Pazar "Kınalı Kuzum, Mithat Can'a doğum günü hediyemdi"

"Kınalı Kuzum, Mithat Can'a doğum günü hediyemdi"

14.01.2007 - 00:00 | Son Güncellenme:

Milliyet Gazetesi Başyazarı Güneri Cıvaoğlu bugün Kanal D'deki "Şeffaf Oda" adlı programda Türk pop müziğinin kraliçesi Sezen Aksu'yu konuk ediyor

Kınalı Kuzum, Mithat Cana doğum günü hediyemdi

Bir büyük buluşma... 400 şarkı, yılın kadın sanatçısı ödülü, 20 milyon satan albümleri, 100'ü aşkın farklı yorumcu tarafından seslendirilen yapıtları, müziğe kazandırdığı yetenekler, 20'den fazla ülkede 1500'ün üzerinde konser, şiir kitabı, edebiyat, resim, tiyatro, sosyal sorumluluk projeleri...Bu kadar büyük bir yelpazeyi şu kısacık ömre nasıl açabildi, nasıl sığdırabildi? "Abartıyorsun Güneri" diyecek ama o gerçekten bir mucize. Tanrı bazı seçilmiş kullarını yeryüzüne öperek gönderirmiş. Örneğin futbolcuların ayaklarını, virtüözlerin, ressamların ellerini, atletlerin bacaklarını... Sezen'in de herhalde bu güzel sesi için boğazını, insanlığı için kalbini, bu müthiş kişiliğin cesaretin, üretkenliğin oluşması için de başını öpmüş. Sezen Aksu minik bir kuş kadar sevimli ama kişiliği ve sanatıyla sıradağlar kadar yüce. Tüm şarkılarıyla bizden biri ama hiçbirimiz gibi değil. Sanki bir gezegen. Onun etrafında biz milyonlar dönüp duruyoruz yıllardır. O da notalarının olağanüstü çekim gücüyle bizi sımsıkı tutuyor, uzayın yalnızlığına bırakmıyor. Her kulu hissediyordur. Yani kendim için ayrıcalıklı bir öpücük olup olmadığını hakikaten kestiremiyorum. Çünkü herkes doğduğu andan itibaren kendiyle beraber ve kendine alışıyor. Ama çok özel bir yaşamım olduğunu ve çok fazla ödül olduğunun farkındayım tabii. Sezen önce Tanrı'nın öpücüğüyle başlayalım. Hissediyor musun onu? Evet. Benim işimi yapan insanların ya da yakınında dolaşan insanların, yani yazı, müzik, söz üreten insanların çoğunda böyle bir durum tespitine rastladım. Bazı anlar var, gerçekten öyle. İnsan kendinin seyircisi oluyor yaptığı şeyin. Hatta şöyle hissederim ben, genellikle o anlar çok ilginçtir. Gerçekten gizli bir ortak bilgiyi hatırlamak gibi aslında. Bazıları kaleme dökebilir, bazıları şarkıya... Yani biraz katip görevi yapar gibi hissediyorum kendimi. Ama bir kanal var diyorsun. Yazarken, söz yazarken, müzik yazarken... Evet yani. Geliyor diyorsun yani? Vallahi bilmiyorum ki. Nereni öptü? Gırtlağını mı öptü en çok? Vallahi her kadın bunun için emek sarf ediyor. Çünkü biliyorsun, beden ruha ihanet ediyor zaman geçtikçe. O yüzden eskiden, özellikle gençlik yıllarımda dalga geçtiğim şeylere şimdi ben de önem veriyorum. Mümkün olduğu kadar gözü, gönlü, kalbi okşamaya gayret ediyorum. Kendime bakıyorum, dikkat ediyorum. Spor yapıyorum. Sağlıklı besleniyorum ama neticede tabii ki doğanın dengesine de çok fazla karşı durulmaz. Ama efendilik sınırları içinde bu süreci yaşamayı hayal ediyorum tabii ki. Bir de olanca güzelliğinle buradasın. Sen gittikçe daha güzel oluyorsun. "Çok erken konuşmuşum" Aslında farkına varmak gibi değildi, yani kendiliğinden oraya doğru akıyordum. Bu sanat aşkının, müzik aşkının ilk ne zaman farkına vardın? Dokuz aylıkken. 