paralel bir etkinlik kapsamında da gösterilen filmin yapımcıları ve yönetmeniyle altı yıl önce bütün belgelerin analiz edilmek üzere yığıldığı masanın etrafında buluştuk.
“İstanbul’a geldiklerini ışığı görünce anlamışlar”
* Araştırmalarınıza bir mezarı gördükten sonra başladığınızı biliyoruz. Her gördüğünüz mezarı araştırır mısınız?
Tabii ki hayır (gülüyor). Orada enteresan olan demiryollarının hemen yanında, tek başına duran bir mezar olmasıydı. Üzerinde ‘Behiç Erkin, Devlet Demiryolları Genel Müdürü’ yazıyordu. Bunun arkasında bir hikaye olabileceğini hissettim. Araştırmaya başladıktan sonra o dönemde görev yapan diplomatların günümüzde pek bilinmeyen çok önemli bir çalışma yürüttükleri gerçeğine ulaştım.
* Araştırma yönteminiz neydi?
Lojistik olarak zor bir projeydi. Konuyla ilgili belgeler dünyanın dört bir tarafına dağılmıştı. Almanya’da, Fransa’da, İsrail’de ve burada araştırma ekipleri kurduk. Binlerce dokümana ulaştıktan sonra burada analizlerini yaptık. Nihayetinde tanıklara ulaştık. Bulduklarımızı dünyadaki çok büyük müzelerle paylaştığımızda inanamadılar ve çok mutlu oldular. Çünkü bunlar ilk defa gün ışığına çıkan belgeler. Konuştuğumuz tanıklar da bu konuda ilk defa konuşan tanıklar.
* Bu tanıklar hikayelerini paylaşmaya istekliler miydi?
“Bize yapılan iyilikleri biz de anlatmazsak tarihe gömülecek” diyerek, bir teşekkür gibi konuşmayı kabul ettiler.
“Oğul Kent de babası gibi övünmüyor”
* Bu yardımlar nasıl başlamış?
Kimse Almanların Paris’e bu kadar girebileceğini öngörmüyormuş. Süreç yavaş yavaş gelişmiş. Türk diplomatları bütün bu süreç içinde çok aktif biçimde rol almışlar. Önce Türk Yahudilerinin yıldız takmamasını sağlamışlar. Baskı yoğunlaşınca son çare olarak; “Sizi artık burada koruyamayacağız, bir tren organize ettik, Türkiye’ye götüreceğiz” demişler.
* Türk hükümeti nasıl karşılamış bu yardımları?
Bakanlık diplomatlara ihtiyaçları olan yetkiyi vermiş. Ama ‘Ankara söylemiş, diplomatlar yapmış’ gibi bir durum yok.
* Ne kadar sürmüş yolculuk?
Savaş şartlarında yaklaşık 15 gün. Tek trenle getirilmişler. En basit insani ihtiyaçların bile çok zor karşılandığı bir yolculuk geçirmişler. Bu metaforik anlamda da reel anlamda da doğru.
* Neler yaşanmış yolculukta?
Nazilerin esiri olarak yollarda çalıştırılan işçi Yahudiler, Türkiye’ye giden trendekileri görünce “İstanbul mu, İstanbul mu?” derlermiş. Yani “İstanbul değil mi? Kurtuldunuz” anlamında. Türkiye’ye geldiklerinde “İstanbul’a geldiğimizi ışığı görünce anladık çünkü bütün Avrupa kapkaranlıktı” demişler.
* Muhtar Kent’in babası da sözü edilen diplomatlardan biri. Projeyi ona nasıl ulaştırdınız?
Çok sevdiğim bir büyüğüm aracılığıyla açtım. Türkiye’ye geldi, röportajını yaptık. Her anlamda bize destek oldu. O da babası gibi bu durumla övünen biri değil. Dolayısıyla bu misyonu biz üstlenmiş gibi olduk.
* Hangi hikaye etkiledi sizi?
Yahudi tren şeflerinden biri bir gün eve gelip “Nasıl olsa öleceğiz, gelin bu trene binelim” demiş. Türkiye’ye geldikten sonra ölüm yatağında çocuklarını çağırıp “Hayatınız boyunca sizi kurtaranın Türkler olduğunu unutmayın”
deyip asker selamı vermiş ve ölmüş. Bu dinlediğim en etkileyici hikayelerden.