SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Kendime yolculuk

Aralık ayı geldi. Yine koca bir yılı bitirdik .

Yakında tüm tv’ler, sosyal mecralar, 2021 yılının nasıl geçtiği ile ilgili bir dolu haber yapar. Yıla damgasını vuran ilginç olaylar gündeme getirilir diyeceğim, ama zaten yılın neredeyse her günü, “ bir korku tünelinden toplu geçmeye çalışıyormuşuz” gibi değil miydi zaten.

Hastalıklar, ekonomik krizler, doğal afetler, kadın cinayetleri, ve daha neler neler... Kontrol edemediğimiz, bize bağlı olmayan ne çok şey yaşandı.

Elbette bireysel hikayelerimiz de güzelliklerde oldu. Bahar geldi, çiçekler açtı.

Doğa cömert yüzünü her şeye rağmen insandan esirgemedi. Ve yine kış yüzünü gösterdi, narlar, ayvalar, kestaneler, nergisler yeni yılın habercisi kokinalar çıktı. Kısacası hayat çok da bize sormadan kendi döngüsünü öyle ya da böyle yaşıyor.

Demem o ki günler geçiyor.

Bazen hayata, bazen de kendime sorular soruyorum. Cevabını bulmakta zorlandığım sorular.

Ne zor şey insan olmak diyorum.

Karmakarışık duygular, inişler çıkışlar, beklentiler, umutlar, hayal kırıklıkları içinde, “acaba hayatta doğru yerde miyim” diye sorguladığım çok şey oluyor.

Ya da doğru yer var mı , varsa neresi ?

Yapmam gerekenler veya hali hazırda yaptıklarım ile yapmak istediklerim arasındaki ince çizgide, ben gerçekten neredeyim?

Kendi hayatımın anlamına dair ciddi sorularım var .

Cevaplarını nerede aramalıyım?

Geçmişte mi? Şimdide mi? Yoksa Viktor Frankl’ın dediği gibi: geleceğin ışığında mı?

Hangi doğru sorunun cevabı nerede saklı? Sizin de sorularınız var mı kendinize?

İyimser olmak? Umut etmek? Hedefleri olmak? Güçlü olmak? Mutlu olmak?

Bizden istenen hayatı mı yaşıyoruz? Yoksa kendi hayatlarımızın mimarı mıyız?

Ben kimim?

Ya duygularım, farkında mıyım onların?

Sevdiklerim, sevmediklerim, hayal kırıklıklarım, umutlarım ve ben tüm bunların neresindeyim?

Kendim için en son ne yaptım? Gerçekte ne yapmak istiyorum? Olduğum ve bulunduğum yer doğru mu?

Onlarca soru içerisinde ben neredeyim? Kendimle doğru iletişimim var mı ? Kendimi bulunduğum yerden olmak istediğim yere nasıl götürebilirim?

Ne değişirse ben değişirim? Ya da değişmeli miyim?

Hazır mıyım kendi içsel bir yolculuğuma çıkmaya ve alışılagelmiş ezberleri sorgulamaya.

Her türlü beklentilerimiz, yapmak istediklerimiz, kaçırdığımız fırsatlar, zaaflarımız ve insan olmaya dair daha birçok şey, yaşamak için anlam arayışımızda bizi hayata bağlıyor. Çünkü insan sadece madde değildir, aynı zamanda bir “zihin” varlığı olan insan; anlam arayışını sürdürüp, kendini, etrafını, dünü, bugününü ve yarını sorgular.

Anlam dünyamız, düşünce kalıplarımız, ön yargılarımız, varsayımlarımız, akıl yürütmelerimiz, ne olduğunu sanmalarımız ve bazen içgüdüsel, bazen de kavramsal dalgalanmalarımız içerisinde hayata anlam katmaya çabalarken gerçekten ihtiyacımız olan şeyin farkında mıyız?

İşte farkındalık, kelimesinin anlamı da bana göre burada ortaya çıkıyor. Yani kendini ve duygularını tanımak, yapabileceklerinin sınırlarını bilmek ve davranışlarımızın anlamını, yaratacağı sonuçları görebilmek… Cesaretle ve dürüstçe kendi hayatına anlam ve yön verebilmek.

Her bir varoluş anımızda, sorgulamalarımızda nasıl hissettiğimiz, neyin iyi neyin kötü olduğu, nasıl davrandığımız yada davranmamız gerektiğinin kalıpları, neyin ahlaki neyin edepsiz olduğu, cesaret, korku, sevinç , utanç, aşk, kariyer, aile, arkadaşlık gibi duygu ve kavramlar içerisinde yaşamın her yönüne ilişkin kavrayışlarımızı nasıl dengede tutacağız?

Hadi sorun kendinize sorularınızı, korkmadan önce sorun..

“Farkındalık” diye çok konuşuyoruz ya, yani “bir şeyin bilincinde olma hali, ” peki kendimizin ne kadar farkındayız ?

“Şu anda ne yaşıyorum” demezseniz ve düşüncelerinizi, duygularınızı, bedeninizi gözlemlemezseniz farkındalığınızı hiçbir zaman gerçek manada geliştiremezsiniz. Geçmiş ile gelecek arasında savrulur gidersiniz.

“Bir yüce sanattır yaşayabilmek “diyor Jack London ve bakın ne güzel anlatıyor hayatı;

Yaşama başladığımızda her birimize birer blok mermer ve onu işleyebileceğimiz avandanlıklar verilir. Bu mermer bloklarımızı kimimiz, ya el değmemiş biçimiyle ve tüm ağırlığıyla arkamızda sürükleriz, ya parçalayıp çakıl taşı gibi döker, yerlere saçarız. Ya da görkemli bir biçimde işleyerek ona ve dolayısıyla kendi yaşamımıza, örnek oluşturacak bir biçim ve anlamı veririz.

Ne denli nitelikli olursak olalım, daha iyi bir yaşama ancak, bunu kendimiz için düşleyebildiğimiz ve kendimize, ona sahip olma izni verdiğimiz zaman ulaşırız.

Kendimize yaptığımız yolculukta bilmeliyiz ki;

"Ya özürler ediniriz, ya da sağlık, aşk, uzun ömür, anlayış, macera, para, mutluluk sahibi oluruz. Hayatımızı bizler, seçimlerimizin gücüyle tasarımlarız. Yanlış seçimler yaptığımız zamanlar, hayatımızı kendi kendimize tasarımlamadığımız zamanlar, en mutsuz olduğumuz zamanlardır."

"Her güçlü düşünce, kesinlikle hayranlık uyandırıcı ve biz onu kullanmaya karar verinceye kadar kesinlikle yararsızdır."

"Mutluluğa dönüşmeyecek felaket yoktur; felakete dönüşmeyecek mutluluk yoktur."

"Dünyada kalış süremizi tamamladıktan sonra önemli olan tek şey, sevmeyi ne denli başarabildiğimiz ve sevgimizin ne denli çok kişiye ulaşabilmiş olmasıdır.”

Bilinçli farkındalığın yolumuzu açtığı, güzel bir yıl dilerim.

Yazının devamı...

Meme kanserine yakın bakış 3

“Meme kanserinde farkındalık” yazı dizimizin 3.sinde konuğumuz, Meme Cerrahisinin Uzman isimlerinden Prof. Dr. Abdullah İğci. Yıllık rutin kontrollerde veya şüpheli durumlarda gidilen ilk doktorlardan birisidir cerrahlar. Burada en önemli noktalardan birisi tıpkı radyolojide olduğu gibi, meme konusunda uzman bir cerrah ile işbirliği yapmaktır.

Tanısı konan hastalarda cerrahın başarısı hastalığın seyri üzerinde hayatı bir öneme sahipken, hastanın daha sonraki kozmetik konforu ve psikolojisi içinde ehil ellerle işbirliği yapmak çok önemlidir.

Değerli hocamız Prof. Dr. Abdullah İğci ile, “risk faktörleri, gen mutasyonu, meme cerrahisi ve daha bir çok konuyu konuştuğumuz sohbetimizi sizlerle paylaşıyoruz.


Hocam, “Bir kadın olarak meme kanserine yakalanma riskimiz” nedir?

Her 8-10 kadından biri yaşamı boyunca meme kanserine yakalanma riski taşır ve bu risk ilerleyen yaşla birlikte artar. En sık 50-60 yaşlarında görülmekle birlikte ülkemizde 40 yaş altında yaklaşık %18 oranında görülmekte. Bu nedenle ülkemizde erken yaşlar da bilinçlendirme gerekir. Meme kanserinin % 15 i genetik veya ailesel yatkınlık ile olur. %85'inin ailesinde meme kanseri yoktur. Meme kanserinin % 1 i erkekler de görülmektedir. Erken tanı olanakları ve gelişmiş tedavi yöntemleri ile meme kanseri çok yüksek oranda tam olarak tedavi edilmektedir.

Risk faktörleri nelerdir?

Başlıca risk faktörleri; Ailede meme kanseri olması , hiç doğum yapmamış olmak, eken adet görmek ve geç menopoz, menopoz döneminde hormon replasmanı almak, daha önce göğüs duvarına ışın tedavisi yapılmış olması, obezite ve aşırı alkol tüketimi.

Genetik meme kanseri nedir?

Kalıtsal meme kanserlerinin büyük kısmı BRCA ½ genlerindeki bazı mutasyonlara bağlıdır. Bu genler kontrolsüz hücre çoğalmasını engelleyen yani tümör baskılayıcı genlerdir. Bu genlerde mutasyon olması meme ve yumurtalık kanseriyle ilişkilidir. BRCA1/2 mutasyon taşıyıcısı olan bir kadında 70 yaşına kadar meme kanseri olma oranı yaklaşık yüzde 50-70, yumurtalık kanseri olma ihtimali yüzde 40-50 civarındadır. Son yıllarda BRCA genleri dışında meme kanseri ile ilişkili mutasyon olan yaklaşık 22-24 gen (p53, PAB50, gibi) daha tespit edilmiştir.

Gen mutasyonu olması durumunda ne önerilir?

Meme kanseri gen mutasyonu olan kadınlara meme kanseri olmadan önce profilaktik mastektomi, yani her iki memesinin içi boşaltılır ve yeni meme (rekonstrüksiyon) yapılır.

Ailede meme kanseri olan kadınların hiçbir test yapmadan her iki memesini aldırtmak istemesi uygun değildir. Ailesinde meme kanseri gen mutasyonu taşıyanlarda meme kanseri gen mutasyonu ihtimali mutlak değildir. Annede var ise kızında hemen hemen mutasyon olma ihtimali yüzde ellidir.

Genetik test kimlere yapılmalıdır?

Ailede daha önce saptanmış gen mutasyonu olması, genç yaşta(özellikle 40 yaş altı) meme kanseri, Triple negatif (ER-, PR-, HER2-) meme kanseri, iki taraflı meme kanseri, birinci, ikinci, derece akrabalarda iki veya daha fazla meme kanseri olması gibi durumlarda genetik test yaptırılabilir.

Meme kanserinde hedef erken tanıdır. Erken tanı için kadınların; bilinçlendirilmesi, bilgilendirilmesi, özellikle 20 yaşından sonra ayda bir kez menstrüasyondan 3-4 gün sonra kendi memesini muayene etmeyi öğrenmeli ve yapmalı. Memesinde farklı bir kitle tespit edildiği durumlarda doktora müracaat etmelidir. Aylık düzenli muayene memedeki kitleyi fibrokistik yapılardan ayırt etmeyi sağlar. 40 yaşından sonra yılda bir kez mamografi ve doktor muayenesi yapılmalıdır. Aile riski yüksek olanlarda kontrollerin 35 yaşından itibaren yapılması uygun olur.

Meme kanserinin belirtileri nelerdir?

Meme de kitle, şekil bozukluğu, sertlik, kızarıklık, kabuklanma, meme başından kanlı akıntı, meme derisinde çekilme, meme başının içeri çekilmesi, koltuk altında sertlik olması gibi belirtiler önemlidir. Bu gibi durumlarda mutlaka hastaneye müracaat edilmeli özellikle meme hastalıkları ile uğraşan bölüme ve gerekli tetkikleri yapılmadır. Asıl hedef bu gibi belirtilerin oluşmasından önce memedeki değişiklikleri saptamaktır.

Önemli bir durum da meme de ele gelen her kitle kanser değildir. Memede ki kitlelerin yüzde 90 ı kist veya iyi huylu kitlelerdir.

Tedavide nasıl bir yol izliyorsunuz?