8 yaşında çıkarmışsın masaya, oynarmışsın, şarkı söylermişsin... Çok erken konuşmuşum ve yürümüşüm ben. Hatta senelerce bunu bir ayrıcalık, bir zeka göstergesi, bir farklılık gibi algıladım. Sonra kardeşim dört yaşında konuştu ama IQ'su bana basınca ben anladım ki bu çok özel bir durum değil. Ama sekiz aylıkken çok özel bir anım var. Sarayköy'de oturuyoruz. O zaman babam ortaokulda müdür. Annem de öğretmen. Annemin yün yumaklarından göğüs yapmışım kendime ve bir yaşıma kadar benim saçlarım yok. Nasıl oluyor dokuz aylıkken? Zannediyorum mal müdürü o an evde olan kişi. Yanlış söylüyor olabilirim. Ama altı bağlı bir bebek düşün, kafası da kel, yamyam gibi, bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir bebek... Annemin yün yumaklarıyla gelmişim, fenalık geçirmiş adam. Dokuz aylıktan itibaren de "Tini Mini Hanım"ı, ilk şarkımı söylemeye başlamışım. Masanın üstüne çıkıp oynadığım... Annem şöyle anlatıyor: "Ben hep baskı altındaydım ve kontrollü olmak zorundaydım, o yüzden seni özgür bırakmak istedim ama ipin ucunu kaçırmışım." Sekiz aylıkken yapmışsın bunu. Sekiz-dokuz yaş değil, o biraz daha sonra. O zaman çok meraklıyım dans etmeye, şarkı söylemeye. Bu aslında enerjisini akıtacak doğru kanal bulana kadar herkesin yaşadığı taşkınlık dönemi. Benim 18 yaşına kadar sürdü. Bir tane naylon torbam vardı. İçinde dansöz elbiseleri... O zaman plaklar var, "Azize" 45'liği var. Mahallede gün filan olduğu zaman hemen haber veriyorlar. "Sezen koş" diye... Özellikle Pakize Suda "Çabuk koş, evde misafirler var" diyor. Ben hemen kendimi toparlayıp torbamı aldığım ve elbiselerimi giydiğim gibi "Azize"yle... Sekiz-dokuz yaşında da masaların üzerinde oynamaya başlamışsın. Neydi o zaman, "Azize" miydi? "Troleybüste şarkı söyledik, biletçi ceza aldı" İzmir'de, o zamanlar bizim oturduğumuz yerle Konak arasında da bir troleybüs vardı. Kız lisesinin önünde iniyorduk biz. Çocukluk ve taşkınlık çağları. Troleybüste şarkılar söylüyoruz, türküler söylüyoruz. Arkadaşlarım ve ben öyle bir noktaya geldik ki bir süre sonra troleybüsü kullanan sürücü ve biletçi duraklardan kimseyi almamaya başladı. Bir de galiba bir troleybüs meselen var. Troleybüse binip İzmir'de bir uçtan bir uca şarkı söylermişsin. Çakkıdı çakkıdı oynuyoruz. Bu çakkıdı belki de oralardan geliyor. İnsanlar bekliyor, o troleybüs direkt okulun önüne gidiyor, okulun önünden geri dönüyor. Şenlik yapıyorsunuz. Tabii tabii ve ne yaptığımızın da farkında değiliz. İşte çocuk aklı, sonra onlar ceza aldılar. Boş gidiyor, boş geliyor. Sen oynuyorsun. Biletçi var, arkadaşların var. Bir de şoför... Benim yüzümden. Ben çok üzüldüm. Primlerinden kesildi, maaşlarından kesildi. Bir süre görevlerinden uzaklaştırıldılar. Seneler sonra