SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

İşten ayrılan bir annenin öğütleri

Herkese merhaba,

Bu yazıyı gece 1,5 civarında yazıyorum, neden peki? Hayata ve insanlara dair öğrendiğim çok net şeyleri oğlumun kafasına kazıya kazıya işlemek için aldığım kararı herkes öğrenmeli diye, deli bir fikir sardı beynimi, sabahı bekleyemedim de ondan… Yaşayarak değil, kazıyarak öğretmeyi seçtim. Durun hemen yargılamayın, sebeplerim var.

İşten ayrılalı 2 ay kadar oldu. Bu duruma en çok sevinen ise oğlum Toprak oldu. Çünkü en büyük şikayeti “anne beni okuldan geç alıyorsun”du. Geç dediği de akşam 6 civarı filan. Bir gün okuldan aldım, işten ayrıldım, artık işe gitmeyeceğim dedim. Sevinçten zıplarken kafasını arabanın tavanına çarptı.

Biz oğlumla çok eğleniriz. Anne sen çok eğlenceli bir annesin der hep bana. Sana çok gülüyorum diye de ekler. Güleyim mi üzüleyim mi bilemedim. Ama çocuğumun akıl ve ruh sağlığının yerinde, huzurunun da maşallahı olduğunu görünce, sanırım doğru yoldayım dedim kendime hep. Yoldan çıkmaya başladığımı fark etmeden önce. Bir gün kendimi oğluma bağırırken buldum, oysa sadece oynamak istiyordu benle. Bendeki küstahlığa bak! Ertesi gün yemeğini ye diye baskı yapıyordum. Peh! Ne kadar çirkin bir insan olmaya başlamıştım. İşyerimdeki huzursuzluğa mal ettim durumu hep. İşyerim benden ne kadar çalıyorsa, ben de oğlumdan hatta eşimden çalıyordum. işte o gün karar verdim, bu saçmalığa daha fazla izin veremem diye. Uygulamam birkaç ayı aldı tabii. Sonunda iş yerimden ayrıldım.

Neden ayrıldığım tabiî ki kimseyi ilgilendirmiyor biliyorum ama kısacık değinmek isterim, çünkü oğluma aşılamaya çalıştığım ve birazdan da sizlere tavsiye edeceğim şeyler tam da burayla alakalı. Çünkü hayat çok hızlı ve amcasız, neyle karşılaşacakları belli değil. Yaşayarak öğrenecek vakitleri yok. O sebeple birilerinin onlara bunu yıllarca anlatması lazım.

Şimdi gelelim işten ayrılış öyküme. Çok iyi koşulları olan, e maaşı da fena sayılmaz bir işyerinden üstelik de 12 yılı devirmiş, 13 üncü yıla girerken ayrılmam tam bir delilik! Ancak insan ilişkileri konusunda çok hassasım.

Yöneticileriniz sürekli hata yapmanızı bekliyor ve en ufak hatanızda bunu yüzünüze vuruyor, üstüne üstlük yaptığınız işle dalga geçiyorsa, çalışanlarını benden olan ve olmayan diye ikiye ayırıyor, kendinden olmadığını iddia ettiği kişilere olabildiğince adaletsiz davranıyor, ağzıyla kuş tutsa bile gözü görmüyorsa, çalışanlarını olur olmadık yerde ve insanların içinde azarlamanın kendince bir motivasyon olduğunu düşünüyorsa, sizi dinlemek yerine başkaları sizinle ilgili ne söylüyor acaba diye dedikodu seansları düzenliyorsa, yıllardır emek verdiğiniz işinizin uzmanı sizi değil de hiç alakasız kişileri sizin işinizin uzmanı sayıyor ve onlarla karar alıyor size uygulatmaya çalışıyorsa, vs……. Bunlar sadece yarısı. İşte böyle bir çalışma ortamınız varsa, gözünüz hiçbir şey görmüyor. Üstelik iletişimin ne demek olduğunu anlayamamış insanlar yüzünden çocuğunuzu ve eşinizi ihmal ediyorsanız, lütfen yapmayın. Fİ”deki Can Manay”ın söylediği gibi, “sen izin vermedikçe kimse senin hayatına giremez, müdahale edemez” Evet çok doğru!

Şimdi bunlardan yola çıkarak oğluma diyorum ki; vicdanlı ve merhametli ol ki, insanlar arasında ayrım yapma, adaletli davran. Takdir etmeyi bil ki, karşındaki bir verirken on vermeye başlasın. Başarılı ve çalışkan ol ki, insanların hatalarından beslenme. Zira hata aramak da insanı çok yoran bir şey. Başarını sindirmiş ol ki, kimseyi ezmeye çalışma. İnsanlara hak ettiği kadar değeri ver ki, gösterdiğin saygıda boğulmasınlar. Fazla hürmet, fazla saygı da iyi bir şey değil. Çünkü insanların çoğu, saygıyı korkaklık, kibarlığı da aptallık sanarlar.

İnanın bu yazı kızgınlıkla yazılmış bir yazı değil. Ciddi hayat deneyimi içerir. Gördüğüm, yaşadığım ve şok olduklarım karşısında nasıl tavır almam gerektiğiyle ilgili… Bu deneyimleri oğluma da öğretmek istiyorum. İyi çocuk yetiştirmek bir bütün. Ne yediği, ne içtiği, vücut sağlığının nasıl olduğu kadar ilişkiler karşısında nasıl bir tavır alması gerektiği de çok önemli. Akıl sağlığını korumak adına. Arkamdan “nasıl bir evlat yetiştirmiş” şeklinde iltifat alma gayesinde değilim asla. İnsanla temas ettiği her noktada, hakkını vererek yoluna devam etsin isterim. Belki bir gün yönetici olursa bir yerlerde, sevilen, sayılan, değer verilen biri olmasını isterim. Karşısındakine de öyle davransın isterim.

Uzun bir yazı oldu ama son not: evdeyim ve oğlum inanılmaz mutlu. Çalışan annenin çocuğu olmak ne zor şey ya. Şimdi önümüzde kocaman bir yaz tatili var. Biz anneler huzurlu isek, evimiz, çocuklarımız da huzur içindeler.

Huzurunuz eksik olmasın.

Hoşçakalın.

Ayşen Çatak Yalman

Yazının devamı...

Taşlı ve bozuk bir patika yolda yürümek gibidir, asık suratlı anne ve babanın çocuğu olmak!