Meme kanserinin tedavisi Mültidisiplinerdir. Radyolog, cerrah, patolog, onkolog, radyasyon onkoloğu, plastik cerrah, fizik tedavi uzmanı, psikiyatristin katkıları ile tedavi edilmektedir.

Meme kanseri tanısı konan hastaların tedavisi planlanırken; öncelikle evresine karar verilir, sonra meme içindeki kanserin tek odak mı yoksa memenin birçok yerinde başka kanser odakları var mı diye bakılır. Tru-cut biopsi ile alınan dokudan bakılan kanserin biyolojik özellikleri ( ER, PR, HER2, Ki-67) önemlidir. Koltuk altındaki lenf bezlerinde metastaz olup olmadığına bakılır. Eğer koltuk altlarında lenf metastazı varsa veya memedeki sertlik çok büyük ise önce kemoterapi ile tedaviye başlanarak kitlenin küçülmesi ve koltukaltındaki lenf bezinin içindeki kanser hücrelerinin yok olması sağlanır sonra cerrahi yapılır.

Meme cerrahisinde nasıl bir yol izliyorsunuz?

Hastanın durumuna göre Meme koruyucu cerrahi veya Mastektomi yapılabilir. Meme koruyucu cerrahi de ; memede tek kitle varsa kitle çevresindeki yaklaşık bir cm'lik normal doku ile birlikte çıkarılır. Mastektomi ise memenin alınmasına denir. Bu durum meme içinde birçok odakta kanser var ise yapılar. Bazı durumlarda meme başı koruyucu mastektomi yapılır, bunda memenin derisi, meme başı alınmaz meme dokusunun tamamı çıkarılır. Yerine silikon implant veya hastanın kendi kas dokusu konabilir.

Koltuk altı lenflerinin alınması gerekir mi?

Önceki yıllarda koltukaltındaki lenf bezleri temizlenirdi. Son on yıllarda memeden koltukaltına drene olana lenf kanallarının döküldüğü ilk lenf bezi (Sentinel lenf nodu) bulunup çıkarılmaktadır. Bunun bulunması için memeye boya veya radyoaktif kolloid verilir. Ameliyat esnasında çıkarılan lenf bezine patolojik inceleme yapılır. Lenf bezinde metastaz yok ise diğer lenf bezleri çıkarılmaz. Eğer metastaz varsa uygun ise diğer lenf bezleri çıkarılır. Koltukaltındaki lenf bezlerinin temizlenmemesi daha sonra kolda lenf ödem olmasını engellemektedir. Ameliyat sonrası alınan parçaların ayrıntılı patoloji sonuçlarına göre Kemoterapi, Radyoterapi, Endokrin tedavi yapılır. Bazı kanser hücreleri hormonlara karşı duyarlılığını gösteren reseptörler taşırlar bu reseptörleri taşıyan hastalara Tamoxifen, Anastrozol gibi ilaçlar verilir.

“Tekrar geri gelir mi” kaygısı da çok yaşıyor sanırım hastalar.

“Hastalığı ve tedavisini bitirdikten sonra düşünmeyi bırakmak lazım. Böyle davranarak ümmin sisteminizi baskılarsınız. Aslında kanser hücreleri hepimizde var. Sağlıklı çalışan ümmin sistem bu hücreleri yok ediyor. Ancak aşırı kaygı, negatif düşünce ümmin sistemi zayıflatıyor ve işte o an kötü hücre büyümeye başlıyor, harekete geçmiş oluyor. “Rahatsızlığı geri gelen hastalarımda şunu görüyorum, hasta gelip diyor ki; “3 yıl önce büyük bir üzüntü yaşadım hocam, şu oldu- bu oldu” İşte o büyük üzüntülerde, kanser hücresi büyümeye başlıyor. Ümmin sisteminizi korumalı ve rutin kontrollerinizi atlamamalısınız.

Yazının devamı...

Meme kanserine yakın bakış 2

“Meme kanserinde farkındalık” yazı dizimizin 2.sinde konuğumuz, Radyoloji Uzmanı Prof. Dr. Erkin Arıbal. Uzmanlık alanı itibarıyla gerek rutin taramaların gerekse şüphe duyulan durumların en önemli kısmında yer alan radyolojik süreçlerde işinin ehli uzmanlar tarafından görülmek son derece önemli. Maalesef gözden kaçırıldığı, takip gerektiği halde fark edilemediği için sonuçları istenmeyen noktalara giden bir çok vakayı da göz önünde bulundurduğumuzda özellikle Meme Sağlığı üzerine çalışan Meme Kliklerinde Uzmanlaşmış Radyoloji Uzmanlarıyla bu süreci yönetmek hayati öneme sahip.

Özellikle” Meme” konusundaki çalışmaları ile bilinen Değerli Hocamız Prof. Dr. Erkin Arıbal ile sizler için “rutin taramaların ve erken teşhisin önemini, bu taramalardaki güncel uygulamaları konuştuk.


Erkin Hocam erken teşhisten ne anlamalıyız?

Bu sorunun cevabına şöyle başlamak isterim. Öncelikle aslında meme kanserine karşı kadınları 2’ ye ayırmak gerekir. Risk altında olanlar ve riski olmayanlar. Riski olmayanlarda, yani sokaktaki herhangi birine biz 40 yaşından itibaren yılda bir kez tarama mamografisi ile başlamasını öneriyoruz. Bunu her yıl tekrarlanmalıdır.

Sadece mamografi yeterli mi?

Hayır. 40 ile 60 yaş arasında kadınların yaklaşık %50’sinde meme dokusu çok yoğun olduğu için mamografi tek başına yetersiz kalabiliyor. Mamografiye, ultrason veya tomosentez gibi ince kesitli detay veren tetkikler ekleyebiliyoruz.

Tomosentez nedir?

Aslında yine bir mamografi cihazı ancak daha ileri bir teknik ile memenin 3 boyutlu görüntülenmesi ve ince kesitler sayesinde detaylı incelenmesi sağlanabiliyor.

Sanki hanımlar mamografiden biraz çekiniyor.

Maalesef, şöyle bir yaklaşım var.” Ben ultrason yaptırırım, mamografi yaptırmam” diye. Halbuki mamografinin çok erken meme kanserlerini gösterebilme becerisi var. Ultrasonda bu beceri zayıf. Ultrason tamamlayıcı bir yöntem, hiçbir zaman “ben ultrason çektireyim, mamografi çektirmeyeyim” doğru bir yaklaşım değil. Bu şekilde erken meme kanserlerinin atlanma olasılığı var. Bir örnek vermek isterim. 42 yaşında genç bir kadın meme görüntüleme merkezimize geldi ve gergin bir yüz ifadesi ile mamografiye inanmıyorum çektirmeyeceğim dedi. Bu konuda deneyimli asistanım kendisine mamografinin meme kanseri taramasında ilk etkin yöntem olduğunu, ultrasonografinin ancak mamografiye ek olarak yardımcı bir tetkik yöntemi olarak kullanıldığını ve merkezimizde ultrasonografiyi mamografiyi gördükten sonra yapmayı tercih ettiğimizi açıklasa da o bu konuda karalıydı. “Siz önce ultrason incelememi yapın gerekirse mamografi yaparız” diye sözünü bitirdi. Ultrason tetkiki normaldi. Konuyu asistanımdan öğrendikten sonra hemen kendisi ile görüştüm ve 40 yaş sonrası mamografinin önemini anlattım. Ülkemizdeki meme kanserlerinin yarısının 50 yaş altında olduğunu, merkezimizde taraması yapılan meme kanserlerinin %25’inin yani 4 kişiden birisinin kanserinin ultrasonda görünmeyip sadece mamografisinde çıktığını anlattım ve maalesef ikna ettiğimiz bu hastamızın da mamografisinde çok erken dönemde olan “insitu kanser” olarak adlandırdığımız kanser türüne rastladık. Yani radyasyondan korktuğunu, mamografinin can acıtan bir işlem olduğunu düşünen hastamızı ikna etmeseydik ilerleyen zamanda çok daha büyük sorunlarla uğraşacaktık.

İnsitu kanser nedir?

Sadece süt kanalları içinde hapsolmuş, invaze olmamış çok erken dönem kanserlerdir. Meme kanseri genellikle önce süt kanalının, süt bezlerinin içinde başlar, zamanla bunları parçalayıp dışarı çıkar. İşte bu kanalları parçalamadan içeride hapsolmuşken yakaladığımız kanserler en erken safhadır. Bunu da gösterebilen en basit tetkik mamografidir.

Hocam mamografide ne kadar radyasyon alınıyor?

Uzun bir uçak yolculuğunda alınandan fazla değildir ve memeyi ne kadar iyi sıkıştırırsak alınan doz da o kadar az olmaktadır. Ayrıca deneyimli bir teknisyenle çekimde yaşanan rahatsızlık çok daha az olmaktadır. Diğer taraftan elbette ki eğer özel bir neden yoksa sık aralıklarla da çektirmemek gerekir.

Biyopsi gerektiren durumlarda, biyopsinin kitlenin dağılmasına bir etkisi var mıdır?

Biyopsi meme hastalıklarının tanısında vazgeçilmez bir yöntemdir. Güvenlidir ve kitlelerin yayılmasına neden olmaz.

Memesinde yaşadığı sorundan utanan çekinen kadınlar var öyle değil mi?

Maalesef, büyük şehirlerde kadınlar artık daha bilinçli olsa da, özellikle taşrada hala kadının utanıp, ihmal ettiği bir durum var. Memesindeki değişimin farkında olup, artık açık yaralarını gizleyemediği için kliniklere gelen hastalar artık çok azalmış olsa da utanma nedeni ile geç gelen hasta sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. O yüzdendir ki meme kanseri çok önemlidir, zira kadınlarda en sık görünen ve ihmal yüzünden en sık öldüren kanserlerin başında gelir. Oysa ki erken tanısı mümkündür ve erken tanı ile tam tedavisi yapılmaktadır.

Böyle bir ihmal hikayesi alabilir miyiz sizden?

Checkup yaptırmak için gelen 38 yaşında bir hastamızın ultrason tetkikinde şüpheli bir bulgu bulup mamografi ve MR çektirmeyi önerdik. Kendisi yoğun toplantıları olduğu ve yönetici konumunda olduğu için yıl sonu bütçe kapamaları bulunduğunu ve daha sonra boş bir zamanı olduğunda gelebileceğini söyledi. Araya pandemi dönemi de girince bize gelmesi 10 ay kadar gecikti. Bu sefer geldiğinde hastalık daha ileri bir evredeydi.

COVID-19 pandemisi sürecinde hastanelere gitmekten korktuk, bu geçen sürenin vakalara etkisi oldu mu?

Maalesef kendi verilerimize dayanarak yaptığımız çalışmada Mart –Mayıs 2020 arası kontrol yapılamadığı için daha sonrasında başvuran hastalarımızın haziran ayı itibarıyla kanserlerinin daha ileri evrede olduğunu saptadık. Bu nedenle olası ikinci bir salgın artışında, tüm hanımlara kendi kendilerine muayenelerini daha sık ve dikkatli yapmalarını ve en ufak bir şikayette meme konusunda uzman kliniklere başvurmalarını tavsiye ederim.

Son Söz:

Kendinizi muayene etmekten çekinmeyin, bir bulgu varsa bir meme merkezine başvurun. 40 yaşından sonra yıllık mamografi kontrollerinizi ihmal etmeyin, eğer ailede meme kanseri veya yumurtalık kanseri öyküsü varsa meme kanseri riskinizi muhakkak danışın.

Yazının devamı...

Meme kanserine yakın bakış

Bu yazı dizisi, meme kanserinin ne olduğu, geçiren kişilerde oluşturduğu duyguların anlaşılması, erken tanının önemi, süreçte nasıl yol izlenmesi gerektiğine ışık tutulması amacıyla alanında uzman kişilerle yapılmıştır.

Meme kanserinden korunma, tanı ve tedavi konularını ve merak edilenleri, Genel Cerrah Prof. Dr. Abdullah İğci, Medikal Onkolog Prof. Dr. Gül Başaran, Radyolog Prof. Dr. M. Erkin Arıbal ve Onkoloji Diyetisyeni Dilşat Baş ile konuştuk.

Özellikle Meme kanseri konusunda uzmanlaşmış değerli hocalarımız, dünyadaki son gelişmeleri de içeren bu yazı dizisine “ülkemizdeki ve dünyadaki son gelişmeleri” de aktararak katkı sağladılar.