İzmir Fuarı'nda program yapıyoruz. Meral Okay geldi içeriye, "Ya Sezen" dedi, "dışarıda yaşlı bir amca var. Ben Sezen Aksu'nun biletçi amcasıyım" dedi. Adını hâlâ bilmiyorum, biletçi amca olarak kaldı o. "Çabuk çağır içeriye" dedim. Biletçi amca bütün çoluğu çocuğu almış gelmiş. Biz birbirimize sarıldık filan. Ben dedim ki "O kadar üzüldüm ki size, ceza aldınız, primlerinizden kesildi diye". "Boş ver hiç kimse bizim kadar eğlenmemiştir" dedi. Yok canım. "Türkiye'deki bütün üniversiteleri kazandım" İşte böyle taşkın duyguları olan genç biri enerjisini boşaltacağı asıl alanı bulana kadar oradan oraya savruluyor. Çok savrulan bir çocuktum. Tiyatro kurslarına gidiyordum. Haluk Bilginer arkadaşımdı. Resim kurslarına gidiyordum. Türk müziği kurslarına gidiyordum. Folklor derslerine gidiyordum... Sonra biraz daha büyüyorsun. Ziraat fakültesine giriş var. O nereden çıktı? Yani sen bu kadar müziğin içindesin. Resim yapıyorsun... Tabii bununla ilgileniyordum. Babam olağanüstü bir insandır gerçekten. Ama o da kendi değerleri doğrultusunda... Onun ölçülerine göre şarkı söylemek, sahneye çıkmak filan mümkün değil yani. Ben yine de debeleniyorum. Siyasal bilgiler, basın yayın istiyordum. Türkiye'deki neredeyse bütün üniversiteleri kazandım. Şöyle kazandım; önüme bir tane gözlüklü düştü imtihanda. Ben normal okulda, ortaokulda, lisede hiç kopya çekmedim. Üniversite imtihanında ondan baktım.Tabii çok savrulan bir çocuk olduğum için babam bana çok güvenmiyordu. Bir hafta filan gözlerini tavana dikip yattı. Öğrenci olaylarına karışırım diye düşünüyor. Ankara'ya gideceğim çünkü. Onun üzüntüsü de beni çok etkiledi. Üst katta Sema diye arkadaşım var. Baktı ki babam çok ziyan etti kendini, "Ziraat fakültesine gireriz, beraber gider geliriz" dedi. Ben mecburen razı oldum ziraat fakültesine. Zaten daha çok şarkı söylemek için, bir de evlenmek için kullandım okulu. Hep sanat boyutu, sonra birdenbire ziraat... Evet, evlendim, zooloji asistanıyla. Soyadını taşıdığım Ali Engin Aksu ile. Orada bir de evlendin değil mi? "Hepimiz çok temizdik" Ya herkes devrimci de ben biraz tuhaf bir şeydim. Orada da senin bir devrimcilik dönemin var, bol bol okuyorsun. Evet ve çok da eleştiren bir genciz. Biz Engin'le evlendiğimiz zaman kayınpederim rahmetli Yavuz Aksu bunu çok istemedi. İkimiz de çok küçüğüz. Böyle bir evliliğe rıza göstermek istemediler. Birlikte çıkıyoruz her gün evden. Görümcelerim Feride, Cemile, Engin, kayınpederim, ben hep birlikte asansöre biniyoruz. Yavuz Aksu başka taraflara bakıyor. Çünkü sabah 7.30'da takma kirpiklerimi takmışım. Buradan buraya kadar kafamda şapkalar... Yani bir şekilde dikkat çekmeye çalışıyorum. Ben kendime o sıralar normal geliyorum. Bir yandan da okuyorum. Yani görüntünle pek fazla uyuşmayan bir entelektüel. Evet, o zaman herkes ne yapıyorsa ben de onları yapıyorum. Fakat bir yandan da makyajımdan, süsümden püsümden fedakarlık edemiyorum. "Kapital"i filan okuyorsun... 