16.03.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:
Marco Ferreri’nin "Büyük Tıkınma" filmini anımsar mısınız, diye sormayacağım. Sözüm bu filmi görmeyenler içindir çünkü görenlerin unutması mümkün değil. Marcello Mastroianni ve Philippe Noiret’nin de rol aldığı bir İtalyan/Fransız prodüksiyonudur "Büyük Tıkınma". Zaten yemeğe odaklanan filmler yapmak, salt bu iki millete ait bir lükstür. Bir şaheser olan Marco Ferreri’nin filmi "tıkınarak intihar" temasını işler. Yaşamda erişebilecekleri en üst makamlara ulaşan ve uğrunda verecek mücadeleleri kalmayan bir avuç ruhu soylu arkadaşın, çatlayıncaya kadar yiyerek vardıkları ölüm sürecini anlatır. Yiyerek ölmek zaman alır. Çünkü muazzam bir irade gerekir tıkınmaya devam için. Sonunda hepsi tek tek çatlarlar.
Aşçıbaşıların kabusu
Gerçekten yemek yiyerek intihar edilebilir mi, sanmıyorum. Ama Fransa, tarihte yiyenlerin olmasa da pişirenlerin, yemek uğruna intihar ettikleri belki de tek ülke. 1671 yılında, hizmetinde çalıştığı Conde prensi, Fransa Kralı 14. Louis’yi ağırlarken, ısmarladığı balıklar zamanında gelmedi diye intihar eden François Vatel, onurunu kanla temizleyen ilk aşçıbaşıydı. Zaten hayatı da sinemaya aktarıldı ve Vatel’i Gerard Depardieu oynadı. Onun da bağcılık ve şarapçılığa soyunduğu düşünülürse, tüm başarılı Fransızların son demlerini gırtlak ve mutfağa adadıklarını söylemek aşırı sayılmaz.
Yalnız Bodrum’a değil, Edirne’den Ardahan’a yolcu taşıyan otobüslere bile "beş yıldız" dağıtan cennet ülkemizde inanılması pek güç olsa da; gastronomi krallığı Fransa’da, dünyanın en sofistike, en lüks ve pahalı restoranlarına -sayıları onu geçmez- en fazla üç yıldız verilir ve her yıl, bir yıldızlının bir yıldızı, ikilinin ikiyi, üçlünün üçü hak edip etmediğine bakılır. Sonuca göre ya kalır yıldız ya da düşer. Ve dünyanın en büyük aşçıbaşlarının korkulu rüyası, Vatel’in torunlarına yıldız kabusu gördüren iki otorite vardır: Bir numarada Michelin, iki numarada Gault et Millaud rehberleri.
Artık kral yok, demokrasi var, Fransa tarihteki ikinci büyük şefini, hem de ikinci derecede önemli bir gastronomi rehberi Gault et Millaud’ya verdi. Bu rehberin yıldızlamasında iki puan düşerek üç yıldızından birini yitiren Bernard Loiseau, çok sevdiği eşine ve küçük yaşta iki çocuğunun varlığına rağmen av tüfeğiyle intihar etti. 1671’de Vatel, kapıya dayadığı kılıcını önce yüreğine, ardından midesine, üçüncü atlayışta karnına daldırarak öldürmüştü kendini. 2003’te Loiseau tüfeğin namlusunu ağzına sokup tetiği çekerek.
Mide kardeşliği daha mı kadirşinas oluyor nedir, Fransız aşçıbaşıları birbirlerini sever ve kollarlar. Bernard Loiseau’nun intiharından sonra, dünyanın bir numaralı aşçısı sayılan ve merhumun en yakın arkadaşı Paul Bocuse, çok ağır sözcüklerle Gault et Millaud rehberinin züppe mutfak müfettişlerini suçladı.
Ancak naçiz yazarınız şahsen, Bernard "Kuş"un (çünkü Loiseau, kuş demek Fransızcada) bir yıldız iki puan kaybından çok, La Fontaine’in "öküz olmak isteyen kurbağa" sendromundan dolayı ölümü seçtiğini düşünüyor.
Bernard Loiseau mutfağa ilk kez 17 yaşında ve dünyaca ünlü Troisgros restoranında girmişti. Üç yıl boyunca bulaşıkçı ve aşçı yamağı olarak çalıştığı "mutfak okul"undan ayrılırken, restoranın sahibi Michel Troisgros, "Bir gün senden aşçı olursa, benden de papaz olur!" diye uğurlamıştı kendisini.
1991 yılında "Grand Chef" fotoğrafı New York Times’ın birinci sayfasında yayımlandığında ve aynı yıl, Michelin’den üç yıldız aldığında kırk yaşındaydı Bernard Loiseau. Bir aşçıbaşının hayatında öylesine önemli bir andı ki bu, Bernard "Kuş" o gün ilk kez lokantasını kapattı, tüm mutfak çalışanlarını yanına alıp, kendisinden önce üç yıldızlı Paul Bocuse’ün restoranına ziyafet çekmeye gitti. Dostunun başarısını kutlamaya hazırlanan Paul Bocuse, lokantasına yürüyerek gelen Bernard Loiseau ve yardımcılarına refakatçi olarak... Sıkı durun, yakınlardaki bir sirkten iki fil kiralamıştı!
Uğuru kurbağaydı
Yaşamda elini attığı her şeyi başardı Bernard Loiseau. Başında durduğu lüks La Cote d’Or lokantası ve oteli, ücra bir taşra kentinde olmasına karşın dünyanın dört bir yanından gelen zenginlerle dolup taşıyor; Paris’te üç ayrı lokanta işletiyor, süpermarketlerde satılan hazır yiyecekler üretiyordu.
Uğurlu simgesi, kurbağaydı. Mönüsünün üstünde kurbağa resmi vardı. Lokantaların dekorunda ve otelin havuzunda kurbağa bibloları. Zaten en ünlü yemeklerinden biri de, "maydanoz suyunda dinlendirilmiş sarımsak soslu kurbağa bacağı"ydı.
Ve bir gün kırların bu sevimli ve sevecen kurbağası, borsada öküz olmak istedi ve hisselerini halka açtı, satışa çıkardı. Sonrası malum: Borsa çöktü.
Tüfeğin tetiğini çektiğinde, el attığı her şeyi güzelleştiren ve her işi başaran Bernard Loiseau’nun 2010 yılına dek borçlu olduğu biliniyor, borç tutarı bilinmiyordu. Eğer dört lokanta ve bir otel sahibi olmakla yetinseydi, borsaya girmeseydi, bugün hayatta olacaktı, kesin.
Zaten tüm ünlü aşçılar arasında, borsaya bir o girmişti; bir üstünlük payesi olarak görüyordu borsada "kota" sahibi olmayı.
Kurbağa aklı işte...