İlk defa bir Türk Hekimi bu yıl Ekim ayında ESMO’ya konuşmacı olarak davet edildi.

Dünyada yapılan çok önemli konferanslarından birisi olan “European Society for Medical Oncology” ESMO’ ya bu yıl ilk defa bir Türk hekim konuşmacı olarak katıldı. Medikal Onkolog Prof. Dr. Gül Başaran’ın konuşmacı olduğu ESMO’da, (detayları röportaj kısmında yer alan) “Erken evre her iki pozitif meme kanserinin tedavisinde güncel yaklaşımı ve gelecekte önem taşıyan noktaları” özetledi.

MEME KANSERİ NE HİSSETTİRİR?

Elbette ki her insan farklı. Olaylara bakışı, duygularını yaşama şekli farklı ama aynı şeyi yaşayınca benzer çok şeyde yakalanabiliyor. İşte bir örnek hikaye…

Hayatın içinde bazen kendimizi bambaşka pencerelerin içerisinde buluruz. Hiç düşünmediğimiz şeyler başımıza gelir. Beni bulmaz denilen şeyler, yanı başımızda beliriverir. Acısıyla tatlısıyla uzun bir yoldur hayat. İlerlerken neleri topladığımız, neleri geride bırakıp devam ettiğimiz, mücadeleci ruhumuzdan, bakış açımızdan o kadar etkilenir ki kimimiz için bütün zorluklarıyla birlikte yaşanması gereken güzel bir armağandır.

Bu zorluklar içerisinde sanırım insanı en etkileyenlerin başında zor hastalıklar geliyor ve bunlardan bir tanesi de kanser. Adını duymak bile birçok kişi de, büyük bir korku oluştururken, bir kısmımız kendinde, bir kısmımız çok yakınında, en sevdiğinde, eşinde, kızında, kardeşinde maalesef deneyimliyor bu zorlu süreci. Özellikle kadınlarda son zamanlarda çok yaygın olarak görülen “meme kanseri” ise neredeyse sekiz kadından birisinin başında.

Yani hiç de azımsanamayacak kadar yaygın ve hayatın içinde. Ama işte başına gelene kadar kimse kendine konduramıyor.

Peki ya başa gelince nasıl bir şeydir? Nasıl duygular yaratır insanda? Ne yapmak gerekir?

İşte bu yoldan geçmiş bir kadının hikayesi şöyle başlıyor;

“Önce, iliklerinize kadar donuyorsunuz. Gerçeklikle, hayal arasında kalıyorsunuz. Bu konuda öyle bir korku salınmış ki içimize, adeta yaşarken kendi ölüm haberini almak gibi bir şey.”

Evvela yüzleşmek gerekiyor. İlk duyduğunuz da, merak ettiğiniz soru, “bu beni öldürür mü? ” oluyor. Hayat her şeye rağmen o kadar güzel geliyor ki, hele bir de hayatla arası iyi biriyseniz, kalbinizin tam üzerine bir fil oturuyor, kalkmak bilmiyor. Sanki binalar üzerinize yıkılmış ta siz nefes alamıyorsunuz.

Küçük bir evladınız varsa her şey çok daha zor. Anlıyorsunuz ki insan kendinden vazgeçebilir de, evladı ne olacak onu bilemiyor. Siz yokken hiçbir şey yok ama siz var olmanın ne olduğunu biliyorsunuz ya, yokluk hissi çok acıtıyor içinizi. Hayatta kalabilmek için biraz daha süre istiyorsunuz, kainatın tek sahibinden.

Diğer taraftan başta sesi çok kısık çıksa da umut içinize fısıldıyor, “korkma geçecek” Belki ihtiyacınız olan tek kelime bu o anda. Ve aklınıza Nietzsche’nin harika sözü geliyor. “Yaşamak için bir NEDENİ olan herkes, her türlü NASILA dayanabilir.”

Ama yine de soruyorsunuz sorularınızı… Ne olacak, nasıl olacak? O kadar güvenmek istiyorsunuz ki birilerine. Sizi hem anlasın, hem dinlesin, hem teselli etsin, hem umut versin istiyorsunuz. Sesinde ilgi, alaka, sıcaklık, gözlerinde umut arıyorsunuz. Tıpkı çocukluğunuzda en korktuğunuz anlarda bir yakın şefkati bekler gibi, küçücük oluyorsunuz koca bedeninizde.

Otorite ile en büyük imtihanınız bu belki de. Çaldığınız kapılarda umut, bilgi, ilgi arıyorsunuz. Bilseniz nasıl istiyorsunuz size, “en yakınına davranır” gibi davranmasını, anlamasını. Empatiye en ihtiyaç duyulan zamanlardan geçiyorsunuz. İletişimin gücünü, hekimliğin sadece bildiğini uygulamak değil, bir vakadan çok öte, iliklerinize kadar sizi algılamasını, istiyorsunuz. Etrafınıza anlatamadığınız, paylaşamadığınız tüm kaygılara sahip çıkılsın istiyorsunuz. Belki de çok şey istiyorsunuz, ama gerçekten de çok şey “ kanser” kelimesini içine sindirmek.

Sonra başlıyor mücadeleniz, anlamaya çalıştığınız birçok soru ve cevapla.

Öyle geceler ve gecelerin sabahları oluyor ki, siz bile şaşıyorsunuz kendinize. Bazen gücünüze, bazen de acizliğinize.

Kime neyi, nasıl söyleyeceğinizi öğreniyorsunuz bu süreçte. Hasarlar alıyorsunuz.

Tek başına “ acıma” duygusunun yaralayıcı etkisini öğreniyorsunuz. Önceden yaşadıkları deneyimlerle, sizi de diri diri gömenler mi, yüzünüze bakıp ağlayanlar mı?

Her daim pozitif enerjileriyle sizi hayata bağlayan içten destekleriyle yanınızda olan dostlarınızla, arkadaşlarınızla bağlarınız daha bir pekişiyor. Güzel bir aileye sahip olmanın önemi kat be kat ortaya çıkıyor. İnsan beyninin gücüne şaşıyor. Sanki ne öğretirsen onu yapıyor. Belki şaşırtıcı ama “sürekli kanser olabileceğini düşünmek, kanser olmaktan daha kötü.” O yüzden olsa gerek insanların bir kısmı senden uzaklaşmayı tercih ediyor. Çünkü “ acıyla yüzleşmek, onun baş edilebilir bir şey olduğunu”, düşünmek bile çok zor onlar için.

Yani bu işin duygu yönü karma karışık. O yüzden de zaten insanlarla paylaşım çemberini sınırlı tutmak en güzeli. Yoksa bir yığın farklı enerjinin ortasında darmadağınık kalakalıyorsun.

Doktorundan daha çok doktor olan mı istersin, seni senden daha çok düşünen mi? Eline “sen bu reçeteyi yap, şu otla şunu karıştır, git şurada dua et, şuranın suyundan iç” diyen mi, herkesin bir ölümlü vakası var ve vakadan çok doktor suçlu. “Gitmemelisin ona yoksa sende ölürsün...” Mizah kısmı da çok yoğun bu işin…

Başka bir konu da ilk ilaçtan sonra başlayan hesaplar... Dökülen saçlarınızın ilk tellerini omuzlarınızda hissettiğinizde, ilacın bedeninizde yarattığından çok daha büyük bir acı duyuyorsunuz. Tümünü kazıtmak o kadar zor gelmiyor sonrasında. Kel halinizi görmek isteyenlerle, o halinizi görmekten kaçınan yetişkinlerin farklı duygu durumlarını yönetmekte işin başka bir başarı taşı. Ama en güzeli ne biliyor musunuz? Yerine geri gelirken kirpiklerinizin, kaşınızın, saçınızın değerini daha bir anlıyorsunuz, vaktiyle “ fazla kesildi” diye üzüldüğünüz birkaç santime gülüp geçiyorsunuz. Bir de bu süreçte en ilginç yerlerden birisi kuaför koltuğu. Size peruğunuza, bazen aşikâr bazen belli etmeden bakmaya çalışan çekingen gözler var ya, “ rahat ol, bakabilirsin” demek geliyor içinizden. Çocuklar bu konuda çok daha başarılılar. Onların çok umurunda değil, kel ya da saçlı olmanız. Onlar yüzünüzdeki tebessümle daha çok ilgileniyorlar. İnsanlar için ilginç bir başka konu da, meme rekonstrüksiyonuz ve genel cerrahınız ile plastik cerrahınızın başarısına duyulan ilgi. Bu noktada mutlaka başarılı isimlerle bir araya gelin ki, sonrasında etrafınıza mutlu mesajlar ve görüntüler verebilin.

Öğrendiklerimden en önemlisi, KANSER barış imzalanması gereken bir kelime. Her kanser öldürmüyor. Her kanserli, kanserden ölmüyor. Hayatla barışık olmak, iyi şeylere şükür kadar, başımıza gelen felaketlere de “kabul, sabır, yüksek moral ve mücadele gücüyle “ bakmak çok önemli.

Anlatacak, paylaşacak çok şey var belki ama unutulmaması, hayat telaşı içerisinde asla atlanılmaması gereken en önemli konu; “ meme kanserinden korunmak için yıllık rutin kontroller” asla atlanılmamalıdır ve “ erken tanı, hayat kurtarır.” Bir de yaşadığınız an o kadar önemlidir ki, siz gününüze anlam katmaya çalışıp, pozitif bir bakış açısıyla her günü özel kabul ederseniz, hastalık da sizi çok yormadan sessizce gider yanı başınızdan…

KANSER TEDAVİ EDİLEBİLİR BİR HASTALIKTIR!

Esmo’ya (European Society for Medical Oncology) konuşmacı olarak katılan İlk Türk Hekimimiz Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Gül Başaran ile “ Meme Kanserini ve bu konuda dünyadaki son gelişmeleri konuştuk.


Gül Hocam öncelikle kanser kelimesinden bahsedelim. Nedir bu kanser ve neden çok korkuluyor?

Kanser modern çağın hastalığı, nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte, dönemler içinde değişen koşullara paralel , bir takım hastalıklar daha ön plana çıkıyor. 2005 yılına kadar Amerika ‘da kardiyovasvüler hastalıklar en çok öldüren hastalık grubuydu. 2005 yılından sonra kanser en çok öldüren hastalık grubu oldu ve hala bu yerini koruyor. O zamanlarda hepimizin yakın çevresinde kalp hastası olan vardı ama şimdilerde çevremizde veya ailemizde birilerinde sıklıkla rastlıyoruz kansere.

Erken teşhis önemli çünkü kolay bir şekilde hastalığın tedavi edilip şifa bulmasına yani bir daha geri gelmemesini sağlayabiliyor, ancak geç tanı ve metastatik hastalıkta sonuçları hiç istemediğimiz noktalara gidebiliyor maalesef.

Kanser kelimesinden çok korkuyoruz ancak kanserden daha fazla eziyet eden başka kronik hastalıklar da olduğu gibi, kanser olup kanseri atlatıp başka hastalıklardan ölenler de var.

Neden bu kadar arttı?

Kimse kanserin spesifik nedenini bilmiyor. En net bildiğimiz birkaç dış etken var. Sigaranın akciğer kanserinden, mesane kanserine kadar bir çok kanser tipine içerisindeki kanserojen öğelerle neden olduğunu biliyoruz. Alkol de bir kanser etkeni , bazı mikroorganizmalar dokuyu bozarak kansere %25 arttırıyor. Alkol aynı zamanda bir bağışıklık sistemi baskılayıcısı ve bağışıklık sistemi düştükçe riskimiz artıyor. Ama genel olarak bakarsak kanser onun multifaktoriyel bir hastalık yani tek bir nedenle değil, bir çok faktör yan yana gelerek kansere neden oluyor. Temelde olan genlerimizden birinde bozukluk olması bu nedenle kontrolsüz hücre bölünmesini frenleyen mekanizmaların çalışamaması .Diğer faktörler bu ana bozuk gen mekanizmasının üzerine, “tuz biber” gibi geliyor

Günümüzde ne oldu da bu kadar arttı dediğimizde gerçekten net bir neden bilmiyoruz. Uzayan insan ömrü yani ilerleyen yaş da kanser için bir risk faktörü , çünkü yaşlandıkça kanseri yok eden biyolojik mekanizmalarımızda bozluyor.

Biten bir kanser tekrar gelir mi?