12 Mart sonrasıydı. Zaten Türkiye'nin depolitize olduğu bir dönemdi. Yeniden öğrenci hareketlerinin yavaş yavaş başladığı bir süreçti. Kantinlerde konuşuyorduk ama çok temizdik. Hepimiz çok temizdik. Çok inanıyorduk. Ben de herhalde onların arasında tek makyajlı, takma kirpikli, şapkalı kızdım. Çok tuhaf bir kız gibi görünüyordum. Hatice diye çok sevgili bir arkadaşım vardı. Yıllar sonra bir mektup yazdı ve beni çok etkiledi o mektup. "O zamanlar anlayamıyorduk. Çok fazla kaçıyordu yaptığın her şey, hatta bizi mahcup ediyordu senin ölçüsüzlüğün ama biz seni şimdi anlamaya başladık" diye yazmıştı, benim de içimi rahat ettirmişti o mektup. Ama eylemlere girmedin pek. "Bütün şarkılar hayattan çıkıyor" Evet, yani günlük hayatın, okulun, özel hayatımda çok erken karşılaştığım hüzünlerin bir toplamıdır. Hep merak ederler 19 yaşında, 18 yaşında böyle bir şarkı niye yazılmıştır diye ama hayattan çıkıyor bütün şarkılar. Zaten gençliğin o yılları için yazdığın, artık simge haline gelen bir şarkı var: "Kaybolan Yıllar". Pek çok kişi için yazıldı o. Çok seviniyorum bunları duyunca. 30 yıl bütün nesillerin en sevdiği şarkılardan biridir o. Hepimiz bunu zaman zaman böyle içimizde hissetmişizdir. Şimdi kaybolmayan yılları yazacağım inşallah. İçimiz sızlamıştır. Tabii İstanbul'da bir şoför hikayem var. Biletçi amca gibi. Anlatayım mı? Bu arada İstanbul'a geliyorsun ve ilk plağını çıkarıyorsun galiba. 45'lik değil mi? Aç kaldık Nilgün'le ikimiz. Adam bizi evine götürdü. Sabahattin amca. Sokaklarda süründük, o da bizi eve götürdü. Bunu "Aynalar"da anlatmıştım. Seneler sonra buldum onu. Anlat. İzmir'de Melodi Plak'ın şubesi vardı. Şubesi mi denir artık neyse. Orada benim de Tunç Yener ve Ahmet Şenyüz diye iki arkadaşım vardı. "Biz kayıt yapalım ve gönderelim" dedik. Melodi Plak ilgilendi. Yeşil Giresunlu ilk prodüktörüm benim. Doruk Onatkut da ilk düzenlemelerimi yaptı. Bizi çağırdılar. İşte beğenmişler filan. Bir de 45'lik yaptık. O 45'likte hiçbir şey olmadı. Ben de böyle çok fazla şey olacak diye hayal ediyordum. Ama hayal kırıklığı çok iyi oluyor insan için. Yani bir şekilde büyütüyor insanı. Bir sürü şeyi fark etmesine neden oluyor. Bir sene filan okula devam ettim İzmir'de. Sonra telefon açtım. Atilla Özdemiroğlu ile Şanar Yurdatapan'ın telefonunu buldum. O ilk hayal kırıklığından sonra şartları zorlamaya başladım. İstanbul'la ilişkiler kurdum. İşte çocukluk arkadaşım Nilgün burada biomedikal tıp mühendisi oldu, ben şarkıcı oldum.İstanbul'da Unkapanı'ndaki plakçıları dolaştık. Bütün plakçılara girip şarkılarımı söylüyordum. Sözlerimi söylüyordum. Hatta çok şeker bir anım var. Kuzenim Firuzan İstanbul'da onu evde bulamadık. Yol iz bilmiyoruz. Dolaşıyoruz. 