Anne ve Babanın Siması, çocuk ruhunun besin kaynağıdır


Ciddi gözükmek için gülmeyenler, cool takılacağım diye insanlara karşı mesafeli bir hayatı seçerken depresyona sürüklenenler…Üzülüyorum. Koyvermiyorlar kendilerini… Kocaman kocaman gülerken, kahkaha atarken “hafif meşrep” damgası yemekten korkuyorlar çünkü… Esprili olunca kariyer yapamayacaklarını sanıyorlar çünkü… Anı yaşamayı, her şeyi geldiği gibi kabullenmeyi, zayıflık olarak görüyorlar çünkü. Her neyse konu bu değil ama bağlantılı olduğu bir konu var ki, çocukken yaşadıkları…
Evet evet, birileri onlara çocukken, sesli gülme ayıp dediği için belki ya da yüz kası gelişmemiş anne ve babalarıyla yaşadıklarından belki, bilemiyorum ama en fenası da ne biliyor musunuz? Ne yaşarsan onu yaşatırsın mottosu… Eminim kimse çocuğuna bu kötülüğü yapmak istemez ama, yüz kası gelişmemiş bir anne ya da babanın çocuğuna yaptığı en büyük kötülüğü anlatmak istiyorum bugün sizlere… Sadece görünüşte soğuk ve itici olmaktan bahsetmiyorum.


Bu durumun ruhuna, bedenine, karakterine, ilişkilerine, geleceğine nasıl sirayet edeceğinden bahsediyorum.


Evet hanımlar beyler, yukarda da belirttiğim gibi çeşitli sebeplerle yüz kası gelişmeyenler, yani gülmeyenler, yüz mimiklerini çok kullanmayanlar, aile mirası gibi bu durumu taşıyorlar gelecek nesillere. Oysa önemli bir sorun, es geçilecek bir durum değil.


Bilirsiniz, yüz kasları ince kaslardan oluşur, o kaslar yüzümüzün her yanına dağılmıştır. Bu kaslar ne kadar çok kullanılmışsa yüzde o denli bir esneklik vardır, yakışır duygular simaya. Özgürce yaşamışsak tüm duygularımızı, o zaman aktarabiliriz çocuklarımıza.


Hani çocuklarımızın el ve parmak kasları gelişsin diye okullarda oyun hamuru ile oynatırlar, resim yaptırırlar, boyama yaptırırlar ya; ilerde okuma yazma için önemlidir çünkü bu durum. Harflerin ince ince detaylarına o minik parmakları uyum sağlayabilir ve güzel yazmanın keyfini çıkarabilir… İşte bunun gibi, çocukluk yıllarında duygularını özgürce yaşamış, bunları simasına yansıtırken “engellenmemiş” kişiler, yetişkinlik yıllarında sevecen ve örnek bir simaya sahip olurlar.


Çünkü pedagoji bize diyor ki; anne ve babanın yüzü, çocuk ruhunun besin kaynağıdır. Bingo! Tıpkı sevgisini dile getirmeyen, çocuğuna kızdığında meseleyi uzatarak küslük yapan, çocuğunun gönlünü almayı “eziklik” ve “otorite kaybı” olarak gören ebeveynlerin yaptıkları bu yanlış gibi, gülümsememek ve bunun için özel bir çaba sarf etmemek de kocaman bir yanlış.


Yapmayın! Ya da sonra şikayet etmeyin; neden çocuğum okulda arkadaşları tarafından dışlanıyor, hor görülüyor, eziliyor diye. Çünkü hepsi bu yüz kaslarının gelişmemesinden… Şaka yapmıyorum, yüz kası gelişmeyen bu sebeple siması sertleşen, sürekli asık surat ile gezen anne ve baba yüzünden, ruhen güçlü “olmayan” ya da “olamayan” çocuklar yetişiyor. Onları bu besinden mahrum etmeye hiçbirimizin hakkı yok…


Bu neden önemli biliyor musunuz? Çünkü yüz kaslarının kullanılması, çocukluk yıllarında “duyguların özgürce yaşanmasına” bağlıdır. Pedagoji böyle diyor. Çocuk, içinde duyduğu heyecanı, sevinci, mutluluğu veya hüznü doyasıya yaşayabiliyorsa, yaşadığı her bir duygu simasında özgürce karşılık buluyorsa, yüz kasları işte o zaman gelişir. Ve çocuk o zaman kendi benliğini bulur. Ve işte o zaman karakteri mutsuzluğa değil, mutlu olabilmeye mıhlanır. Daha da basiti, hayattaki her şeye olumlu bakabilmeyi bilir. Pedagoji böyle diyor hanımlar beyler. Bırakın oturduğunuz yerden “Amerika’yı yeniden mi keşfediyoruz, bunları biliyoruz zaten” demeyi…


Eğer bir çocuk ağlarken “bebek gibi ne ağlıyorsun öyle…” diye susturuluyorsa, donuk bir simaya ve yukarıda bahsettiğim özelliklere sahip olmaya adaydır demektir.


Yani bu öyle, genetik bir durum değil yani. “aayy babası gibi asık suratlı, ayy aynı annesi gibi ciddi” lafları boş, safsata, laf kalabalığı, manasız. Bununla övünmek ya da dövünmek yerine, yüz kaslarını geliştirici jimnastik yapın mesela. Gözünüzün içi gibi baktığınız çocuğunuzun tüm hayatı boyunca üzerine yapışacak bir sıfatı ve davranış biçimini oluşturmamak için hala vakit var… Geç değil.


Bol sevgi ve bol gülümsemeli günler…


Ayşen Çatak Yalman

Yazının devamı...

Hamile Kadınlara Ne Söylenmez? Neden Söylenmez


Eski fotoğraflarımı karıştırırken önüme bir fotoğraf geldi; tam throwback yapacaktım ki kendime geldim. Yok canım, o kadar özgüvenim yok henüz. Hani kendiyle barışık biriyimdir ama o kadar değil. Hamilelik fotoğraflarımdan bahsediyorum. Hadi ama, kaçımız o fotoğraflara bakıp “aahh dünya güzeliyim” diyoruz. Demiyoruz elbet! Çünkü ne yazık ki etrafımızda dengesiz, patavatsız, dangoz o kadar çok insan var ki; hamile olan kadına yaptığı o soğuk ve manasız esprileriyle, resmen kendinden nefret eder hale getiriyor. Sonra da hatırlamak bile istemeyeceğimiz anılarla doluyor, o caanım süreç.