“Bitmek” ile ne demek istediğimiz önemli, erken evre kanserlerde koruyucu tedavi verdikten sonra aslında hastalığın bittiğini düşünüyoruz. Ancak bu grup hastalarda tümörün özelliğine göre farklı risk grupları var, yani hastalığın daha erken geri gelebileceğine işaret eden özellikleri taşıyanlar ve taşımayanlar. Erken evre tedavisi tamamlandıktan sonra yıllar içinde tümörün tipine bağlı olarak hastalık geri gelebilir, bazılarında ise hiç geri gelmeyebilir. Genellikle geri gelme yani nüks riski yüksek tümörle tedavi sonrası 1-2 yıl içinde geri gelme özelliğine sahiptirler. Ancak kanserin seyri ile ilgili dinamiklerin tümüyle bilinmediği için bazen geri gelmez dediğimiz hastalarda hastalık geri gelirken bazen de hemen nüks eder dediğimiz hastalarda hastalık geri gelmeyebiliyor yani her zaman iki artı iki dört etmeyebiliyor.

Kadınlarda en çok görülen kanser tipi meme kanseri mi şu an?

Evet, dünyada da, bizim ülkemizde de kadınlarda en çok görülen kanser tipi meme kanseri. Amerika da kadınlarda görülen kanserlerin %30'unu, ülkemizde ise %25 ini oluşturuyor meme kanseri. Unutmayın ki meme kanseri en çok öldüren kanser tipi değil, daha az görülen pankreas, mide kanseri daha fazla öldürüyor.

Artan yaş kanser gelişmesinde en önemli faktörlerden biri. Çünkü yaşlandıkça kanseri önleyen biyolojik mekanizmalar da yaşlanıyor ayrıca artan yaş ile birlikte kansere yakalanma için daha uzun bir yaşam süreciniz oluyor. Bu arada toplumdaki kişilerin yaş ortalaması da önemli. “Türkiye’de hep gençler oluyor” deniyor ama Türkiye zaten genç nüfusa sahip bir ülke. Yapılan istatistiklerde gösteriyor ki 35 yaş altı hastalar yüzde 5 -10‘dan fazla değiller. Keza 70 yaş üstü hastalar da çok değil. Kadınların rektodüktüf (üretken) olduğu 40-50 yaşlar en sık gördüğümüz yaşlar.

Bu konuda son araştırmalar ne diyor?

Meme kanseri, en çok görülen kanser olduğu için araştırmaların da en sık yapıldığı kanser tipi.

Öncelikle meme kanserini üç ana tipe ayırarak tedavi kararı alınıyor. Tümörün patolojik incelemesinde bakılan östrojen/progesteron reseptörleri, ve Her-2 adlı bir proteinin varlığına göre meme kanseri üç alt tipe ayrılıyor. İlk grupta hormon reseptörleri pozitif (östrojen ve progesteron reseptörleri), ikinci grupta hormon reseptörleri ve Her-2 negatif (üçlü negatif grup) ve üçüncü grupta ise Her-2'nin pozitif olduğu (Her-2 pozitif) meme kanserleri var. Her-2 pozitif hastaların yaşam süreleri her evrede (erken ya da geç) tümör hücresinde bulunan Her-2 proteinine karşı geliştirilen akıllı ilaçların kullanımı ile çok uzadı. Eskiden kötü gidişli dediğimiz Her-2 pozitif meme kanseri günümüzde artık pek çok tedavi alternatifi olan, verilen tedavilerle iyi sonuçlar alınabilen bir grup oldu.

Tüm meme tümörlerinin %60-70’ni oluşturan hormon reseptör pozitif metastatik meme kanseri son 5 yıla kadar ise sadece anti-hormon ilaçlarla tedavi ediliyordu. Bu grupta sadece hayatı tehdit eden metastatik tutulum olan hastalara kemoterapi veriliyor, hastaların çoğunda tedavide kemoterapiye anti-hormon tedavi seçenekleri tükendiğinde ihtiyaç duyuluyor. Son yıllarda bu anti-hormon grubu ilaçlar yanına eklenen akıllı ilaçlarla bu gruptaki hastalarımızın daha uzun süre hastalık ilerlemeden yaşayabildiği daha az yan etkiye maruz kalarak hayat kaliteleri yüksek kaldığı ilerleyen zamanlarda kemoterapiye başlama zamanı da geciktirilmiş olduğunu biliyoruz artık.

Üçlü negatif meme kanseri meme tümörlerinin yaklaşık %10-15 ini oluşturur, bu tümör grubu genellikle hayati organlara metastaz yapmayı seviyor, örneğin beyin, beyin omurilik sıvısı , karaciğer ve akciğer gibi. Uzun yıllar sadece kemoterapi ile tedavi etmeye çalıştığımız bu tümörlerin oldukça heterojen bir grup olduğunu, bir kısmının çok hızlı ilerlediğini bir kısmının ise daha yavaş seyirli olabileceğini klinikte gözlemliyoruz. Bu tümör grubunda geliştirilmekte olan çok çeşitli ilaçlar var bunlardan bir tanesi bağışıklık sistemimizi tümöre karşı daha aktif hale getirerek savaşmasını sağlayan immünoterapilerdir. Bu tedavilerin kemoterapi ile birlikte verilmesinin üçlü negatif tümörlü hastalarda yaşam süresini uzattığı raporlandı. Metastatik hastalarda tümörde yapılan bir patolojik inceleme ile bu tür tedaviden fayda görülüp görülmeyeceği belirleniyor eğer sonuç pozitif çıkarsa kemoterapiye immünoterapi de eklenebiliyor. Bu yaklaşımın lokal ileri evre dediğimiz yani operasyon öncesi verilen kemoterapi ile tümörde küçültme sağlanarak operasyona gönderilen, uzak organlarda metastazı olmayan hastalarda da tek başına kemoterapiye karşı tümörde daha fazla küçülme yaptığı gösterildi. Ayrıca, yakın zaman önce üçlü negatif metastatik hastalarda, tümörlerinde bulunan bir proteine karsı geliştirilen bir antikorun bu grup hastaların tedavisinde yüz güldürücü sonuçları yayınlandı.

Bildiğimiz gibi tüm meme kanserlerinin sadece %5-10 u ailesel kaynaklıdır, yani anne ve babadan gelen bozuk genlerle çocuklarına taşınır. BRCA 1 ve 2 geni normalde vücudumuzun temel taşı olan DNA ya bir hasar geldiğinde onu onaran enzim sistemlerinden biridir. Bu enzim sistemlerinde zararlı bir genetik bozukluk olduğunda meme, yumurtalık, pankreas ve prostat kanserlerine yatkınlık olur. BRCA enzim sistemi gendeki bozukluk nedeni ile çalışmayan metastatik meme tümörlü hastalarda PARP inhibitörleri dediğimiz bir grup akıllı ilaçların kullanımının faydalı olduğu gösterildi.

Artık kanser tedavileri çok ileride, diyebilir miyiz?

Elbette öyle, bir çok insan bu hastalığı yeniyor. Hayatlarında bir daha gündeme getirmiyor. Hep kötü örnekler üzerinden gidiliyor, birisi bu hastalıktan kaybedildiğinde akılda o hasta kalıyor, kanseri yenip bir daha bu konuyu unutup giden kişiler değil.

Maalesef kanserin adı kötü, adı kanser olmayıp da, insanları öldüren, sıkıntıya sokan bir çok hastalık var. İnsanın kendini bir başka hasta ile kıyaslaması asla doğru değil. İyi örnekleri görmek lazım. Kanser tedavilerinde çok hızlı yol alınıyor.

Kanserde evrelerden bahsediliyor ve bizim toplum çok meraklı anlarmış gibi bu evrelere?

Erken evre, geç evre nedir? Daha çok hastanın çevresindeki kişiler merak ediyor bunu ve aslında ne olduğunu da bilmeden çoğu zaman. Evre kavramı da şöyledir; Erken evre, hastanın operasyonla memesindeki kitlenin alınıp, arkasından geride kaldığı düşünülen mikroskobik hastalığın tekrar geri gelmemesi için tümördeki özeliklere göre kemoterapi, radyoterapi ve anti hormon tedavi gibi risk azaltıcı tedavileri uyguladığımız evredir. Metastatik evre; hastalığın akciğer, karaciğer, beyin vb, hayati organlara sıçradığı evredir. Bir de lokal ileri dediğimiz evre var, bir şekilde tümör cerrahi ile çıkarılamayacak kadar büyük olabilir ya da koltuk altı lenf bezi tutulumu olabilir, işte o zaman önden tedavi verip tümörü küçültüp cerraha daha rahat ameliyat yapabilecek hale getirerek operasyon için hastamızı yönlendirdiğimiz evre. Artık evreden ziyade, tümörün biyolojik yapısının daha çok önemi var. Bazen evre dört dediğimiz metastatik evredeki bir hastanın seyri, evre bir ama kötü huylu tümörü olan hastaya göre daha iyi seyredebiliyor. Evre daha çok anatomik bir kavram, biyolojik bir kavram değil çoğu zaman tümörün huyunu göstermez. Tümörün yükünü yani “ne kadar büyük, 1 cm mi, 3 cm mi, koltuk altına gitmiş mi, hangi bölgelerde metastaz var” bilgilerini gösterir.

Her hasta ve hastalığı farklı değil mi?

Elbette. Bu çok doğru. Aynı evrede aynı tümöre sahip hastada bile hastalıkla ilgili farklı tedaviler olabilir. Çünkü kiminin aile hikayesi vardır, gen testi pozitif çıkar ve bambaşka bir yola gidebilirsiniz, kiminin başka bir hastalığı daha ( örneğin kalp hastalığı) vardır asıl vermek istediğiniz tedaviyi veremezsiniz, başka bir tedavi uygularsınız . Aynı evrede aynı tümörler bile farklı seyir izleyebilir. Hastaların bağışıklık sistemi, tümörün tedavi direnci, tümörün heterojenitesi (yani hep tek tip hücrelerden oluşup oluşmadığı) gibi bir çok faktör var. Onkologlar patoloji raporunda tarif edilen, tümörün huyuna suyuna göre tedavi belirliyor hastaya göre biçiyoruz. O yüzden aslında hiç kimsenin tedavisi birebir bir diğeri ile örtüşmüyor. Bütün bu tecrübeyi hastalarımızı takip ederken anlayabiliyoruz. Yapılması gereken her şey yapılmış ve hastalığı geri gelmeden şifa bulan bir sürü hasta varken yapılması gereken yine yapılmış ama hastalığı tedaviden sonra kısa sürede geri gelen hastalarımız da var. Tıpta her şey matematikte gibi değil. Hala daha çözülmemiş çok şey var. O yüzden hastalarımızın kendilerini bir başkası ile kıyaslaması uygun bir davranış değil.

Bir kadın ne zaman bu konuya dikkatini vermeli?

Kanser 20’li yaşlarda da 90 yaşında da çıkabiliyor. Doğurganlık çağına gelince, 20’li yaşlardan sonra bütün kadınların kendi memesini tanıması gerekir . Banyoda eli meme üstünden gezdirildiğinde ele gelen her zamankinden farklı bir şey var mı, varsa bu daha çok adet dönemlerinde olup daha sonra kayboluyor mu, kalıcı mı bunları rutin olarak kontrol etmeli. Tabii gereksiz evham da yapılmamalı, şüphe duyduğu bir durum varsa hemen bu alanında uzman özellikle meme klinikleri olan kurumlara başvurmalıdır. 40 yaşından itibaren de yıllık mamografi çekimleri ihmal etmemelidir. Ele gelen her şeyin kanser olma olasılığı o kadar yüksek değil. Duktal yapılar, selim fibroadenomlar, memenin bir sürü kanser olmayan hastalıkları var. Sadece değişimlere karşı duyarlı olmak ve bir hekime göstermek için geciktirilmemesi gerekir.

Tedavide cerrahi mi, ilaç mı öncelikle başlamalı konusu da bazen kafa karışıklığına neden olabiliyor.

