08.12.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:
Önümüzdeki hafta (13-20 Aralık arası) başlayacak TÜRSAK (Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı) Sinema Festivali gene "sinema ve tarih" konusuna ayrıldı. Festivalin mesajını Bertrand Tavernier’nin kaleme alacağı söyleniyor. Açılışta Costa-Gavras bulunacak, "Amen" ve "Magdalena Sisters" filmi seyredilecek. Şunun üzerinde ısrarla duruyorum: Keşke bu yılki mesajı Istvan Szabo gibi bir sinema adamı, tarihi filmlerin bilge ve bilgin üstadı kaleme alsaydı. TÜRSAK’ın Türk sinemasının eksik bir yanını uluslararası festivaller yoluyla tamamlama yönünde başarıyla ilerlediğini söylemek gerekir. Türk sinemasını tanıtmanın bir yolu bu; ama asıl sinemamızın niteliğinin yükselmesi bu gibi uluslararası faaliyetlerle mümkün olur.
Sinema ilk gününden beri tarihi kullandı; ama fantezi için, günün rengi ve atmosferinden kaçmak isteyen seyirciyi tutmak için... Sesli film dünyasına adım attığımız ilk yıllarda tarihle güne mesaj vermek Sergei Eisenstein’a mahsustur. Sessiz dünyanın "Potemkin Zırhlısı"ndan sonra, sesli film dünyasında "Aleksandr Nevski" ve "Müthiş Ivan" yeni bir tarih yorumu olmanın ötesinde, harbin eşiğinde Rusya’ya yeni bir milliyetçilik aşılıyordu. Bu tip milliyetçilik İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başka sosyalist ülkelerde de görüldü. Ama bu asrı sinemasıyla asıl tahrip eden Dr. Goebbels’in ideolojisiydi. Tarih ve sinema birlikte müthiş bir silah oluşturuyordu. Akademik tarihçiliğin sahip olamayacağı bir silahtı bu... Lenin ve Troçki sinemanın en önemli çağdaş sanat olduğunu söylemişlerdi ama sinemayı propaganda mekanizmasının en tahripkar silahı olarak kullananlar Naziler oldu.
Bir çizgide buluştular
Bir süre tarihi filmler Hollywood tekrarı ve hafifliği içinde gitti. 1960’lı yılların başında 25 milyon dolar gibi inanılmaz meblağa çevrilen "Kleopatra" bu dönemin doruk eseriydi; doğrusu doruk çok cazip değildi. Derken piyasayı genç yönetmenler devraldı; ABD ve Avrupa piyasasının alıştığı ürünler değildi bunlar... Başka yerlerden esen rüzgarlardı ve propaganda da yapmıyorlardı. İnsanı tarihi içinde sorguluyorlardı. Macaristan’da Szabo ve Fabbri, Polonya’da Wajda, İtalya’da Passolini ve hatta Fellini... Tarihin gerçeği adeta akademik doğrulukla ekrana yansıdı; dekoru, jestleri, oyunuyla. Bu aşırı gerçekçilik Rossellini’de daha belirgin hal aldı. Seyirci tarih sevmeye, doğru tarih öğrenmeye başladı. Lucien Febvre, Braudel gibi tarihçilerin ekolü, hem Batı Avrupa’da hem de Doğu ve Orta Avrupa’da sahneye yansıyordu. İşin garibi, rejisörün tanıdığı ve hazmettiği Braudel’e henüz Fransa, hele Almanya’nın akademik çevreleri hiç yüz vermiyordu. Giderek aydınlar, yani akademik tarihçi ve rejisörler sahnede buluştu; ne ideoloji ne siyasi coğrafya onların bir çizgide buluşmalarını önleyebilirdi.
Sinema, tarihi malzeme olarak başka bir amaca hizmet etmek için kullanmayı bıraktı. Bizatihi tarihi yorumlamak, hatta sanatkarane yorumlamak için gayrete geldi. Hayatında yurtdışına sınırlı olarak çıkan Macar rejisör Istvan Szabo sanki imparatorluk Viyana’sında yaşamışçasına o atmosferi yansıttı. Belli ki okumuş, büyük açlıkla okuyup öğrenmiş hatta sözlü tarih yapmıştı. Bilgili ve deha sahibi bir yorumcudur. İki dünya savaşı arası Almanya’yı da öylesine özümsemişti ki; sanırsınız Weimar Cumhuriyeti’nin burjuvaları arasında ömrünü geçirmiş. Passolini tarihi filmlerden Hollywood dekorculuğunu attı. Zamanında Ortaçağ’ı çok az tarihçi onun kadar kavramıştır. Andrej Wajda ülkesinin tarihini, tarihçilerle aşık atacak kadar yeniden yorumlayabiliyor. Bunlar tarihçi değil; ama tarihi iyi bilen sinema adamlarıdır. Bu tiplerin Batı Avrupa’da da pek eşine rastlanmıyor hele Amerika’da hiç olamaz, demek ki şartlar da sanatçıyı zorluyor.
Geleceğin tarihçiliğini etkileyecek
Sinema, tarihin yansımasını iyi yakaladı. Dünyada ve ülkemizde en çok göze batan rejisörler, genç yetenekler tarihi resimliyor, yeniden yorumluyor. Tarih bilgisini her zaman yerinde kullanamıyorlar, basitliğe düştükleri de oluyor; ama bu geçicidir. Bir yerde haklı ve kaçınılmaz olarak sinema geleceğin tarihçiliğini de etkileyecektir. Mamafih Tarkovsky’nin "Andrei Rublev"i yaratması gibi saygın ve masum olmayan yaratılar da olabilir. Kuşkusuz sinemanın saptırılmış tarihi yorum için kullanılma tehlikesi var; biçimsiz örnekleri çok görülüyor; beşeriyetin duygusallığı ve mantık dışı davranışı sinemaya da yansıyacaktır; ama gerçeği savunmak da bu sanatın elinde. 1970’lerin başarılı tarihi sineması ileride saptırmalara da konu olabilir, doğruları göstermeye de...
Galiba insanların sinemanın dışındaki araçlarla, okul ve kitaplardan tarih öğrenmelerinin her zamankinden daha gerekli olduğu bir döneme giriyoruz. TÜRSAK’ın aralık ayındaki festivallerinin birkaç yıldır tarihi sinema üzerinde yoğunlaşmasının önemli bir başlangıç olduğu açıktır. Özellikle bu festival Türkiye’de ve komşu ülkelerdeki önemli tarihi film örneklerini teşvik edecekse işlev görecektir. Ama dünya sinemasındaki örnekleri seyircimize tanıtması da yeter. Nihayet Türk sineması da kayda değer ürünler çıkarmaya başladı. Festivalin ev sahibi olmaya değer bir ülkeyiz.