Aslında her hali güzel olan, e haliyle hormonal dengelerin tamamen bozulması suretiyle, insanın beynini ve aslında tüm benliğini geçici olarak esir alan, akıl ve zekadan bir miktar uzaklaştıran bir süreç hamilelik. Haa, bu dönemi hiçbir şey olmamış gibi atlatanlar yok mudur? Vardır efendim… Lakin hamileyken siz bile eminim o büzüşük beyinli insanların cümlelerine maruz kalmışsınızdır.


Asıl konuya gelmek istiyorum, hamile kadınlara söylenmeyecek sözler, kurulmayacak cümleler üzerine sanırım sabaha kadar konuşabilirim. Bu bombardımana maruz kalmış birisi olarak çok net söylüyorum ki, çenenizi tutamıyorsanız, hamile görünce lütfen bi zahmet uzayın!!!


Kendi hikayemden yola çıkacak olursam; hamileliğimin ilk 3 ayında karnım hızla şişti, kilo almadım aslına bakarsanız ama neden bilmiyorum ama göbek yaptım. Tabii çoğu kişinin 5 ya da 6. Ayında karnı belirginleşmeye başlar, bende böyle olmadı. Beni görenler şöyle diyordu, “Ooo biraz erken çıkmış karnın, maşallah vücudun çok zayıf ama karnın neden bu kadar çıktı ki?”


Daha da trajik olanı var; “3. ayında böyleysen 8. ayında nasıl olacaksın merak ediyorum.”


Halimde ne vardı, nasıl olacaktım, patlayarak yok mu olacaktım… kafamda deli sorular. Hayır gerçekten şişmiştim ben de farkındaydım, ama bu kadar yüze vurmaya lüzum var mı, yok!


Ha bi de şunlar var, “burnun şişti iyice, hamilelik belirtileri iyice baş gösterdi, aahh canımm, ayak bileklerin fil bileği gibi oldu, acıyor mu?”


Yahu acısa ne yapacağım, mecbur katlanacağım; hayır acıyor desem ne yapacaksın, öpeyim de geçsin mi diyeceksin? Ayaklarım fil ayağı gibi oldu ama belki ben kimse görmüyor sanıyorum… neden söylüyorsun, zalım insan! (i harfiyle olan zalim değil ı ile olan zalım)
Hamileliğin en önemli belirtilerinden biri de IQ’daki ciddi ve hızlı düşüş… Yani o irtifa kaybederken, biz de itibar kaybediyor olabilir evet ama engel olamıyorsan tadını çıkaracaksın.


Bilen bilir, vala hiç numara yapmayın, beynimizin yarısı tatile çıkıyor, kalan yarısı ile idare etmeye çalışıyoruz. Haliyle çuvallıyoruz. Şimdi bundan kaynaklı unutkanlık had safhada oluyor, çözüm üretemez noktaya geliyorsunuz. Örneğin taşmak üzere olan süte, bakmakla yetinebiliyorsunuz. Müdürün odasına gidip, merhaba deyip söyleyeceğinizi unutuyorsunuz. Hatırlayınca tekrar geleceğinizi söyleyip çıkıyorsunuz. Yer yarılsa da girsem yani! Deneyim bunlar… Lakin tüm bunları yüze vurmak da nesi… Yapmayın beyler bayanlar.


Takıldığım konulardan biri de şu, kendini hamile kadınlara akıl vermek ve kendi hamileliğinden bol bol örnek vermekle görevlendirmiş apartman teyzeleri, akrabalar, iş arkadaşları vardır. Hamileysen ve bir biçimde bu insanlarla aynı ortama düştüysen, gerçekten yandın. Sorgulama süreci başlar. Ne yiyorsun, ne kadar yiyorsun, ay bu günlerinin kıymetini bil, bol bol uyu, gez. Sonra gezemeyeceksin, uyuyamayacaksın, hayatın artık eskisi gibi olmayacak, vs… işte bu cümleleri duyunca içini sarar bir korku; Allah’ım ben ne yaptım dersin…


Hamileyken yapılmaması gereken bir şey daha var ki; hamile kadının lokmasını saymak. Çok iştahlı bir hamilelik yaşamasam da, e tabii yiyorsunuz biraz. Taa ki karşındaki şöyle bir cümle kurana kadar; “Ye ye sen 2 canlısın, kan olsun, can olsun, maşallah, ye ye.” O anda yemekten soğuyor insan. Tam tersi de var; “Tamam 2 kişilik yiyorsun ama bebek değil sen kilo alıyorsun bence, şişip kaldın benden uyarması”
Aahhh canım, ne kadar da düşünür beni, arkadaş yerin dibine soksan daha iyiydi. Bu kadar da yüze vurulmaz ki insanın…


Şunu da söylemeden geçmek istemem; normal doğumdan anormal derecede korkan biriydim ve en az 10 kişiden normal doğum yapmam konusunda telkin aldım. Hatta sezaryen istediğim için eleştirildim ve kendini düşünen bencil anne düşüncesiyle fırlatılmış bakışlara maruz kaldım. Hatta şöyle cümleler duydum; “Teyzemin görümcesinin üst komşusunun kızı Sezaryen doğum yapmış, 1,5 ay yataktan kalkamamış, çok ağrısı olmuş. Bence bir daha düşün.”


Düşünmüyorum arkadaş, normal doğum yapacağım diye kalp krizi mi geçireyim? Hayır bunu anlattın da başın göğe mi erdi… İçin mi soğudu? Bana gıcığın mı vardı? Ayrıca sezaryen doğum yaptım ve hiç ağrım olmadı, 2. gün ayağa kalktım, gayet günlük rutin işlerimi yapar hale geldim. Hissettiğim ağrı, baş ağrısından halliceydi. E dayandım!


Ya ne ilginç bir milletiz, bir hamile kadını hamilelik sürecinden nasıl soğuturuz ve korkuturuz konusunda elimize su dökemezler. Oysa her hamilelik kendine münhasırdır. Kimi sıkıntılı geçer kimi kolay. Ama emin olun bu cümlelere maruz kalan her hamile, canından bezer.


Bence siz deneyimlerinizi kendinize saklayın, sorsa bile anlatmayın. Güzel şeylerden bahsedin.
Yapamıyorsanız, lütfen oradan hızla, koşarak, uçarak uzaklaşın…


Bizi hamilelik kramplarımızla baş başa bırakın!


Ayşen Çatak Yalman

Yazının devamı...

Çocuklar Cinsel İstismara Karşı Uyarılmalı Ancak Sosyalleşmeleri Zedelenmeden!