Meme kanseri tanısı alan hastaların çoğu eline bir kitle gelerek başvuruyorlar . Bu yüzden de genellikle ilk buluşma ya cerrahla ya da jinekologla oluyor. Cerrahla olan buluşmada, hasta ilk olarak cerrahi işlem görecek anlamına gelmiyor. Artık bizim cerrahi öncesi verdiğimiz tedavilerle hastaları çok düzgün sonuçlarla cerrahiye gönderiyoruz. Önce tedavi mi yoksa operasyon mı olacak bir takım olarak buna karar vermek lazım. Bu hastalar meme kanseri ile ilgilenen tüm disiplinleri içeren konseylerde tartışılıyor bir konseyde tartışıyoruz. Bu konseylerde radyologlar, meme cerrahları meme kanseri ile ilgili plastik cerrahlar, genetik danışmanlar, patologlar, psikologlar, radyasyon onkologları ve nükleer tıp bilim dalları birlikte karar veriyor. Günümüzde özellikle Her-2 pozitif meme tümörlerinde ve üçlü negatif meme tümörlerinde cerrahi öncesi tedavi vererek tümörü küçültme çok daha sıklıkla kullanılan bir yöntem oldu. Bu yöntem ile tedavi sırasında tümörün uygulanacak tedaviden fayda görüp görmeyeceği de tedavi süresince ve ameliyat sonrası gözlenmiş olabiliyor.

Genetik testlerde önemli değil mi tedavinin sürecinde?

Evet, eskiden o kadar çok bakmasak bile artık hem test yapmanın ucuzlaması hem de ülkemizdeki üniversitelerde de başarılı bir şekilde yapılmasıyla genetik testleri daha sık yapar olduk. Meme kanserinin %5-10 u aileden gelen bozuk genlerle nesilden nesile taşınabiliyor. Buna kalıtsal meme kanseri diyoruz. 45 yas öncesi meme kanseri tanısı alan hastalarda aile öyküsünden bağımsız olarak bu testler öneriliyor. Bunun dışında yakın akrabalarda meme, yumurtalık, pankreas ve prostat kanseri olanlara, ailede erkek eme kanseri olanlara, üçlü negatif meme kanseri tanısı alanlara da bu testler öneriliyor. Öncelikle BRCA 1 ve 2 genlerinde bir bozukluk olup olmadığına bakılıyor eğer yok ise meme kanseri için risk taşıyan diğer başka genlere de bakabiliyoruz artık. Bir de bazı etnik gruplarda BRCA 1 ve 2 gen bozuklukları daha sık görülebiliyor örneğin Askenazi Yahudilerde, bu gruplarda da ailesel olup olmadığının kontrol edilmesi öneriliyor. BRCA 1-2 genlerinde biz bozukluk olduğunun bilinmesi o kişinin diğer memede kanser gelişimi ve yumurtalıklarında kanser gelişimi açısından daha riskli grupta olduğunu gösteriyor ve bu nedenle risk azaltıcı cerrahi işlemler yapılabiliyor. Ayrıca o kişinin birinci derece akrabalarına da bu test yapılarak kanser gelişmeden gereken önlemlerin alınması sağlanabiliyor.

Bu gen bozukluklarının biliniyor olması metastatik evrede bambaşka bir boyut kazandı. Örneğin BRCA mutasyonu olan hastalara özel verilen bazı özel ilaçlar var, PARP inhibitörleri gibi.

Bu nedenle meme kanseri gören her merkezde genetik danışmanlık alması gereken hastalar özenle seçilmeli varsa kendi merkezlerinde yoksa başka genetik danışma merkezlerine bu konu ile ilgili bilgilendirilmeleri ve testlerinin yapılması çok önemli.

Kanserden korunma diye bir şey var mı?

Kanserden korunmayla ilgili tedbirler tamamen sağlıklı yaşamakla ilgili. Kanser ve beslenme çok sömürülen konulardan birisi. “Sigara kullanma, alkol kullanma, kilo alma , aşırı karbonhidrattan uzak dur, düzenli egzersiz yap” denildiğinde çok kişinin hoşuna gitmiyor. Bir takım yiyecekleri yiyerek veya yemeyerek kanserden korunma olduğuna dair bir bilgimiz yok.

Diyetlere gelince, herkesin kafası karışmış durumda, herkesin ideal kilosunu koruduğu diyet onu koruyan diyettir aslında. İnsanın çok kilo almaması için diyetinde karbonhidratın yoğun olmaması gerekiyor. Şeker tamamen yasak, “kanseri besler” diye duyuyoruz ama ispatlanmış böyle bir şey yok. Ama yoğun şekerli ve karbonhidratlı gıda tüketimi obesiteyi getiri ki bu da kanser ile ilişkili. Kanser hücreleri her türlü besin maddesini kullanabiliyorlar, öncelikle şekeri ama proteini de yağı da vitamini de tüketebiliyorlar çünkü yaşamaları için onların da bir metabolizması var. Elimizde ne ekstra alınan vitaminlerin ne de yiyeceklerin kansere karşı korudukları ile ilgili en ufak bir bilimsel veri yok.

Sağlıksız bir gıdayı yemek kanser için değil bir çok hastalık için çok kötü . İşlenmiş gıdalardan uzak durmak, yanmış gıdalar, kızartmalar tütsülenmiş gıdalar zaten genel sağlığımız için de sağlıklı değil. Doğal şeyler kullanmayı, mevsiminde olan ürünlerle beslenmeyi önemsemeliyiz.

Bazı hastalarım “ben çok sağlıklı yaşarım, düzenli spor yaparım, doğal ürünlerle beslenirim, kilom çok iyi bu hastalık beni nasıl buldu” diyor. En başında kanseri yapan genetik bozukluğu neyin yaptığını bilmiyoruz. Bu durum kişiye özgün nedenlerle olabileceği gibi zaman içerinde çevresel koşulların bir şeklide kanserden korunma ile ilgili gen sistemleri üzerinde olumsuz bir etki yaptığı düşünülüyor. Genlerimiz modifiye olabiliyor. Örneğin Japonya da daha çok mide kanserine rastlanılır ama Amerika Birleşik Devletlerine yerleşen Japonlarda tıpkı Amerika’ da yaşayanlarda olduğu gibi meme kanseri daha sık görülmeye başlıyor. Muhtemelen çevre koşulları meme kanserine yatkınlık konusunda bir değişim geçiriyor.

Stresin etkisine ne dersiniz?

Nedeni ne olursa olsun stres vücuttaki normal işleyiş mekanizmalarını bozuyor, stres altında insanların tansiyonu fırlayabiliyor, kan şekerleri yükselebiliyor, muhtemelen kanserle baş edilme ile ilgili biyolojik sistemlerinde, bağışıklık sistemlerinde de aksaklıklar oluyor. Böyle bir dönemde bir şeklide ortaya çıkmış bir kanser hücresi varsa, stres onun gelişmesi için humuslu toprağı sağlamış oluyor. Stres tek başına etken değildir ama ortamı besler.

Son söz ne dersiniz?

Kanserden korkmamak , doğru tedaviyi, doğru kişilerden, merkezlerden almak gerekir. Metastatik hastalarımız yıllarca hep daha kısıtlı tedavi imkanları tedavi edildi, yaşam süreleri de hayat kaliteleri de kısıtlıydı, artık öyle değil. Gün geçtikçe sayısı artan akıllı ilaçlarla hem daha etkili hem de daha yan etkisiz yaklaşımlarla artık ileri evreyi de yönetiyoruz.

Hastalığın adı kötü geliyor, tanı ile yüzleşmek en başta hastalar için çok zor olabiliyor, hem hastalara hem de yakınları birbirilerini çok sevdikleri için adeta bir tiyatro oynayarak var olan gerçeğin stresini kendilerinden uzaklaştırdıklarını düşünüyor. Çevre de bilir bilmez hasta ve yakınlarını üzebiliyor. Bizim kültürümüzde bazı şeyler çok zor. Yakın çevredeki tanıdıklar tarafından hemen hastaya acımalar, “vahlar, tühler “başlıyor. Bu tür bir yaklaşımı hastayı daha da strese sokuyor. Aslında var olan durumu anlayıp yapılması gereken adımları aileden alınan destekle önem sırasına göre sıra ile atmak ve bu konuda kararlı bir biçimde yürüyerek tedaviden alınması beklenen cevaplara erişmek hasta için en güvenilir yol oluyor. Kanserde tedavi süreçleri çok dinamik her yıl değişik daha etkili tedavi yöntemleri çıkabiliyor.

Bu kadar kanser tarama imkanın olduğu ülkemizde, devletin desteklediği bir çok yerde mamografinin yapıldığı bir ortamda yıllık kontrollerin yapılmaması büyük bir ihmalkarlık olur. Kadınlarımız 40 yaşından sonra mamografi taramasına gitmelidir. “ Şunu yersem kansere yakalanmam, bunu yersem kanserden ölürüm” diye yapılan gereksiz eforların yanında, gerçekten erken evrede kansere tanı koydurabilen rutin kontrollere gidilmemesi hiç uygun değil.

Yazının devamı...

Ne yapalım, kalpler bir olsun… Karantinada Anneler Günü

Bugün anneler günü… Bir kısmımız neredeyse 2 aya yakın zamandır ebeveynlerimizi doyasıya göremiyoruz. Birçoğumuz belki de ilk defa bu kadar, aynı duyguların etrafında birleştik. En sevdiklerimizin özlemi içimizde, aynı yoklukta adeta aynı kaderi paylaşıyoruz. Nasıl keskin, üstesinden gelinmesi ne kadar zor bir duygu, varlıkta yokluğun acısı. Hem çok yakın, hem de çok uzaktayız birbirimizden. Tanımlanması güç mesafeler girdi aramıza, fiziki uzaklıkların, zamansızlıkların içinde kaybolan bizler hiç beklemediğimiz bir anda, hiç beklemediğimiz bir şekilde kala kaldık kendi başımıza ve ne çok özledik birbirimizi…

Bir masanın etrafında buluşup çay içmeyi, gülüşmeyi, dertleşmeyi, sarılıp, öpüşmeyi...

Kontrol edemediğimiz bir belirsizliğin içerisinde güvenli kalelerimiz sarsıldı.

İnsanın kendinden, daha doğrusu kendi bilinmezinden, en sevdiğini korumaya çalışması da nasıl bir trajedidir?

Her şey bir yana bugün anneler günü. Günlerdir ne çok reklam yapıldı TV’lerde, sosyal mecralarda. “Kavuşacağımız günler yakın” mesajlarını ne çok duyuyoruz etrafımızda. Hiç aklımıza gelir miydi, hayatın bu denli değişeceği ve en basit şeyler için bile özlemle iç geçireceğimiz.

Havada mayıs ayının mis gibi bahar kokusu var. Annem ve babam 2 ay sonra bugün yürüyüşe çıkacak. Özlediler elbette, dışarıda olmayı, mahallelerinin günlük telaşını.

Annem, “ fırına yürürüm, pide alırım” dedi. Heyecanlıydı sesi. Ben de heyecanlıyım. Sıkı sıkı tembihledim. “Dikkat edin, önünüze iyi bakın, yorulursanız dinlenin, ” dedim. Kim bilir kaç ebeveyn böyle tembihlendi. Kim bilir kaç evlada, “ merak etme, sen kendini koru biz iyiyiz” dendi. Nasıl da birbirine belli etmeden, birbirini merak ediyor evlat-,ana-baba üçgeni.

Ve ne güzel şey umut. Ne güzel şey, hayatın değerini bilmek... Bizim bugün şikâyetçi olduğumuz geçici hasret duygusuna, kalıcı hasret binlerce çocuk var yeryüzünde.

Dün elime bir rapor geçti. Gebelik ve doğumla ilgili komplikasyonlar yüzünden dünyada her yıl kayıtlı 500 bin üzerinde anne ölüyor. Tüm dünyada yaklaşık 540 milyon çocuk, yani her dört çocuktan biri tehlikeli ve istikrarsız ortamlarda yaşıyor. Her yıl mayınlar yüzünden 8.000 ile 10.000 arası çocuk ölüyor ya da sakat kalıyor. Dünya Bankası ve UNICEF verilerine göre 500 milyonu aşkın çocuk, yani tüm dünyadaki çocukların hemen hemen yüzde 30’u yoksulluk çekiyor ve 600 bini çocuk olmak üzere 1.2 milyar insan günde 1 dolardan azıyla geçimini sağlamaya çalışıyor.

BM’nin verilerine göre ise, tüm dünyada 400 milyon civarı çocuğun yetim olduğu ( 18 yaş altı) tahmin edilmektedir.

Kendi ülkemize gelince, TÜİK’in (2019 sonu) raporlarına göre 22 milyon 877 bin çocuğun 300 bine yakını ebeveynlerinden birisini, bunların 5 bine yakını ise hem annesini hem babasını kaybetmiştir. Yine yapılan araştırmalar göstermektedir ki, çocuklarda ebeveyn kayıpları çok büyük duygusal yaralara yol açmaktadır ve çok küçük çocukların sağlığını, yaşam ile bağlarını tehdit edici niteliktedir.