75 lira da paramız var. Yani sen geldin, paranız mı yok? Ne oldu? Sezen Seley hikayesi Evet, kızdım tabii ki. Çünkü bir geldi 45'lik İzmir'e, Sezen Seley yazıyor. "Bu ne?" dedim. Telefon açtım. "İşte böyle çok güzel tınıyor, şarkıcı isimleri böyle yapılır" filan dediler. "Bunu hemen değiştiriyorsunuz" dedim. Tabii bir tane kıytırık, İzmir'den tanınmayan bir kız böyle bir ısrarda bulununca ne yapsınlar? Bütün kapakları yeniden basmak da masraflı. O 45'liklerde üzerini boyamışlar, siyah bir bantla üzerine Aksu yazmışlar ama alttan Seley görünüyor. Ama olsun, onu yaptırınca çok rahat ettim. Bir tuhafıma gitti çünkü birdenbire bambaşka biri. O ilk 45'liğine günün modasına uygun olarak senin Aksu soyadın yerine Seley diye bir soyadı vermişler. Pek fazla süksesi olmamış o şarkının. Ama sen kızmışın, neden benim ismimi böyle yapıyorsunuz diye. Aksu yaptırtmışsın. Herkesin ruhunda vardır da ben çok bastırabilenlerden değildim. Özellikle o yıllarda gözüm dönünce öyle bir ayağa kalkmam vardı... Düzelttirdim yani. İsyan damarlarında var. Aşk tabii insanı çok değiştiren bir şey, insan hiç kendine benzemez bir hale gelebiliyor. Ben biraz çocuğun insan evladına duyduğu sevgiyle de yakın bulurum. Karşılıksız, çok beklentisiz, insanın gözüne perde indiren bir şeydir. Kronolojide ileriye atlıyorum. İstanbul'a yerleştin, çok ünlüsün. Elinde tabancayla Onno'yu kovalayışını bir anlatsana. "Ailece iyi at bineriz" Bizim aramızda da tabii ki hakikaten çok fazla tarif edilemeyecek bir şey vardı. Şimdi ben o güne geleyim... Dünyanın en kibar insanıydı Onno, hatta dıydı diyemeyeceğim, di'li geçmiş zaman ona hiç yakışmıyor. Çok kibardı. Fakat artık soğukkanlılığını nasıl kaybettiyse aramızdaki tartışmanın şiddetiyle... 12 saat süren bir tartışma sonudur bu. Ağlaya ağlaya gözlerim kapandı böyle. Sonra iki-üç gün patates püreleri yaptım gözlerimin şişleri insin diye. Levent'te oturuyoruz o zamanlar. Oralar bugünkü kadar emniyetli değil, korkuyorum. Çok sevgili bir arkadaşım "Bu evde bulunsun, korkutursun" diye bir tabanca verdi. Ama içi boş. Yani kurşunlar ayrı bir yerde, tabanca ayrı bir yerde duruyor. Zaten damardan aşk diyorlar senin şarkıların için. Bizim bütün aile çiftlikte büyüdük, hepimiz iyi silah kullanırız. Ama sen iyi de silah kullanıyorsun. Hayır, babam Karadenizli. Ama anne tarafım Selanik'ten gelme. Bütün kuzenler, bütün aile, hepimiz iyi silah kullanırız. İyi at bineriz, annem de çok iyi at biner, rahmetli anneannem de. Baban Çerkez, değil mi? Tabii canım. Tekrar İstanbul'da at binmeye başladığımda annem telefon açtı. Rasputin diye bir atım vardı. Hadım edilmiş ama yine de annem telefon açtı. "Aygır aygırdır. Kesilse de dişi görünce kudurur, dikkat et" dedi. "Kazara gaza gelirse saçlarına yapışacaksın" diye bana ders verdi. At mı biniyorsun? Bütün orkestra Bursa'da poligona gitmiştik. Herkes atış talimi falan yapıyor. Bizim davulcu Cezmi bana "Kraliçem gel sana da öğreteyim" dedi. "Bu tüfek" dedi. "Gez, göz, arpacık" dedi. "Dikkat et, tüfek tepmesin" dedi. Haberi yok benim nasıl bir çocukluk yaşadığımdan. Ben gecenin o saatinde hedefleri vurunca