Şampiyonlar Ligi Affet bizi 18 Eylül…

Affet bizi 18 Eylül…

18.09.2014 - 11:53 | Son Güncellenme:

G.Saray’ın Widzew Lodz zaferinden birkaç saat sonra gelen F.Bahçe’nin Bordeaux destanının 29’uncu yıldönümü bugün. Ve elbirliğiyle yok ettik 18 Eylül ruhunu…

Affet bizi 18 Eylül…

18 Eylül 1985… Aydınlık bir gündüzün akşamı… Aydınlık çünkü G.Saray birkaç saat önce evinde avlamış Polonya takımı Widzew Lodz’u...

Haberin Devamı

O heyecanla, o motivasyonla milyonlar radyo başına toplanmış… Zira televizyonlar vermiyor akşamki maçları… Sonuç hezimet olur nasılsa diye muhtemelen gerek görmemişler yayın haklarına dünya para vermeye.

Bir yanda Fenerbahçe, Fransız devi Bordeaux ile diğer yanda da Beşiktaş İspanyol boğası Athletic Bilbao ile deplasmanda paylaşıyor kozlarını. Dönüşümlü veriyor radyo her iki maçı.

Türkiye’de sahaların patates tarlası olduğu, şerefli mağlubiyetler dönemi... Kâbus olmuş Edirne’nin ötesi… Gece maçı deseniz, ancak Avrupa’dan futbol özetlerinde ya da imrenerek izlenen Dünya Kupası maçlarında görülebilen bir bilim kurgu efekti…

BORDEAUX’TA BİR ‘BELLA DI NOTTE’

Maçın daha başları… İlyas Tüfekçi bırakıyor araya. Selçuk, Fransız defansının göbeğinden ok gibi fırlıyor. Dönemin efsane forveti Boniek’e, gece ışıklar altında attığı sprintlerin estetiği hatrına “Bello di Notte” (Gecedeki Güzellik) diyenler, belli ki Selçuk Yula’nın kıvır kıvır saçları dalgalanarak yaptığı o koşuyu görmemiş daha önce. Kaleciyle karşı karşıya… Vuruyor ve…

Haberin Devamı

Cızırtılı yayında Murat Ünlü’nün sesi yükseliyor aniden. Radyoda değil adeta yanı başınızda… “Gooollll…”

Evlerde önce bir şaşkınlık, “Doğru mu duyduk” tereddüdü… Kulaklarına inanamıyor zira hiç kimse… Ardından anlayınca rüya olmadığını, her renge gönül vermiş milyonlarca haneden gelen sevinç çığlıkları karışıyor Murat Ünlü’nün sesine… O zamanlar işler şimdiki gibi değil. Avrupa’da bir Türk takımının maçı varsa, arkasında tüm Türkiye…

Tam aynı dakikalarda “merkeze” bağlanıyoruz. “Şimdi mikrofonlarımızı İspanya’ya çeviriyoruz” diyor Ankara. Bir mucize haberi daha var zira… Gökhan Keskin, henüz libero olarak resitale başlamamış daha o yıllarda. Orta alandan avlıyor İspanyolların ünlü kalecisi Zubizaretta’yı. Beşiktaş da önde artık rakip sahada… Türkiye bir kez daha ayakta...

RADYOLAR AÇILIYOR BİRER BİRER

Babam hemen telefona sarılıyor, “Nasılsa fark yer hepsi” diye radyoyu dahi açmayan doktor amcamı arıyor: “Önde… İkisi de önde…” Belli ki heyecanını, şaşkınlığını paylaşacak “akranı” birini arıyor. Ya da belki hayal görmediğinden emin olmak istiyor. Haber dalga dalga yayılıyor. Benzer bir ümitsizlikle düğmesi çevrilmemiş ne kadar radyo varsa bir bir açılıyor. Öyle bir heyecan ki bu, “Nasılsa futboldan anlamıyorum, bari 2 rekât namaz kılayım çocuklara bir yararım dokunur belki” diye odasına çekiliyor.

Haberin Devamı

Bilbao’da ilk devre 1-1 bitiyor. “Buna da şükür, sık dişini Kara Kartal” diyor herkes. Ama daha sonra gelen haberler hevesleri kursakta bırakıyor. Beşiktaş 4-1 kaybediyor.