Her anne ve elbette her insan için konuşulması zorunlu ama tatsız konular oluyor mesela hayatta; örneğin çocuğum cinsel istismara, tecavüze, tacize ve saldırıya uğrarsa… Son derece sevimsiz bir konu farkındayım ve hepimiz sanki başımıza gelmeyecekmiş gibi olabildiğince az kaygı duyuyoruz. Oysa çocuklarımıza doğduğundan itibaren nasıl yemek yiyeceğini nasıl tuvalete gideceğini nasıl yürüyeceğini hep öğretiriz, cinsel istismara karşı kendini nasıl savunacağını öğretmek de temel görevlerimizden biri! Ancak bu olayı abartıp çocuklarımızı eve kapatmadan, hayata ve insanlara karşı olan sevgisini ve güvenini sarsmadan… İnsan olduğunu ve hayatın koskocaman bir iletişim yumağı olduğunu unutturmadan. Belli ki bazılarımız koparıyoruz çocuklarımızı hayattan, belki tecavüze karşı her türlü gardını almış olarak yaşıyor, bedenini koruyor ama peki ya akıl sağlığı? Yaşamının geri kalanından beklentilerini öldürmek, hayallerini, umutlarını öldürmek; insanlara karşı güvenini sarsmakla aynı potada bence! Benimle aynı düşünmüyor olabilirsiniz zaten işim hayata karşı daha umut ve sıcak bakanlarla. Ha “benim çocuğumun başına gelmez, nasılsa evden okula okuldan eve, her halini kontrol ediyorum” saflığında da olmamalıyız… Bu bir önlem! Unutmayalım.


Çünkü bakın rakamlar neler söylüyor, 2016 yılı araştırmasına göre, ülkemizde her 3 çocuktan biri cinsel istismara uğruyor. Her 4 saatte 1 çocuk istismara maruz kalıyor. Bu vakalarda son 10 yılda % 125 oranında artış var. Rakamlar korkunç. Türkiye Psikiyatri Derneği’nin rakamları bunlar. İşte bu nedenle azı karar çoğu zarar diyerek başlamalı…


İYİ SEVMEK KÖTÜ SEVMEK


Konuyla ilgili 6 yaşına girmek üzere olan oğlumla artık konuşma yapmak için hareket geçtim ben de. Hatta geç bile kaldığımı fark ettim, kendime kızdım. Önce bu konuda ne biliyor bir ölçeyim dedim, biraz nabız yoklama gibi. Biraz komik biraz trajikomik bir manzarayla karşılaştım. Direkt sordum oğlum iyi sevmek ve kötü sevmek nedir diye. Aynen şöyle cevap verdi; “İyi sevmek mesela senin beni öpmen bana sarılman gibi. Ama kötü sevmek, babamın sakallarıyla beni öpmesi ve benim yanağımın acıması” işte bu kadar masum bir dünyası vardı… Gel de anlat şimdi bu çocuğa dünyada onlarca pislik insanın varlığını ve kendini onlardan koruması gerektiğini… yo yo, ona bu kötülüğü yapamazdım, korkutamazdım. Vazgeçtim tabii…


Ancak yaptığım araştırmalar ve görüşmeler beni birkaç gün içerisinde yeniden harekete geçirdi. Çünkü bu konuyu yokmuş varsaymak, ona yapabileceğim en büyük kötülüktü. Abartıp eve kapatmak ya da bütün yabancı insanları birer cani gibi göstermek de!


ÇOCUKLARIMIZI CİNSEL İSTİSMARA KARŞI NASIL UYARMALIYIZ?


Her yaşın eğitimi birbirinden farklı, daha doğrusu dili farklı ama içerik ve sonuç aynı. Ancak tek bir gerçek var ki, yaşı kaç olursa olsun (Pedagoglar 4 yaşın altında kesinlikle doğru bulmuyor) çocuklarımızı uyarmalıyız. Çünkü bu sadece yabancı kişilerden gelen bir tehlike değil. Bir aile bireyi, komşu, öğretmeni... kimden geleceğini bilmediğimiz bir tehlikeye karşı küçük önlemler bahsettiğim…
Tabi benim gibi olayı kavramakta zorlanacak bir çocuğunuz varsa, işe özel bölgelerini anlatmakla başlıyorsunuz. Burası senin özel bölgen, izin almadan kimseye dokundurma diyoruz. Sadece doktorun dokunabileceğini, onun da anne-babanın yanında olduğunca izin verileceğini anlatıyoruz.
Banyo yaptırırken, çıplaklığın ne olduğunu, anne-baba dışında kimsenin banyo yaptırmak dahil, izinsiz, gizli şekilde bir yerine baktırmaya izin vermemesi gerektiğini izah ediyoruz. Bu iki şeyi söylerken, sonuç odaklı değil de, (Yani gösterirsen bu olur, dokunmalarına izin verirsen bu olur gibi değil) olması gerekenin bu olduğuna inandırarak yapmalısınız.


Mesela zaman zaman yaptığımız bir yanlış da “bu aramızda sır olarak kalsın tamam mı bi’tanem” cümlesi… En irrite olduğum cümle! Ne sırrı arkadaş! Bir suça teşvik etmek bu, açık açık. Sonra çocuklarımızdan dürüst olmayı bekleriz… Çocuklar sır ne bilmemeliler. Sır saklamamak gerektiğini anlatmalıyız onlara. Her şeyi siz anlatın önce. Anlatmanın, paylaşmanın ne kadar güzel olduğunu sizden görmeli ki uygulamalı!


Bir diğer yapılabilecek şey ise, birkaç kişiyle birlikte tuvalete girilemeyeceği bilinci. Kimi zaman bazı kreşlerde yaşanabildiğini düşünüyorum. Özellikle erkek çocukların aynı anda tuvaletlerinin yaptırılmaması konusunda son derece özen gösterilmeli, tuvalette başka birisi varsa kesinlikle girilmemesi gerektiği söylenmeli. Hatta buna özen göstermeyen okul yönetimi de aynı sorumluluğa davet edilmeli bence!


Bazı uzmanlar diyor ki, herkesin ortasında çocuklarınızın üzerini değiştirmeyin! Evet bunu ben çoğu zaman yapıyordum ve yaptığımın ne kadar yanlış olduğunu anladım. Hepsi bir zincirin halkası gibi. Tutarlı olunmalı. Atletini değiştirsem şurada ne olacak dediğimiz an, yapmaya çalıştığımız her şeyi at çöpe… Aynı biçimde anne-baba da giyinirken ve soyunurken ayrı odada olmalı. Tasvip etmediğin şeyi kendin yapma kuralı.