bütün orkestra yeşile döndü. Zaten o gece ben tabancayı alıp da "Sen ne ediyorsun?" diye Onno'nun arkasından koşunca... Bazı aygırların saçları vardır, bazılarının yoktur. Saçına yapışamadığın zaman silaha yapışıyorsun... Silahı çektim ama o da poligondaki hikayeyi unutmamış. Benim nasıl nişan aldığımı, yani hedefi vurduğumu... Böyle zikzak yaparak kaçıyor. Silahı çektin, arkasından gidiyorsun... "Halıları tırmalaya tırmalaya ağladım" Tabii çok gençtik ikimiz de. Gerçekten tanıdığım en temiz insanlardan biri. Kadın-erkek ilişkileri de insanı kendine benzemeyen insan haline getiriyor. Hiç istemedim Sinan'dan ayrılmayı. Hakikaten böyle halıları falan tırmalaya tırmalaya ağladım. Mithat Can da çok küçük, daha bir yaşında bile değil. Uluya uluya öyle ağladım. O da bana "Ben Sezen Aksu'nun kocası olacak bir adam değilim. Benim şahsiyetim, kişiliğim var" dedi. Şimdi de "Biliyor musun, Sezen Aksu'nun eski kocası geçiyor diyorlar" diyor. Benim de arkadaşım olan Sinan'ın (Özer) da karısı oldun... Hâlâ da çok derin bir bağlılığımız var. Eşi de çok sevgili arkadaşım, yani kocaman bir aile olduk. Dışarıdan bir fantezi gibi görünüyor. Tipik Sinan. Ne güzel gülerdi Sinan. Sinan çok güzel gitar çalar. Çok da tatlı bir sesi vardır. Şarkı söyler evde. Gerçi o Boğaziçi'nden mezun, Amerikan şarkıları söylüyor. Bir ara bir baktım böyle bir makamlarda falan dolaşıyor. Dedim ki "Dur, benim aklıma bir melodi geldi". "İkinci Bahar" öyle çıktı. Mithat Can herhalde 45 günlük falan. Biz bunu yazdık. Daha doğrusu ben yazdım, o beni gaza getirdi. Motive etti. Sonra şarkının aranjmanı bitti, TRT'ye gönderdik. Müstehcen buldu TRT. Allah Allah dedim. Neden müstehcen? Ben Mithat Can'ı düşünerek yazdım sözleri ama nereden bilecekler benim oğlumla ilgili o sırada ne hissettiğimi? Bir tane lohusa kadın çocuğuyla ilgili ne hissediyor? Orada yarattığı algı farklı. Bazen öyle şeyler olabiliyor. Yani herkese göre değişebiliyor. Ve hayatının en büyük Tanrı hediyesini alıyorsun. Mithat Can doğuyor. "İkinci Bahar"ı onun için yazdın. "Kınalı Kuzum"u zaten ona doğum günü hediyesi olarak yazdım. Ama perişan oldu çocukcağız. Yani ben hiç öyle olacağını düşünmemiştim. "Odama gel, sana bir hediyem var" dedim, CD'yi dinlettim. Laciverttir Mithat Can'ın gözleri. Lacivert lacivert yaşlar gözünden palyaço gibi fışkırıyordu. "Ya Mitoş ben seni üzmek istemiyordum. Ne yaptım?" dedim. "Yok yok, iyi bir şey anne" dedi. Tabii ki etkilendi. Sonra kendimi onun yerine koyunca anladım çocuğun başına geleni. Mithat Can 'ın doğum gününde de çalıyor musunuz bu şarkıyı? Annelerin çoğu doğurduktan sonra bütün çocukları kendileri doğurdu zannetmeye başlıyor. Bende biraz daha da fazla var bu duygu. Zaten bu şarkı çocuklardan daha çok anneleri için. Ne kınalı kuzular var... Yaşamlarını bir hiç uğruna yitiren fidan gibi gençler, çocuklar... "Çok fazla ödüllendiriliyoruz" Aslında bu öyle özel bir şeyler düşünülerek