Türkiye İstatistik Kurumunun bir başka araştırmasına göre (2019) ülkemiz insanını ve gençleri yüzde 74,1 oranında “ en fazla aileleri mutlu ediyor”. Bu da gösteriyor ki ailelerimiz bizim sığınağımız, gerçekten de yaşamla aramızdaki çok kuvvetli bağımız. Yani çocukların anne ve babalarına çok ihtiyaçları var.

Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının verilerine göre; 2019 yılında Türkiye genelinde mevcut koruyucu aile sayısı sadece 6 bin civarı.

Kim bilir, belki bu anneler gününde, bir çocuğa umut olmayı düşünebiliriz. Eğitimlerine, sıcak yuva ihtiyaçlarına destek oluruz. Karantina günleri hepimize bir şeyler öğretti. Maalesef dünyanın her gün, her yerinden bize istatistiği bir sayı gibi gelen kayıp haberlerinin içerisinde birilerinin anneleri, babaları ve çocukları var. Ne çok haneye acı düştü. Dünya nasıl bir yaşam mücadelesi veriyor. Doktorlar, sağlık personelleri halen devam eden mücadeleleri ile insanlığı iyileştirmek için fedakarca uğraşıyorlar. Acımızı azaltmak, yaralarımızı sarmak için neredeyse kendilerinden vazgeçtiler. Ailelerinden uzaklaştılar.

Çıkartılacak ne çok ders var. Hepimiz aslında yaptığımız her iyi ve kötü şeyin sadece etrafımızı değil, kendi hayatımızı da etkilediğini, değiştirdiğini fark ettik. İnanıyorum ki, yeniden gözden geçirdiğimiz planlarımızda, önceliklerimizde “iyiliğin gücüyle” “umutla” bizden yardım bekleyen çocuklarımızı da merkezimize alır, geleceğimizi hep birlikte yeniden inşa ederiz.

Havada mayıs ayının mis gibi bahar kokusu var. Umut var...

Her şey geçecek, güzel günler gelecek. Yeter ki içtenlikle dileyelim ve bunun için çaba gösterelim. Ben anneler günü hediyesi istemedim, “bana alınacak hediye başka bir çocuğun yüzünde sevince dönüşsün” istedim. Kızımın çizdiği resme ve benim için söylediği şarkıya paha biçemedim.

Kendi anneciğim başta olmak üzere tüm annelerimizin ve anne sevgisiyle etrafını düşünen, koruyan kollayan tüm kadınların anneler günü kutlu olsun!...

Yazının devamı...

Evde kal ama nasıl?

Korku ve Kaygılarımızla Baş Edebiliriz!

Daha on beş gün öncesine kadar işimiz, gücümüz, başardıklarımız, başarmaya çalıştıklarımız, akşam yemeği, çocuğun okulu, doktor randevumuz, temposu bitmeyen işlerimiz, sevdiğimiz ve sevmediğimiz her şey… Günü, aklımızda başlatıyor; bazen trafiğe, bazen ekonomiye, bazen eşimize, bazen arkadaşımıza, yöneticimize, müşterimize, kötü gelen yemeğe, beğenmediğimiz kahveye kızıyor; belki de kızdıkça rahatlıyor, akşam ediyorduk. Bazen de kendimizi gereksiz bir gerginliğin içinde buluyor, yatağa yatınca gözümüzü uyku tutmuyordu. Her şeyi bırakıp kaçmak istediğimiz zamanlar oluyordu.

Diğer yanımızsa hayatı çok seviyor, bazen tomurcuk veren bir ağaçta, evladımızın gülüşünde, kedimizin mırıltısında; bazen arkadaşımızın içten sesinde, annemizin mis kokan yemeğinde, başarının hazzında, “ne güzel şey yaşamak!” dedirtiyordu bize.

Bu sıralar kaygı ve merak; korku ve tedbir; umut ve umutsuzluk tam yanı başımızda. Dünden farklı olarak kendimizi, sevdiklerimizi, değer verdiğimiz birçok şeyi risk altında görüyoruz. Hiç aklımıza gelmeyen bir olağanüstü hal yanı başımızda bitiverdi.

Peki biz ne yapacağız, bu durumla nasıl baş edeceğiz? Birbirimize nasıl destek olacağız?

Hayat gerçekten mutlu olmak için de; yaşamak için de ciddi bir çabayı gerektiriyor. Yani mücadelesi olan bir süreç... Hiçbir şey kendiliğinden iyi ya da kötü olmuyor. Burada duygularımızın yönetimi çok önemli. Üstelik psikoloji bilimi der ki; hayatınıza kattığınız 1 negatif düşünce, sahip olduğunuz 4 pozitif düşünceyi anında yıkabilir.

Evet, tıpkı bu günlerde birden bire hayatımıza çöken “corona virüs” korkusu gibi... Ansızın geldi ve hepimizi köşeye sıkıştırdı. Aslında tüm sert hastalıklar böyledir. Siz önce dünya başınıza yıkıldı zannedersiniz. Sonra, “ hayat devam ediyor” der, pozitif yanınızı güçlendirmeye çalışırsınız. Çünkü başka türlü hayatta kalmanız ve mücadele etmeniz mümkün değildir. Bağışıklık sisteminizin çökmemesi ve güçlenmeniz de çok büyük ölçüde bu çabanıza bağlıdır. Önce korkuyla yüzleşmek gerekir.

Peki nedir korku?

Konunun uzmanlarına göre, bir belirsizlik karşısında tehdit algısı ile ortaya çıkan son derece rahatsız edici ve olumsuz bir histir. Kaynağın beslendiği yerde çoğunlukla, insanın zarara uğrama, hatta “yok edilme” endişesi vardır. Çünkü insan sonlu bir varlıktır ve bunu çok iyi bilir. İşte bu nedenle, yani ölümlü varlığımızı bildiğimiz için de, salgın hastalık, savaş, deprem gibi kontrol edemediğimizi düşündüğümüz her şeyden çok korkarız.

Gerçek olan bu korkularımız, bazen hayal gücümüzün de etkisiyle beslenir ve biz zamanla, zihnimizde onları kontrol edemeyecek kadar çok büyütürüz. Üstelik bunu, sadece bazılarımız değil; neredeyse hepimiz yaparız.

Çünkü korku da tıpkı sevmek, güvenmek gibi hepimizin içinde vardır ve kuvvetli bir duygudur. Ayrıca çoğu sonradan öğrenilmiştir. Bebekleri düşünürsek, en temel korkuları yüksek ses ve düşme korkusudur. Çünkü bu uyaranlar onlara varlığını tehdit altında hissettirir. Doğaüstü olaylara karşı geliştirdiğimiz korkunun yanı sıra, sosyal korkular da geliştiririz. Çevresel etkenler, yetiştiğimiz ortam, ebeveynlerimizin, karşılaştığımız insanların kişilik özellikleri,( öğretmenlerimiz, yöneticilerimiz vb.) tutumları bizi bazen çekingen, korkak yapar. Farklı zaman ve yerlerde benzer uyaranlar gördüğümüzde geçmiş deneyimlerimizle bağlantılar kurar ve önyargılı genellemeler yaparız. Sunum yapma korkusu, mahcup olma korkusu, yanlış anlaşılma korkusu, bizi yapmak istediğimiz birçok eylemden uzak tutar. Oysa birçoğu kontrol altına alınabilen korkulardır.

İnsanın tarihsel varlığı içerisinde her dönem, kendi tehditlerini ve kaygılarını beraberinde getirir. Hatta bazı araştırmacılara ve düşünürlere göre içinde bulunduğumuz teknoloji çağı, belirsizlikleri ve artan karmaşıklığı ile “korku çağı” olarak tanımlanmaktadır. Maalesef artan iş kaygısı, küresel karmaşıklık, ekonomik istikrarsızlık, kabul görmeme, yalnız kalma, başarısız olma, hasta olma gibi birçok kaygı ve korku günümüz dünyasında birçoğumuz için tanıdık olmaya başladı. Çünkü günümüzde yüksek entropiyle ( belirsizlik hali) yaşıyoruz ve bu durumu yönetmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Şu anda da çok korkuyoruz, çok yönlü bir tehdit altındayız ve en önemlisi de endişelerimizin her gün biraz daha artmasına neden olan bir bilgi bombardımanı, entropi içerisindeyiz.

Bir salgın tehlikesi var. Ölümcül sonuçları olabilir. Elimizden de yapacak çok şey gelmiyor ama yerine getirmemiz gereken birçok da sorumluluğumuz var. Sosyal izolasyon, mesafe korumak, hijyen… Hepsi bu kadar mı? Keşke olsa, ama değil!

Basit düşünemediğimiz, düşünmek istemediğimiz veya bir süreliğine de olsa kendimizi parantez içine alamadığımız için, hayatımızdaki entropi hali sürekli artıyor. Nasıl mı?

Hepimiz televizyon seyrediyor, gazete okuyor, sosyal medyayı takip ediyor ve bir dijital dünyanın içinde yaşıyoruz. Bakın neler oluyor? Birkaç örnek; “Dışarı çıkmayın” deniyor, “ama işim var, çıkmalıyım”. Şimdi ne yapmalıyım?

TV Spikeri ve kendisine konuk olan uzman başlıyor konuşmaya… Konuşsunlar. Fakat mesele şu ki konuşma sırasında ortaya yeni belirsizlikler çıkıyor. “Mecburen dışarı çıktım. Karşıdan gelen hapşırdı. Tam da yanımdan geçiyordu. Acaba ben test yaptırsam mı?” Bakın bir dışarı çıkma hangi belirsizliklere yol açtı… Hapşırık anında çıkan tükürük damlacıklarının menzili nedir? Bu damlacıklar havada asılı durur mu? Eğer durursa; birisi oradan geçerken o kişiyi enfekte eder mi? Yere düşerse ve ben o yere basarsam virüsü taşır mıyım? Ayakkabıları eve alalım mı?

Daha da beteri şu;

Hastalığı ilgilendiren çeşitli konularda, örneğin hastalığın artış hızı, muhtemel ilaçlar, aşılar, maskeler, bu hastalığın ne zaman son bulacağı, ölenlerin yaşları, Avrupa’da kaç kişi öldüğü gibi konular sürekli tartışılıyor. Herkes anladığını kendince paylaşıyor. Kendine dert ediyor. Belirtiler; ateş, öksürük, nefes darlığı, koku duygusunda azalma konuşuluyor. “Acaba bende var mı” paranoyası toplumun yarısını sardı. Bir de senaryolar ve komplo teorileri…

“Hasta ve ölü sayısı saklanıyor, aslında bu 3. Dünya Savaşı, yeni dünya düzenine hazırlık yapılıyor. Yaşlı nüfusu malum ekonomik nedenlerden azaltmak istiyorlar…”

Bunların hepsi de olabilir veya deli saçmasıdır.

Bize kısa vadede bunları bilmenin düşünmenin ne faydası var?

Yapacaklarımız belli: evde kal, elini yıka.

Hiçbir şey artık aynı olmayacak. Orası malum. Ancak entropiye kapılmak endişeyi gereksiz büyütür, çeşitlendirir. Kısa vadedeki hedefimize kilitlenelim. İşimiz, sağlığımızı korumak.

Ne mi yapalım?

•Öncelikle korkularımızla yüzleşelim. Parçalara ayıralım ve içinde olduğumuz ana odaklanalım. Güvendiğimiz kişilerle duygularımızı paylaşalım. Felaket çığlıkları atmanın hiç birimize faydası olmadığı gibi; yüksek kaygının, anksiyete, bağışıklık sisteminin bozulması, kalp damar hastalıkları, fibromiyalji, sindirim sistemi bozuklukları gibi bir çok sağlık sorununu tetiklediğini bilelim.

•Doğru beslenelim. Doğru nefes alalım. Korku ve kaygımızın arttığını fark ettiğimizde bilinçli, yavaş ve derin nefes alalım. Bunu 10 kez yapalım. Odağımızı bedenimize indirelim ve o anı yaşayalım.

•Kontrol edebileceğimiz şeylere odaklanalım. “Dışarıda virüs var. Dikkatli olmak zorundayım, yapılan uyarıları dikkate almalı, sorumluluklarımı yerine getirmeliyim” diye düşünelim.