7 yaşından itibaren de odasına girerken kapıyı çalarak girilmesi gibi konulara da çok dikkat edilmeli. Kız olsun erkek olsun fark etmiyor. Sen erkeksin hadi aslanım cümlelerini artık kaldırın rafa. Bu kadar fazla cesaretlendirmeye gerek yok bence.
Ancak benim en hassas noktam şu ki, çocuklarımızı korkutulmadan, şöyle yapmazsan tacize uğrarsın gibi cümleler kurmadan. Buradaki kilit tavır ona ait bedeninin olduğunu öğretmek. Çünkü kendisine gelecek tehlikeden korunma işlemini korkusundan değil, refleks olarak yapmalı… Bunu unutmayın sakın!


PEKİ TACİZE UĞRAMIŞ ÇOCUĞU NASIL ANLARIZ, NASIL YAKLAŞMALIYIZ?


Yaşı kaç olursa olsun, tacize uğramış çocuğun tavırları birbirine benzerlik gösteriyormuş. Yapılan araştırmalara göre, genellikle bu durumu anlatma eğiliminde olurlar ama okuldaki bir başka çocuğun yaşadığı bir şeymiş gibi. Onun başına böyle bir olay geldi cümlesini duyduğumuz anda peşine düşmeliyiz kısaca. Genellikle anne-babasıyla ilişkisi güçlü çocukların anlatması daha kolay oluyor. Ancak anlatamayanlarda ise bazı tepkiler gelişiyor. Örneğin saldırgan tavırları arttıysa, her türlü yabancı kişi gördüğünde arkanıza gizleniyor, kaçıyor, göz teması kurmak istemiyorsa. (Bu bazen bir çocuğun karakteristik özelliği olabilir ki Toprak genellikle böyledir. Burada bahsettiğim şey, tavır her zamankinden farklı ise)


Öte yandan okulda tacize uğramış çocuk, okula gitmek istemez, sabah uyanmak istemez. Durduk yere böyle bir şey ile karşılaşmışsak, önemsemeliyiz.


İdrar-kaka kaçırma, yaşına uygun olmayan cinsel oyunlar oynama eğilimi, aşağılık duygusu, kendine zarar verme durumu (Bu genellikle kız çocuklarında olabilen bir durummuş), uyku bozuklukları, tırnak yeme, parmak emme, madde bağımlılığı, bir anda ortaya çıkan fobiler, panik ataklar ve bir anda ortaya çıkan ve anlam veremediğimiz her durumdan şüphelenilmesi gerekir. Tüm bu belirtileri paranoyakça cinsel tacize bağlamak da doğru olmaz. Ancak çocuklarımızın tüm davranışlarını izlemek, anlamak, altında yatan sebepleri bulmak için çaba sarf etmeliyiz. Sadece dokunmanın değil, sözle, bakışla da tacize uğrayabileceklerini de unutmamak gerekir. İnternetten yapılan bir yazışma, telefondan gelen bir mesaj da tacize girer.


Ben işe özel bölgesini anlatmakla başladım tabi. Şimdilik bir eğlence gibi görüyor, anlamakta zorlanıyor. Ancak bunu 1 kez değil, düzenli bir biçimde söylemek gerekiyor. Bir anne olarak kaygı duyuyorum elbet ama korkarak yaşamak ve yaşatmak taraftarı değilim.


Daha güzel günlerde görüşmek dileğiyle…


AYŞEN ÇATAK YALMAN

Yazının devamı...

Kimine göre doğru okul nasıl bulunur, bana göre mutlu çocuk nasıl olunur?

KİMİNE GÖRE DOĞRU OKUL NASIL BULUNUR, BANA GÖRE MUTLU ÇOCUK NASIL OLUNUR?


İtiraf etmeliyim ki, çocuğuna şu fellik fellik okul araştıran sorgulayan ebeveynlerden değiliz. Eşimle tek düşüncemiz, çocuğun okula ve arkadaşları arasında kendini ait hissetmesi, doğru iletişim kurup mutlu olmasıydı. Herhangi bir öğrenme süreciyle ilgili beklentimiz minimum düzeydeydi. Zira, eğitimin verdikleri ve veremedikleri üzerine daha önce de defalarca yazı yazmış birisi olarak, yıllar yıllar süren bir okul hayatının oğlumuz için çok da merkezde bir önemi olmadığını düşünüyorduk.


Bu duygu ve düşüncelerle, okulundaki en samimi arkadaşının başka okula geçmesiyle biz de oğlum Toprak’ın okulunu değiştirmeye karar verdik. Yaptığımız tek şey, arkadaşının gideceği o okulu araştırmaktı. Hepsi bu! Olumlu geri dönüşler sonrasında hemen ertesi hafta yeni okuluna kayıt yaptırdık. Çünkü önemli olan okulun başarısı değil çocuğun mutlu olmasıydı. Her okul aynı değil miydi zaten! Değilmiş!


Her gün ne öğrendin sorusu yerine eğlendin mi diye sormak bana daha akıllıca geliyordu, çünkü gerçekten eğlenmesini istiyordum. Anaokuluna giden bir çocuğun kendisinden bir şeyler öğrenmesini bekleyen anne-baba konumuna düşmek, çok itici olsa gerekti!


Ancak beni bir eğitim modelinin bu kadar heyecanlandıracağını hiç düşünmezdim, oğlunun tiyatrocu ya da müzisyen olmasını isteyen bir anne olarak! Okulumuz artık PYP sistemine geçmek üzereydi. İlk başta ee yani desem de, bir ebeveyn olarak aradığımız şeyin bu olduğuna karar verdim. Türkiye’de henüz çok yaygın değil, ancak bence zaman içerisinde okullar bir bir anlayacak.


Hani daha anlaşılır bir dille anlatayım; şu meşhur Finlandiya eğitim sistemi vardır ya, büyük övgülerle ve gıpta ile söz edilen… Hemen hemen tüm yönleriyle benzer bir anlayış ile örülmüş bir eğitim modeli: PYP…


PYP NEDİR?


İlk duyunca, hemen hemen tüm anaokullarında uygulanan bir yöntem dedim ama daha detayına girdiğimde çok daha farklı olduğunu anladım. İşte aradığım bu dedirten şey ise, sorgulayan bireyler yetiştirme temelli olması…


3-12 yaş çocukları için geliştirilmiş, öğrencinin akademik bilgilenmesinin yanı sıra, sosyal, fiziksel, kültürel ve duygusal gelişimini de vurgulayan, böylece çocuğun bir bütün olarak yetiştirilmesini amaçlayan uluslararası ve alanlar üstü bir program.