Ancak Fransa’da tam bir destan yazılıyor. Mikrofonlar her Murat Ünlü’ye bağlandığında, Fenerbahçe birkaç dakika önce yediği gole cevap veriyor. Önce Büyük Şenol sıfırdan “yaradana sığınıp” vuruyor, mikrofonlar İspanya’dayken 1-1’e gelmiş maçı yeniden Fenerbahçe lehine çeviriyor. Ardından Bordeux bir gol daha atıyor.

Dalgaların binlerce kez dövdüğü kıyılara taşıdığı toprak misali, yılların akıllara yığdığı öğrenilmiş çaresizlik hâkim oluyor sözcüklere: “Tamam bitti işte, kesin bir tane daha yeriz...” Tam o anda Doktor Hüseyin çıkıyor sahneye… Ceza yayından sağ direğin dibine yapıyor plaseyi. Ve geceyi üçüncü kez inletiyor, Murat Ünlü’nün “gol” sesi… Daha doğrusu sesinden geriye kalanı…

Haberin Devamı

AJANSLAR BİLE İNANAMIYOR

Rövanş maçında gol sesi çıkmıyor. Ve Tiganalı, Giresseli Battistonlu, Şampiyon Kulüpler’in en büyük favorisi Bordeaux, daha ilk turda veda ediyor. Sadece Fransa değil Avrupa donup kalıyor. Hatta bazı ajanslar, “Yanlış yazılmıştır” deyip haberi “3-2 Bordeaux kazandı” diye geçiyor.

Türk futbolunun hatta sporunun makus talihini yendiği tarihti 18 Eylül… Kırılma noktasıydı... Rencide edici olmadıkça mağlubiyetlerin dahi baş tacı edildiği bir dönemde, darbenin izlerinin hâlâ canlı olduğu, Eurovizyon’da sıfır çekmenin haber olmaktan dahi çıktığı, elektriklerin kesilip durduğu günlerde, hangi takımı tuttuğu hiç fark etmeksizin ülkenin dört bir yanındaki insanlara hasret kaldıkları mutluluğu ve gururu yaşatan, birlikte sevinç gözyaşı döktükleri bir gündü…

Evet, altyapısı hazırlanmış bir başarı değildi, o yüzden de devamı gelmedi belki o sene. Ama sonraki başarıların altyapısı oldu bir anlamda. Akıllardaki prangaların kırıldığı gündü 18 Eylül. Kendimize acımaktan vazgeçip kendimize güvenmeye karar verdiğimiz gündü. Galatasaray’ın, 4 sene sonra Şampiyon Kulüpler yarı finaline, hatta 2000’deki UEFA destanına kadar uzanan yürüyüşünün ilk adımıydı o gün atılan.

Haberin Devamı

TEKRARI OLMAYACAK BU FİLMİN

Milyonları sokaklara döken o efsane kadrodan, Hüseyin, Erdoğan Arıca ve Selçuk Yula yok artık bu dünyada. Heyecanların, sevinçlerin, üzüntülerin “ortak renkleri” de kalmadı artık aramızda. Tribünler gibi zaferlerin de paylaşıldığı günler çoktan mazi oldu. Hangi ara oldu anlamadık bile ama birinin başarısı, diğerinin hüznü oldu.

Artık her maç için ayrı bir kanal var belki. Dünyanın bütün golleri bir tık uzakta. Ama işte o cızırtılı yayının saflığı, o akşamın büyüsü, tadı yok hiçbirinde. Ve Fenerlisi, G.Saraylısı, Beşiktaşlısı, Trabzonlusu öylesine derin uçurumlarla koptu ki birbirinden, o tat, o büyü, o duygu bir daha asla geri gelmeyecek görünen. Velhasıl bir özür borcumuz var 18 Eylül’e, o güzelim güne…

Çok acı ama yaşı yetmeyenler, o günü görmeyenler bundan sonra asla bir 18 Eylül yaşamayacak. Ve el birliğiyle yok ettiklerimizin boşluğu hepimizi, en masumu olanımızı dahi kara delik gibi içine çekecek…

Hoş masum değiliz ya hiçbirimiz...