•Değiştiremeyeceğimiz şeylere karşı kabullerimiz olmalı ve bazen akışa bırakmayı bilmeliyiz. Hayatımızda beklenmedik şeyler de olabileceğine karşı yer açmalıyız. “Beni bulmaz, bana gelmez” diye bir şey yoktur. Ancak kendini yıpratmak doğru değildir. Henüz olmamış senaryoları olacakmış gibi merkeze oturtmak bizi sadece hasta eder. Şunu bilmeliyiz ki, aslında kaygılarımızın birçoğu da başımıza gelmez.

•Aşırı negatiflikle beslenen insanlardan uzak duralım.

•Hiç denemediğimiz yeni aktiviteler seçelim. İşimizin dışında bize mutluluk veren aktivitelere odaklanalım. Kitap okuyalım. Antik devirlerde filozofların “nasıl mutlu bir yaşam sürülür” sorusuna verdikleri cevaplardan biri şu: “Başınıza gelenlerin nedeni siz değilseniz, olanları kontrol etmek, değiştirmek sizin gücünüzü aşıyorsa, kendi haline bırakın. Basit yaşayın, hayatınızı sadeleştirin.”

•Televizyonu daha az seyredelim, akıllı telefonlarımızla sosyal mesafemizi koruyalım. Kendimizi geliştirmek için istediğimiz online eğitimlere ağırlık verelim.

•Bir de çocuklarımızın ruh hallerinden haberdar olalım. özellikle küçük çocuklar için korkularını kontrol etmek daha zordur; çünkü soyut düşünme becerileri bize göre daha sınırlı. Dolayısıyla birçok kaygıyı daha abartılı yaşıyorlar ve zarar göreceklerine daha çok inanıyorlar. O nedenle ebeveynlerinin tepkileri, beden dilleri, korkuyu yaşama şekilleri onların en önemli referans noktaları. Ergenler de ise durum daha farklı, onlar ne çocuk, ne yetişkin. İki ruh hali arasında korkuyu ciddiye almama, üstüne gitme ve korkusuzca davranma eğiliminde olabiliyorlar. Onların bizimle duygularını paylaşmalarını sağlayalım ve dikkatle, ilgiyle dinleyelim.

Tüm duygular bulaşıcıdır, bunu unutmayalım.

Yazının devamı...

Mutluluk Öğrenilir

Uzunca bir zaman sonra Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile yine tatlı bir sohbetteyiz ve konumuz yine insan. İnsanın çocukluğundan yaşlılığına dek olan dönemdeki bitmeyen arayışları, yalnızlığı, çatışmaları, değişen duygu halleriyle hayat kolay da, biz mi zorlaştırıyoruz yoksa gerçekten zor bir iş mi şairin dediği gibi “Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” diyebilmek…

Nasıl koşturuyoruz, sanki son yıllarda zaman daha bir hızlandı; Bilgi çağı, 4.0 endüstriyel devrim, dijital dönüşüm derken sanki bedenlerimiz, ruhlarımızın çok önünde anlamsızca koşturuyoruz. Bazen en sevdiklerimizi bile günlerce, hatta aylarca görmeden işlerimizin doluluğu, gönüllerimizin boşluğu içinde sağa sola çarpa çarpa yol almaya çalışıyoruz.

Sonra yoruluyoruz ve başlıyoruz kendimizi, geçmişi sorgulamaya. Bir bakıyoruz çocuklarımız bizsiz büyümüş, ebeveynlerimiz çoktan yanımızdan gitmiş, dostlar azalmış. Başlıyoruz neyi yanlış yaptım demeye. Mutluluğumuzu sorgulamaya, mutsuzluk kaynaklarımızı araştırmaya.

İşte bu nokta da Nevzat Hocam, “Entropi yasasına göre evrende düzenden düzensizliğe doğru bir denge vardır ve bu yüzden mutsuzlukla savaşmak yerine kendimizi mutlu etmeye gayret etmeliyiz” diyor ve başlıyor sohbetimiz.

Hocam, “aslında yalnızlık hiç insana göre bir şey değil,” öyle değil mi?

Elbette, insan yaradılış olarak ilişkisel bir varlıktır ve yalnız yaşamaya kodlanmamıştır. İletişim insan türü için bir zorunluluktur. Öyle ki, yalnızlığın güçlü bir travma etkisi vardır. Bu konuda Dünya Sağlık Örgütü’nün çeşitli çalışmaları ve yapılan deneyler var. 15 gün hiçbir uyaran vermediğinizde kişide şizofreni belirtileri ortaya çıkıyor ve kişinin akıl sağlığı bozuluyor. Yani zihinsel, ışık vb. hiçbir uyaran olmadan kişiyi tüm iletişim araçlarından uzak tuttuğunuzda bu durum bir çeşit işkence kabul ediliyor. Yaşlıların işte bu nedenle en büyük psikososyal sorunu yalnızlık. İngiltere’de 8,5 milyon civarı yaşlının yalnız yaşadığı biliniyor ve devlet bu problemi çözmek için çalışıyor. Bu nedenle İngiltere’de “Yalnızlık Bakanlığı” kurulması için uğraşılıyor. Yaşlılık sürecinde, sosyal ve psikolojik bir izolasyon var. Bu nedenle ileri yaşın travması yaşlılık. Tüm insanların ilişki ihtiyacı vardır.Yapılan araştırmalarda 16-24 yaş arasındaki gençlerde de bir yalnızlık durumu olduğu tespit edildi. Bu yalnızlık, “kalabalık içindeki yalnızlık.” Sosyal ve psikolojik izolasyon var.

Eskinin geniş aile modeli bakıldığında ne kadar önemli.

Günümüz koşullarında belki zor ama büyükanne ve babaların torunlarını çok sevmesinin, onlara düşkünlüklerinin altında bu durumun etkisini görebiliyoruz. Onların birbirleriyle çok iyi anlaşmalarının nedeni, büyükanne ve büyükbabaların iletişim kurma ihtiyaçlarına çocukların sorup öğrenme, paylaşma ihtiyaçlarının karşılık bulmasıdır. Bu ilişki her iki tarafa da çok iyi geliyor. Anne ve babalar artık çok yoğunlar. Günlük hayat ve iş telaşından, çoğu zaman ne aile büyüklerine ne de, çocuklarına yeteri kadar vakit ayırabiliyorlar. İşte geniş aileler, tam da bu nedenle iki tarafı da mutlu ediyor. “Baba bu konuda ne düşünüyorsun” diye fikrinin alınması yaşlıyı mutlu ediyor. Değer duygusu oluşturuyor. Yaşlının, çocuğun, sorularına cevap vermek, fikrini almak, onunla ilgilenmek yatay ilişkidir. Değer duygusu oluşturur.

Burada beden dili de son derece önemlidir. Örneğin çocukla aynı hizaya gelerek iletişime geçmek ilişkiye güven katar. Açıklık getirir. Dikey ilişkiler ise “emir- komuta” ilişkileridir. İtaat kültürü vardır ve hiç sağlıklı değildir. Çocuk böyle bir ilişkide kendini geliştiremez.

Aile içi ilişkilerde iç çatışmalar nasıl yönetilmelidir?

Her ailede, aile içi koalisyonlar vardır. Bazı ailelerde, baba- oğul, anne-kız veya anne-oğul, baba-kızın birlikte oluşturduğu dayanışma ilişkileri görülür. Biz bunlara koalisyon ilişkisi diyoruz. Bu ilişkiler çok sağlıklı değildir. Bu tip ilişkilerde kutuplaşma olur. O zaman da adalet duygusu zayıflar. Çatışmalar ortaya çıkar. Doğru olan, anne ve babanın bir koalisyon, çocukların bir koalisyon oluşturmasıdır. Ebeveynler ortak dil konuşmalı, ortak bir tutum sergilemelidir. Çocukların yanında, birisinin “evet”” dediğine, diğeri hayır” dememelidir. Çocuklar sorunlarını kendi aralarında çözmelidirler. Çözemediklerinde anne ve babaya gelmelidirler. Ancak ebeveynler tartışmalarda taraf olmamalı, kıskançlığa neden olacak ortam oluşturmamalıdır. Kısacası ilişkilerde adalet duygusu olmalıdır. Bu konularda zorlanan aileler için anne - baba olgunluk testleri var.

İletişim mi, itişip didişme mi halimiz” bilemiyoruz sanırım zaman zaman

Üç tip iletişim var; sağlıklı iletişim, çatışmalı iletişim bir de iletişimsizlik. Sağlıklı iletişimde güven ve değer duygusu vardır. Çatışmalı ilişkide hiç olmazsa çatışma iletişimi var. Bir konuşma, kavga vardır. Yine de adam yerine koyma, kavga etmeye değer görme vardır. Hatta bazen çocuk anne babayı kızdırır ve der ki “hiç değilse varlığımın farkındalar.” Çocuğu yok saymak en büyük travmadır. Büyük bir duygusal ihmaldir. Çocuk, yaşlı veya eş, “ne kadar değersizim ki yok sayılıyorum” der. Bu nedenle yetim çocukların en büyük travmasıdır, iletişimsizlik. Çocuk travmalarında araştırılan konulardan birisi de fiziksel, sözel istismarın yanı sıra, (çocuğu aşağılamak, değersizleştirmek), “çocuğu yok saymak” konusudur. Aynı şey çalışma hayatı içinde geçerlidir, “kişiyi yok saymak” iletişim sorunlarının en başında gelenlerinden birisidir.

Sağlıklı iletişim ortamında büyüyememiş olmak, bu çocukların gelecekteki hayatlarına nasıl yansıyor?

Bu çocuklar yetişkinlikte genellikle özgüven eksikliği içinde ve inatçı oluyorlar. Böyle ortamlarda büyüyen çocuk, hayat senaryolarında ayakta kalabilmek için, “ kendimi savunmam lazım” diye sürekli kendini ispat edebilmek için “sen haklısın, ben haklıyım” diye hep bir çaba hatta inatlaşma içinde oluyor. Güç savaşlarına, kişilik mücadelesine giriyorlar. Hatta bazı hastalarım var, her şeye itiraz ediyorlar. Onlara diyorum ki “hiçbir konuda anlaşamadığımız konusunda anlaşıyoruz.” Öncelikle iletişime “pozitif” anlam katmamız gerekir. Yani kişinin öncelikle güçlü yanlarına odaklanarak iletişim kurmalıyız. Ortak yanlara odaklanmamız gerekir. Öncelikle zayıf yana odaklanmak, çatışmaların boyutu artırır. İletişim, “felsefesi” olan bir iştir. Bunu bilirseniz ve pozitif hedef koyarsanız iletişim sağlıklı olur.

O halde iletişim kurmaya yatırım yapmak gerekir diyebilir miyiz?

Doğrudur, iletişim kurmaya yatırım yapmak gerekir. Şöyle ki rekabetin olduğu ilişkilerde de iletişim vardır. Örneğin futbol maçlarında, takımla ve karşı tarafla iletişim vardır. Burada “rekabet iletişimi” devrededir. Rakip ile iletişim ve takım içinde, takım ruhunu geliştirecek iletişime ihtiyaç vardır. Takım ruhu oluşturmazsanız, “top hep bende olsun” derseniz, uzun vadeli bir başarı elde edemezsiniz.

Karşı tarafla iletişimde, doğru ve zamanında hızlı karar vermeye ihtiyaç vardır. Rekabet iletişimi, “satranç gibi kurgulanması gereken bir şeydir”. Stratejik hedeflerinizin, bir planınızın olması gerekir. Yani “zihinsel bir yatırım” da vardır iletişimde. Doğru iletişim için ihtiyaç analizi yapılmalıdır. Doğru propagandalar olmalıdır. Örneğin reklam iletişimi, bir malın propagandası olarak algılanır ama karşı tarafın, sosyal, zihinsel, fiziksel psikolojik ihtiyacını bilmezseniz doğru karşılığı veremezsiniz. Karşı tarafın duygularını anlamanız gerekir. Harvard’da, “Davranış İktisadı” derslerinde insanlar, önceleri temel ihtiyaçlarına göre “homo ekonomikus” kabul ediliyordu. Ancak şimdi bakılıyor ki, insanlar kabul görmek için, güven duygusuna göre alışveriş yapıyor ve artık “homopsikolojikus” kabul ediliyor. Günümüzde nöropazarlama da buradan etkileniyor. Nöroiletişim onlara, “bir insan sadece mantıksal değil, duygusal bir varlıktır ve onun önce duygularını harekete geçirirsek, mantıksal zekâ da harekete geçer” diyor. Kişinin söylediği sözlerden değil de beden dilinden, sözün söyleniş şeklinden, söyleyiş şeklinden duygu aktarımı anlaşılıyor. İnsan sadece rasyonel değil, duygular olan bir varlıktır. “Beynimiz karar verirken, neye göre karar veriyor?” diye sorduğumuzda ön beyin, sağ ve sol beyninin kararlarını gözden geçiriyor, sezgilerini katıyor ve güven duygusu da oluşmuşsa davranış ortaya çıkıyor. Burada karşılıklı aynı nöronlar devreye giriyor, aynı duygularla birbirlerinden etkileniyorlar.