İsveç’te kurulan PYP sistemi, birçok ülkedeki ulusal ve uluslararası müfredat programları üzerinde yapılan araştırmalar ve uygulamalarla şekillendirilmiş bir çerçeve programı. PYP uygulayan okullar belli bir çerçeve içinde kendi özgün müfredatlarını oluşturuyorlar. Bu nedenle PYP milli eğitim programının uygulanması için bir engel değil, aksine programı uluslararası standartlarla zenginleştirme şansı veriyor.
PYP öğretmenlere kendilerini ve programlarını geliştirmeleri için destek ve rehberlik sağlıyor.
PYP’nin bir diğer amacı çocuğun sosyal becerilerini, iletişim ve düşünme becerilerini de geliştirmek. Kendi hazırlayıp takdim ettikleri sunumları, yine kendi yazdıkları tiyatro oyunlarıyla hayatın içinden örnekleri kendi yaşlarına uyarlayarak yaşamaları ve yaşatmaları sağlanmaktadır ki, bu hiç küçümsenmeyecek bir detay kesinlikle… Çocukların çevredeki insanları ve dünyayı tanıyabilmeleri için ihtiyacı olan araştırma, inceleme ve oyun faaliyetlerini gerçekleştirebilecekleri mekanlar sağlanır. Okuma yazma, sanat, el becerisine dayalı etkinlik, yaratıcı oyun, bilim ve teknoloji alanları için çeşitli kaynaklar sağlanır. PYP ile çocukların seçim yapmaları, malzemeleri yaratıcı şekilde kullanmaları, sorgulamaları, işbirliği içinde çalışmaları, ilgi alanlarını devam ettirmeleri ve anlamlandırma yetisi kazanmaları desteklenir.


En önemlisi de öğrendiklerini okul sınırları içinde değil hayatın her alanında eyleme geçiren bireyler olmaları için destekler. Sistem, okul ve veliler yurt dışından gelen denetmenler ile sürekli denetlenir, sorgulanır, fikirleri alınır. Denetmenler öğrencilerle zaman geçirirler ve PYP’nin ne kadar hayata geçip geçmediğini sorgularlar.


Bence aileler fellik fellik okul aramak yerine, bu eğitim modelini benimsemiş ve sertifikasını almış okulları tercih etmeliler. Öyle bir bahsettim ki, sanki sistemi kuran İsviçreli bilim adamlarından prim aldığım sanılacak. Ama yine İsviçreliler yapmışlar, hem de güzel yapmışlar!


Tüm bunlar benim fikirlerim elbette, belki siz çocuğunuzun farklı eğitim sistemi içerisinde öğrenim görmesini istiyor olabilirsiniz, bu tamamen ailenin tercihi, ama ben mutlu olan bir çocuğum olsun istiyorum. E bunun yanında bir şeyler öğrense fena mı olur?


Sevgiler…


Ayşen Çatak Yalman

Yazının devamı...

Okullardaki Akılcı İlaç Eğitimi ve Tüyleri Diken Diken Etmeyen Gelişmeler

Merhaba,
Gün geçmiyor ki, okullarda yeni bir uygulama ile karşı karşıya gelmeyelim; 4+4+4 leri konuştuğumuz günlerden, tam zamanlı eğitimi konuştuğumuz günlere doğru hızlı bir geçiş yaptık. Herhalde dünyanın hiçbir ülkesinde sistemi bu kadar sık değişen bir eğitimden bahsedemeyiz. Tam alıştık derken vazgeçiliyor, oh vazgeçtiler derken başka bir görünümle aynı yapının tekrar dayatıldığını görüyoruz. “Dayatılma” diyorum zira, bizim gariban evlatlarımız, sistemi belirleyenler için deneme tahtası usul ve yöntemleri içerisinde, en ergonomik hücreler. Hücre kelimesine de bu aralar takmış durumdayım ama buraya en uygun kelime olarak bunu uygun gördüm. Çünkü en küçük birim öğrencilerimiz. Kervan yolda düzelir mantığı içerisindeki, en küçük yapılar onlar. Yukardan gelen talimatları yerine getiren, olmayınca hoop çöpe giden projelerin baş aktörleri onlar.


Oğlum Toprak şimdilik anaokuluna gidiyor sistemi hala çözmüş değilim. Yani bazen düşünüyorum, acaba kapasitem mi yetersiz diye! Cidden anlamıyorum. Yani birini tam anlayacak oluyorum, sistem çöküyor. Eğitim sistemi denilince, tüylerimiz diken diken olur ya, ama benim tüyler hep stabil. Anlamıyorum vallahi!


Lakin anladığım ve gerçekten desteklediğim yeni bir uygulamayı hayata geçiriyor Milli Eğitim. Bunca kaosun ortasında yeşeren bir filiz. Müfredata alınacak akılcı ilaç kullanımı haberlerini okuyunca heyecanlandım bir an.


Çünkü gerçekten ama gerçekten, ilaç kullanma konusunda artık arşı aşmış olan boyumuz, kullanım konusundaki rahatlığımız, ona iyi gelen bana da gelir mantığımız ile, hala hayatta kalabilen biz sıradan vatandaşların, müsriflikten doğan ekonomik zararın yanında, ciddi sağlıksızlıklara gebe olarak yaşamamız cabası! Baktılar bizden adam olmaz, erken yaşlarda önünü alalım demiş olacaklar ki, okullarda böyle bir eğitimin verilecek olması çok büyük bir adım. Şu anda gerçekten ne söylediğimi anlamıyor olabilirsiniz ama giderek dibe vuran sağlık sektörünün tüm kaynaklarını, tedaviye değil hastalıkları önleyebilen sistemlere, projelere, gelişmelere aktarması gerekir. Dünya böyle yapıyor çünkü! Tedavi elbette önemli, ama erken teşhis ve mantıksız hareket etmeyi önleyici çalışmalar daha da önemli!
Bu anlamda, çocukların ilaçları nasıl akılcı kullanacağı, ilaçları hangi amaçla ve nasıl kullanacağı da son derece önemli. Bunu bilerek yetişen nesillerin ilerde sağlık alanında söz sahibi olacak olmalarını hayal etmek de güzel.


Peki bu konu neden bu kadar önemli?