yazılmış değil. Zülfü Livaneli'nin bestesidir bu. Sözlerini birlikte yazdık. Bence bir tek şarkı bir tek olaya ait olmuyor. Genelde bütün hayatımızdan, yaşadıklarımızdan akıp gelen şeyler birleşiyor. Üstelik iki kişinin ortak duygularının birleştiği bir andı o. Baştan başladık yazmaya, bitti. Şarkı üstünde hani düşünüp buraya da bir kelime mi koyalım olmuştur da yani çok azdır. Öyle tahmin ediyorum. Birdenbire başladı ve bitti. Zaten çok güzeldi Zülfü'nün bestesi. İç sesin birleştiği anlardan biriydi o. Şarkının gücü de muhtemelen şarkının içtenliğinden geliyor. İkimizin hayatında da önemli bir yeri oldu. Yılmaz Erdoğan çok güzel bir laf söylemiş: "Sezen aşık olur, sonra ayrılır, onun her ayrılığı bize muhteşem şarkılar, ölümsüz şarkılar kazandırır." Mesela "Belalım"ı yazarken neler düşünmüştün? Ama bu kelimeye nasıl kızmayayım? İstanbul'a gelişinden itibaren yeni evlilikler, ayrılmalar, tekrar beraber olmalar var. Benim de arkadaşım olan sevgili Sinan'la evlendin ama bu arada altın plaklar alıyorsun, müthiş satış rekorları... Yani kızma, "Sezen efsanesi" almış başını gidiyor. Hayır, kaybolmak değil, şunu söylemek istiyorum. Bu kadar ayrı bir yere koymak gerçekten doğru değil. Ben de diğer insanlar gibi işini yapan biriyim. Tabii ki çok coşkulu anlarının ortaklığını yaptığımdan dolayı alışkanlıklar var. Bu doğru bir şeymiş gibi görünüyor ama bu kadar ayrı, özel bir yere konacak bir durum hakikaten yok. Hep kaybolmak istiyorsun. Biz yaptığımız işten dolayı, işin genel konsepti ve kurallarından dolayı kendimiz birebir tepki alabilme şansına sahibiz. Şarkıyı söylüyorsun, karşılığı geliyor. Dolayısıyla bu kadar öne çıkmanın sebebi zannediyorum ki bundan dolayı. Bu gerçekten şans ama farklı bir yere konmak için yeterli değil benim için. Mesela ben tıpla, cerrahlarla ilgili acayip bir heyecan duyuyorum. Orada olup biten şey gerçek, yani bir insana yeniden hayat vermek. Zaten o yüzden kendilerini Allah zannedermiş ya cerrahlar. İzmir'de bir cerrah arkadaşım "Allah'la cerrah arasındaki fark nedir?" dedi. Bilmiyorum dedim. "Allah kendini Allah zannetmezmiş" dedi.Şimdi tanıklar huzurunda yaşayan insanlar olarak çok fazla ödüllendiriliyoruz. Çok fazla göz önündeyiz. Yani şunu söylemek istiyorum: Kamuoyu önünde bu kadar çok göz önünde olup her yaptığı bu kadar ilgi gören, beğenilen insanların işinin de aslında hayatın bütünündeki diğer şeylerden çok fazla ayrılmaması gerekir.Yapılan üretim ve hayata kattığı değerle ilgilenmek, onu yapan insanların üzerinde bu kadar yoğunlaşıp onlara lüzumundan fazla anlam yüklemekle ilgili kişisel sıkıntım var. Bana fazla geliyor, olması gerektiği kadar olsun diyorum. n Ben Edith Piaf gibi görüyorum seni. Ufak tefek oluşunuz, ses, müzik tutkusu, cesur aşklar, ayrılık acıları, yaşam deneyimleri... Bunlar bir araya geldiği zaman... O kişilikle birlikte bütünleşiyor. Burada müziğin kadar kişiliğinin de bir rolü olduğunu bilmen lazım.