Bir iletişimin en önemli duygusu nedir?

Güvendir. Güven oluşmadan hiçbir şey uzun süreli olmaz. Güven, ailede, işte, okulda, arkadaşlık ilişkilerinde en önemli duygudur. İnsan beyni inanç organıdır. Güvenmediği zaman hep eski deneyimlerini akla getirir ve karşı tarafın verdiği mesajlara inanmaz. Güvendiğimiz bir kişi bir şey söylediği zaman bu bilgiyi beynimizin kalıcı bilgiler dosyasına kaydederiz. Eskiden “düşünüyorum o halde varım” diyordu, sonra “hissediyorum o halde varım” dendi. Şimdi “inanıyorum o halde varım” demeye başladı. Duygusal Zekâ çalışmalarının bilinen ismi, Psikolog Daniel Goleman, “Descartes’in Yanılgısı” diye yazmıştır bu durumu.

İletişimde bir de özgüven var.

Evet, ancak özgüven ile öz beğeniyi karıştırmamak lazım. Kendine hayran olmak, beğenmek özgüven değil, narsisimdir. Böyle kişiler kendi negatif yanlarını yok sayarlar ve adeta kendilerine hayrandırlar. Öz beğenileri çok yüksektir. Oysaki özgüvende, kişinin kendi güçlü- zayıf yanlarını bilmesi vardır. Özgüvenli kişilerin sosyal güvenleri de yüksektir. Diğer insanlarla sağlıklı, güven dolu ilişki oluşturabilirler. Duygular arabanın motoru gibidir, akıl da direksiyondur. İkisi de önemlidir. İşle beslenen, başarılı ve narsis yöneticiler, kapitalist sistemin başarılı insanlarıdır ama bu kişiler yalnızdır. En ağır dönemleri de emeklilikleridir. Yaptıkları işler sevilip, kendileri hiç sevilmeyen kişilerdir. İşleri ellerinden gidince onlar için hiç bir şey kalmaz ve depresyona girerler.

Mutlu olmayı nasıl başarabiliriz?

Dış nedenle, mutluluk yakalanmaz. Mutluluk istendiği zaman kaçar. “Şunum olsun, bunum olsun” derseniz, mutluluk kaçar. Oysaki iç nedene bağlı mutluluk kalıcıdır. Bunun için sıradan şeylerden mutlu olmayı öğrenmek gerekir. Dünyada artık minnettarlık eğitimleri yapılıyor. “Git sana iyilik yapan birisine karşılıksız iyilik yap, teşekkür edeceğin insanları listele” deniyor. Karşı taraf mutlu olunca sende mutlu oluyorsun. Yani iki taraflı mutluluk oluşuyor. Beyinde mutluluk ile ilgili alanlar ne zaman aktif hale geçiyor diye, Budist rahipler ve Amerikalı gençler kıyaslanarak, beyin elektrotlarıyla bir deney yapılıyor. Deneklere yüzü yanmış bir insan gösteriliyor. Ortalama Amerikalı ’da korku, tiksinme, rahiplerde ise merhamet, mutluluk hormonu salgılanıyor. İçsel mutluluk budur işte. Yardım etme duygusunun oluşması, aynı zamanda mutluluk duygusu da oluşturuyor.

Oysaki insanın başına her an her şey gelebilir ve toplumun ciddi bir kısmı dezavantajlı.

Öyle. Yaşam felsefesi olarak “ben dünyaya bir defa geldim, hastayla yaşlıyla uğraşamam” diyebilirsiniz. Ancak toplumların % 50 si dezavantajlıdır. Yani yaşlı, çocuk, işsiz, hasta vb. İşte insan da zaten bu nedenle ilişkisel bir varlıktır. Ömrümüzün bir kısmında hepimiz dezavantajlıyız. Bir toplum düşünün ki dezavantajlı, yani engeli kesimi yok sayarak ne kadar mutlu olabilir? Evde engelli, hasta bir kişiniz varsa siz ne kadar mutlu olabilirsiniz?

Ama maalesef değerler değişiyor. Merhamet, minnettarlık bir değer olarak unutuldu. “Teşekkür etmek” ahmaklık olarak görülüyor. Materyalist sistem, bencil insan yetiştiriyor. Egoizm, benmerkezcilik, mutsuzluğun en büyük sebebi; aslında bu da narsisimin bir ayağıdır.

Nasıl yani?

Bazı insanlar narsis gözükmez. Bazı insanlar hem mütevazı hem de egoist olabilir. Görünüşte mütevazıdır ama bunu çıkar elde etmek için, araç olarak kullanır. Aşırı mütevazılık, gizli kibirdir. Aşırı mütevazı görünen kişilere, ne kadar samimi diye eleştirel olarak bir bakmak lazım. Bu tevazu, güç toplamak için mi? yoksa kişi gerçekten mütevazı mı? Bir parça narsisim herkeste vardır. Hatta en narsis varlık çocuktur. Dünyanın kendi merkezinde döndüğünü zanneder. Herkes onu sevmelidir; adeta, sevgi yatırımını kendine yapar. Ancak büyüdükçe kendine yaptığı sevgi yatırımını çevreye, kardeşlerine, vatanına, yaratıcıya adil bir şekilde dağıtır. Sadece kendini severse buna “tanrı kompleksi” diyoruz. Tam güçlülük duygusu (hominopotens ) , “ben bilirim, güç bende” diyen narsis kişilikler etraflarını mutsuz ederler.

O zaman mutlu çocuklar yetiştirmek için ne yapmalıyız?

İnsanların hayata karşı üç sorumluluğu vardır. Birincisi yasalara karşı, ikincisi sosyal normlara, üçüncüsü de vicdana karşı. Hesap verme duygusu kalktığında kişi her şeyi yapar. Çocuklara daha çok küçük yaşlarda değerleri öğretmeliyiz. Kişiliğinin temeli atılırken değerler eğitimi vermeliyiz. Minnettarlık, teşekkür, mahremiyet gibi değerleri çok küçükken verilir. Etik değerler, iyi insan olmak küçükken öğretilir. İyi insan olmak için daha çocukken hayata anlam katmak gerekir. Hayata anlam katacak yüksek bir değerin, pozitif bir anlamın parçası olmak gerekir.

Yazının devamı...

İletişimin Kokusu

Yaz mevsiminin en büyük habercisi artan sıcaklar ve beraberinde deniz, güneş, tatil demektir. Fakat bu güzel mevsimin bir kötü yanı da var ki etrafı saran kesif ter kokusu. Gerçekten etrafımız içinde hayatı çok zorlaştıran bu duruma, bu sıcak yaz gününde dikkat çekmeden edemedim.

Özellikle birlikte olduğumuz insanlarla, toplu taşıma ve birlikte paylaşılan ortak alanlarda hayatı güzelleştirmek, için gelin biraz kendimize, sadece kendimize zaman ayırarak kişisel bakım ve gelişimizle biraz daha fazla ilgilenelim.

Zira kendisiyle ilgilenmek kişiyi moralman olumlu etkilediği gibi çevresine de pozitif bir hava verir. Düşünsenize nefesi kokan, yakası bir yerde paçası bir yerde, saçı başı dağınık bir insanla mı, yoksa mis gibi sabun kokan, dişleri temiz, bakımlı bir insanla mı sohbet etmek, çalışmak size daha cazip gelir?

Etrafınıza baktığınızda kimileri gerçekten de uzun süredir yıkanmamış gibi kimilerinin de süsü yerinde... Her şey sanki görüntüden ibaret. Ya da adına rahatlık denilen hırpani kıyafetler... Bu lafıma karşılık, "kişi nasıl mutluysa önemli olan odur" diyebilirsiniz. Kendi değer yargılarınız içinde haksız da sayılmazsınız. Fakat ister kabul edelim ister etmeyelim toplum içerisinde yaşıyor olmanın da kendi kuralları var ve başarıyı getiren unsurlardan birisi de özellikle günümüz dünyasında dış görüntü. Tıpkı yıllar öncesine söylenmiş "insanlar kıyafetleriyle karşılanır, düşünceleriyle uğurlanır" sözünde olduğu gibi. Bunun için çok zengin olmak da gerekmiyor, biraz su, biraz sabun, düzgün taranmış saçlar ve özenle seçilmiş birkaç ütülü kıyafet yeterli... Bir de mümkünse deodorant... İyi hayat= İyi alışkanlık Siz de durumu amma vahimleştirdiniz sanki genelimiz bakımsız diyebilirsiniz. Ancak arkadaşlar durumumuz gerçekten çok vahim. Yapılan araştırmalar maalesef evimizin temizliği kadar beden temizliğimize ve bakımımıza önem vermediğimizi gösteriyor. "İyi bir hayat, iyi alışkanlıklardan oluşan bir bütündür" diyor yazar İpek Ongun ve devam ediyor, "Kendini güzel ya da yakışıklı hisseden kişi Dünya'ya daha sevgi dolu bakacaktır, çünkü o her şeyden önce kendisiyle barışıktır." Ne kadar da doğru söylüyor değil mi? Kişisel bakım güven hissini geliştirir ve insanın kendini daha iyi hissetmesin sağlar. Bu sebeple bu yaz fırsat buldukça kişisel bakım ve gelişim (uyku, beslenme, spor, kilolar, ağız ve diş sağlığı, saçlar, kıyafetler, oturma kalkma, konuşma vb.) konuları üzerinde duralım istedim. Sağlığınız için gerekli ama... Bu hafta özellikle üzerinde konuşacağımız konu ter ve çareleri. Araştırmalara göre hormonların da etkisiyle özellikle gençler yetişkinlere oranla çok daha fazla terliyor. Terleme aslında sağlığımız için son derece önemli fizyolojik bir faaliyet. Burada mesele, terleyen bölgenin kirliliğinden kaynaklanan ter kokusu. İsterseniz gelin önce konunun uzmanlarından terlemenin ne olduğunu öğrenelim sonra da tedbirlerimizin neler olabileceğini bir kez daha göz gezdirelim; Ter bezleri: Vücudumuzda toplam 3 milyon ter bezi bulunuyor. Vücut kokusunun çoğu, teri üreten 'apokrin' bezlerinin bulunduğu koltuk altlarından ve kasıklardan geliyor. Bu bezlerde üretilen ter, kokusuz bir sıvı. Ancak süte benzeyen ve protein açısından zengin olan bu sıvıya bakteriler hücum edince rahatsız edici bir koku ortaya çıkıyor. Bu bezler testosteron hormonuna karşı hassas olduğu için, ter ve vücut kokusu ergenlikten sonra artıyor. Vücudun diğer yerlerinde de ter üreten 'ekrin' adlı bezler bulunuyor. Bu bezlerden üretilen ter ise daha tuzlu ve üzerinde pek bakteri üreyemiyor. İnsan neden terler?: Vücut ısısını terleyerek dengelediğimiz için günde ortalama bir litreden fazla ter üretiyoruz. Spor yapmak, hava sıcaklığı, heyecanlanmak ve tiroid hastalığı, enfeksiyonlar gibi bazı sağlık meseleleri, daha fazla terlemeye sebep oluyor. Fazla kilolu olmak, soğan, balık, sarımsak ve baharatlı yiyecekler yemek de fazla terlemeye yol açan diğer sebepler. Fazla terleyen insanların kötü vücut kokusuna sahip olma ihtimali artıyor. Yeterince sık duş yapmamak ve birkaç gün aynı kıyafeti giymek var olan terin çoğalmasına ve kötü vücut kokusunun keskinleşmesine yol açıyor. Karşı cinsi etkilemek için üretilen hormonların da aynı apokrin bezleri tarafından üretildiği, ancak duş alınmadığı takdirde biriken feromon hormonlarının kötü kokuya yol açtığı biliniyor.

Benden söylemesi; güzel koku insanı, insana çeker ve iletişimin önemli bir aracıdır.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.