Elbette ilaçların buzdolabında mı, oda sıcaklığında mı saklanması gerektiğiyle ilgili yığınla bilgi var etrafta. En doğru bilgiyi eczacılar size verecektir. Çünkü doğru bilinen epeyce yanlış var hayatımızda. Ama bence daha önemli olan bir şey var ki, çocuklar anne babaların kendi kendilerine teşhis ve tedavilerine şahit olarak büyüyorlar. Bu davranışı benimseyip geliştirebiliyorlar. İşte bu algının ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalar yapılmalı. Öyle ya, grip olunca antibiyotiğe sarılan annesini, kalbi ağrıyınca hemen dil altına sarılan babasına inanmasın da kime inansın?!!
Biz anneler hemen şimdi başlamalıyız eğitime. İlaçları önümüze alıp anlatmalıyız, neden bunu şeker gibi kullanmamamız gerektiğini. Belki bana kızanlar olabilir aranızda ama bir anımdan bahsederek yazımı bitireceğim.


Bizim evde buzdolabında saklanmasına gerek olmayan bazı ilaçlar (şuruplar, ağrı kesiciler, vitaminler gibi) salonda bulunan bir çekmecede durur. Alışkanlık işte. Toprak artık orayı keşfetmeye başlayınca, bir gün tüm ilaçları oradan çıkarıp önüne serdim. Bunların yenilemeyecek bir şey olduğunu, tadının da kötü olduğunu söyledim. E anlamadı tabi. Denemesi lazım. Evet işte bu noktada bana kızmayın ama, tam olarak hatırlamıyorum hangisi olduğunu, içlerinden bir tanesini diline değdirdim. Yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz. Belki tesadüf bilemem ama, bir daha asla o dolaba yaklaşmadı. Merak etmedi, işi olmadı adamın yani orayla!


Akıcı ilaç kullanımı herkes için şart ve elzem. Ama bence çocuklarımız için daha da elzem. Güzel bir nesil, sağlıklı bir nesil böyle yetişsin, ne dersiniz?


Hoşçakalın


Ayşen Çatak Yalman

Yazının devamı...

"Elektrik aldım, çay içelim" demenin nesi yanlış?

Hatırlıyorum, bir zamanlar evlendirme ajansları ve internet siteleri vardı. Ne ayıplanmışlardı, ne dışlanmışlardı. Bu büroların kapısından içeri girerken görülmemek için şapka ve gözlükle kendini gizleyeme çalışanı mı ararsın, peruk takıp geleni mi? Eski çalıştığım işyerinin komşusuydu da böyle bir bir yer oradan biliyorum. Hatta bir keresinde haberini yapmıştım da, kamerayla içeri girdiğimizi gören vatandaşlar çil yavrusu gibi dağılmışlardı. “Evlenmek istemenin nesi ayıp yahu” diyebilmiştim kısık bir sesle sadece. Evet, ayıptı, edepti. Bunu gurur yapanlar vardı. Nereden bileceklerdi ki, “Kız kurusu” , “evde kalmış” yakıştırmalarına inat, pıtrak gibi türeyen evlendirme programlarının bu kadar reyting alacağını, herkesin göğsünü gere gere buralara doluşacağını. Bilseydi Hasan amcam, gizler miydi kimliğini ismini yazdırdığı ajansın kapısından içeri girerken.

Benim sayabildiğim halihazırda 5 tane evlendirme programı var şu anda canlı yayınlanan. Hepsi de seyirci açısından full çekiyor. Orkestrası var, psikoloğu var, avukatı var, hatta yer yer cast ajanslarından seçilmiş oyuncular da var. Ortamı şenlendiriyorlar. Farklı iki kanalda kendine eş aramaya gelen bir beyefendi yakalandı böyle geçtiğimiz günlerde. Meğer cast ajansından seçilmiş bir oyuncu değil miymiş… Eskiden evlendirme programı sunan Seren Serengil’in bir demecini okumuştum “Oyuncu seçerdik ajanslardan, kavga çıkartırlar, konuşurlardı daha güzel reyting alıyor” diye iğrenerek itiraf etmişti. Bunun böyle olacağı belliydi zaten de, hepimiz evcilik oynamıyor muyduk zaten. Kandırılmak istemiyor muyuz zaten. Hadi yapmayın! Teyzem göbek atıyor, sonra oturup ağlıyor birden aşk kadını olduğunu söyleyip taliplerini arıyor. Hangi gerçeklikte var ki bu? Daha neler yok ki bu programlarda. Kendine ait bir jargonu bile oldu; “çay içmek, elektrik almak, kriterlere uymak, yorum almak”… Ruh eşini arayanlar mı istersin, hayatının kadınını bekleyenleri mi ararsın, zengin koca isteyenleri mi… Her şey var bu dünyada. Kutlamalı ama programa katılanları. Bu nasıl bir istidattır ki, bu kadar inandırmış, şimşekleri üzerine çekmiş.

Evet evlilik kurumunun son derece ciddi bir kurum olduğunu biliyoruz. Ne bir çay içmekle açıklanabilecek, ne de elektrik alamadım diyecek kadar da pamuk ipliğine bağlanacak. Öyle değil elbet. İşte yıllardır hepimizin tartıştığı, sosyolojik birer vaka olarak gördüğü, hatta kimilerinin “toplumsal yozlaşmanın kaynağı” diyebilecek kadar nefsaniyet içinde olduğu bu programlar, evlilik kavramına dair bildiğiniz her şeyi temize çekiyor. Çekiyor çekmesine de, bu kadar anlam yükleyip de, “Allah Allah” nidalarıyla “Vurun” demenin de manasını çıkarabilmiş değilim. Medya dünyasının içerisindekilerin konuyu bu kadar içselleştirerek acımasızca eleştirmelerine gülüyorum. Yerden yere vuruyorlar, programlar kaldırılsın diye ne propagandalar yapıyorlar. İlk bakışta belki bir ayağı çukurda olan yaşını başını almış kişilerin evlenmeye gelmeleri, aşkı aramaları, gencecik kızların zengin koca avına çıkmaları garip görünüyor olabilir. “Ne yani, evlenmek onların hakkı değil mi?” diye eleştirilebilir de bu düşünce. Ama çok açık ki, ünlü olmaya geldiği belli olan kişilerin iticiliği kadar da itici olamaz bu programlar. Eğitici, öğretici programlar istiyoruz ya her fırsatta, bütün programlar TRT ciddiyeti taşımalı mı ki? Çoktan seçmeli tv programları sunuluyor sonuçta izleyicilerin beğenisine. Daha ilk bölümden elenen diziler de bunun göstergesi değil mi zaten. Zira seyirci, en zayıf halkayı eleyiveriyor ekranlardan. Lakin televizyon programlarının “yoz”luğa doğru evrildiği bu yeni medya düzeni içerisinde kendine yer bulmuş evlilik programlarını bu denli tukaka yapmayı doğru bulmuyorum. Televizyonlardaki programları belirleyen, bir nevi algı yöneticileri, halkın nabzını çok iyi tutuyor bence. Halk ne istiyorsa onu veriyorlar görüşüne katılmıyorum zira bunun bir algı yönetimi olduğunu düşünüyorum ve gayet başarılı bir biçimde işliyor çarklar. Dolayısıyla çok da entel cümleler kurmaya gerek yok. Toplumun % 70 ini oluşturan, ekranların % 90 ‘ını oluşturan bu “alan ve satan memnun” durumun sanıyorum bir süre daha değiştirmenin imkanı yok.

Evlilik programlarına dönecek olursak, belli ki sevilmiş, tutulmuş. Bir tiyatro sahnesi kurulmuş, vatandaşlar figüran. Müthiş bir prodüksiyon, müthiş bir senaryo. Reyting rekorları kırıyor. Dram da var içerisinde, merak da, aşk da, kahkaha da. Hatta göbek atıyorlar, orkestrası var. Eğleniyorlar, eğlendiriyorlar arada “evlendiriyorlar.” Hepsi düzmece değil elbet. Ama evlilik programlarının yurdum aydın kesimiyle bu denli müstebata düşmesi de ilginç. Asıl, “her şeyi eleştirme dürtüsü” sosyolojik bir vaka bence. Kızgın, yorgun, evrimini tamamlayamamış beyinlerin, insanın kendine oynadığı bir oyun bence. Karşı koyabilirsen ala, koyamazsan olursun böyle mazkara.

Gerçek hayatla, beyaz cam arasındaki farkı bilmek, anlamak herkese nasip olmasa da, içimizden birileri, her konuyu toplumsal boyutuyla tartışsa da, gerçek şu ki; nöropazarlama tekniklerini de içerisinde barındıran bu sistem, kendi çizgisinde ve sınırları içerisinde gayet başarılı. Sadece eleştirmek yerine, meseleye bir de bu yönden eğilmek gerek!

Ayşen Çatak Yalman

Yazının devamı...

Kardeşlerimdir güçsüzlüğümde bana gelen çarem…

Evlendiğinizde mutlaka karşılaştığınız ilk şey acilen bir çocuk sahibi olmanız gerektiği tavsiyelerdir.Tüm aile büyükleri geçip de karşınıza, önce artık bir çocuğunuz olmalı der; omuzlarınızdaki baskı giderek artar.

Artık bu cümlelerden mideniz bulanacak kadar duymaya başladığınızda, bu yaşadıklarınızın sadece filmin fragmanı olduğunu anlarsınız.

İlk bölümü atlatıp de ikinci bölüme geçtiyseniz şayet, yani bir çocuğunuz olduysa şayet, benzer cümleleri duymaya az kalmıştır, korkutmak gibi olmasın! “Eee kardeş ne zaman geliyor”
İyi niyetli olduklarını düşünerek çoğu zaman gülerek geçiştirmeye çalışırsınız. Her geçen gün artar sorular; “ne zaman, ne zaman, ne zaman kardeş gelecek” diye… Hayır aile planlaması üzerine master yapmışlar desem, kendimi avutsam, yalan! Meselenin geleneksel, ahlaksal ve yaşam koşulları temelinden bahsetsem, boş! İyisi mi susayım diyorum. Allah Büyük diyorum. Hayırlısı neyse olsun, çok şükür sağlığımız yerinde diyorum, ki gerçekten böyle düşünüyorum. Bu bölümü atlatıyoruz, şöyle bir senaryo ile karşılaşıyorum: “Yalnız büyüyen çocuklar huysuz, bencil, problemli, paylaşmayı bilmeyen, başarısız, güvensiz ve önyargılı olurlar”

Buyur!

Belki bir kısmı kabul edilebilir. Ama bu kadar olamaz, yani tek sebep bu olamaz. Şimdi sırf oyuncağını paylaşacak bir kardeşi yok diye bencil mi olacak, ya da sokakta kavga ederken yanında kendini savunacak bir kardeşi olmadığı için güvensiz mi olacak? Hiç sanmıyorum.

Elbette tek büyümenin verdiği bir takım duygular oluşacaktır. Belki yalnızlık duygusunu derinden hissedecek, belki korkuları artacak. Ancak, bunu sadece kardeşi olmamasına bağlamak bence büyük haksızlık. Anne baba olarak üzerimize düşeni yapmayıp, sorumluluktan kaçıp çocuğun tüm zeka, beden ve ruh gelişimini “kardeş”e bağlamamız ise ayrı bir fenomen. Gelecek kardeşe bindirilen yüke bakın…
Lakin tüm bu sözlerimden, “kardeş” kavramına karşı olduğum düşünülmesin. Bilakis kardeşliğin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu bana gösteren şahane kardeşlerim var. Sadece benim burada karşı olduğum şey, insanlara hayatlarıyla ilgili sürekli uzman edasıyla tavsiyelerin verilmesi. “Büyük sözü” diye bir şey var sonuçta. İnanmak ve hatta biat etmek gerek!

Biz 4 kardeşiz. Ayten, Burhan ve Orhan adında, her birimizin ayrı şehirlerde yaşadığı kardeşleriz aslında. Bazen keşke daha çok kardeşim olsaydı derim içimden. İnsanın başını yaslayabileceği, en baba sırlarını anlatabileceği, en acı olayları paylaşabileceği kişidir kardeşi insanın. Kardeşim başımın tacıdır. Kardeşlerimle çocuklarımızı buluşturduğumuz anların mutluluğu ise bambaşkadır.
Bu nedenle hep şükrederim, kardeşim olduğuna. Çocuğum olduğuna. Ve demek isterim ki, hoş geldiniz hayatıma hepiniz ayrı ayrı. Oğlum, nar tanem ablam, can abilerim, tatlı yeğenlerim. Hoş geldiniz, iyi ki geldiniz.

Aldığım her nefeste; dünümde, bugünümde, yarınımda kardeşlerim vardı benim.

Kimi zaman aydınlık bir ufka döndüğümde yüzümü, ardımda bıraktığım tüm karanlığa inat; kardeşlerimdi iyi gelen, güçsüzlüğümde çareme. Yasladığımızda her korkuda omzuma, omzuna ve omzumuza başımızı, beyaz çiçeklerden yatak örtüsü oldu varlıkları.

Birdik, tektik, çoğaldık. Dallarımız çiçeklendi, birbirimizi saran. Hoş geldik dünyalarımıza. Varlığımıza bahar dalları olduk.

Ayşen Çatak Yalman

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.