SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Seçim ve Kararlarının Gerçek Nedeni Ne?

Kendin için uymakta zorlanacağın ya da seni her türlü zorlayacak bir karar verdin mi hiç? Bu karar irade sahibi olmanı gerektirecek, bazen yoldan şaşacaksın ama vazgeçmeyecek o kararı kendine hatırlatarak devam edeceksin. Ant içmiş bir asker gibi belki de adeta…

Eskiden ısrarlı kararda olanları garipserdim, bilhassa ilişkiler konusunda illa zengin eşe sahip olmayı bekleyen ve bunu beklerken de aşık oldukları kişileri kırıp döken, kalplerini dizginlemek için adeta kendilerine zulmeden dostlar insanlar gördüğümde “Neden!” diye bağırmak gelirdi içimden. “Eskiden” demem artık büsbütün öyle düşünmediğim ve tam tersine ikna olduğum anlamına gelmez, belki biraz şekil değiştirdi diyebilirim sadece. Gerçekten bir seçim yapmak ve bu seçime inanmak her zerresini bilmek ve ona sahip çıkmak çok zor. Bu başkalarına yanlış da gelse kişinin seçimi olması nedeniyle saygı duyulası bir durum. Ancak buradaki tek sınırım bu kararı neye göre verdiği, altta yatan açıklamadır. Kişi bunu açıklayabiliyor mu ve bu tüm açıklamalar kendine dair mi, bu önemli.

Eş/partner seçimlerinde tip, eğitim ya da maddi durum gibi kıstaslara sıkı sıkıya bağlı kadın ya da erkeklerin dışa dönük zenginlik ya da iyi görünüm peşinde mi oldukları yoksa kendi yolculuklarında kendilerine uygun hesaplar mı yaptıkları önemlidir. İş ve ekonomik seçimlerde saç ya da tatil seçimlerinde bile bu böyledir, bu hesabın yolu ve nedeni nedir diye bakmak gerekir.

Eskiden buna tam karşı çıkışımda kalbin standartlara bağlı kalmayacağını ve standartların da dayatılmasının kişinin kendine yaptığı kötülük olacağını düşünürdüm. Sanırım bu iddiaya o kadar sahip çıkmıştım ki hep de öyle kişiler karşıma çıkmıştı, herkeste olduğu gibi. Örneğin hayatına partner olarak “iyi insan” arayanlar olur, diğer kriterler insanların dünyevi hırsları gibi gelir onlara. Sonra her gördükleri iyi insana sırf kalpleri iyi diye tutulurlar. Ardından iyilik yetmez, anlaşamamak ve diğer pozitif ya da negatif unsurlar ayyuka çıkar. İyi insan olmak yetmez, para da tip de… Bütün standartlar alaşağı yani…

İnsanın en zor kararı hayatının geleceğine yönelik bir yolu seçmekle ilgilidir. Eğitimden işe, yaşayacağın şehirden peşine düşeceğin hayale ya da bir aşk muhatabı kişiye kadar hepsi. Buradaki “zorluğu” atlatmanın ya da kolaylaştırmanın yolu nedeni bilmektir. İnsan nedenini bildiği karara sahip çıkar çünkü. Çünkü kişinin de seçimlerinde bir “çünkü” vardır. Bazı danışmanlıklarda eylemlerin ve seçimlerin ya da kararların yanlış olmadığını ama o doğru seçime kişinin yanlış yoldan geldiğini görürüm. Tıpkı matematik sorusunda kişi yanlış hesaplama ile doğru sonucu bulması gibidir, bu sınavdan kazara 5 alacak durumdadır ama bu yanlış hesap da ona her zaman kazandırmayacaktır ve öğretmen de bu nedenle puan kıracaktır. Sonuç değil yol da tetikleyici ya da bakış da önemlidir yani. Bu yüzden seçimlerin kararların üzerine nedenleri için de bakmak gerekir.

İnsan kendine söylediği karara ya da seçime uymayabilir hatta yasak şehveti açılır, yaramazlık yapası ya da hatayı cezbedici göresi tutar. Ama nedeni bilmek ve o nedenle ilerlemek iradeyi çalıştırır. Seçimler ve kararlar irade vermez insana, nedenler irade verir, iradenin görev başına gelmesine sebep olur ve kişi iradesini cebinde tutar.

Seçim ve kararını ne kadar açık doğru düz ve gerçekçi açıklayabildiğine göre yüksektir o konudaki iraden. Örneğin sorsak sana ve cevap vermeden bir süre “kem küm” etsen muhtemelen otomatik bir komutun devrede çıkar. Belki bu seçim ve kararın kendini koruma güdünden, anne ya da babanın genetiğinden gelen algıdan, bilmem kaç sene önce yaşadığın ilişkiden, para kavramının aile genetiğindeki algısından geliyordur ve otomatik bir algıyla seçim ya da karar ileri sürmüşsündür kendine. İşte bu yüzden sorulduğunda ya cevabı bulmakta zorlanırsın ya da alakasız yerlerden başlarsın anlatmaya.

Yani işin aslı “tak tak tak” anlatabiliyorsan nedenlerini, kütür kütür de iradeni çalıştırıyorsundur o konuda. Yanlış da olsa o seçim ve karar senin seçimin ve kararın olur, kimseye yorum yapmak bile düşmez. Sadece bunu görüyor olman seni en doğru ilerleyişte götürüyordur çünkü. Aksi halde güvenilir biri olsun derken güvenilmezlere kapılır, sarışın severim derken esmere vurulur, illa şöyle olsun derken illa öyle olmayan olur, kurduğun hayale ulaşmayı beklerken yol tersine gidiyor olur. Seçimi kararı ve nedenini bilen insan atlar arabaya, gideceği yolu bilir, bilmiyorsa navigasyonu açar, müziğini çalar ve camdan esen rüzgarla dosdoğru ilerler yolda. Ha hata yapmaz mı yapar ama anayola çıkmayı da unutmaz, yolu hep devam eder yani. Mesele nereye gitmek ve neden oraya gitmek istediğindedir işte.

Bir anlat kendine seçim ve kararının gerçekten nedenleri ne, ikna edebilirsen ben de sadece kendini iyi yolculuklar dilerim:)

 

Yazının devamı...

İnsan neden 'ne istediğini' bilemez?

“İnsan neyi arzulayacağını bilmeyen yaratıktır” der Rene Girard.

Biz ne istediğimizi ne istemediğimizi bildiğimizi yahut bunu düşünürsek bilebileceğimizi sanırız, neredeyse emin bir biçimde hatta. Ancak aslında bu insanın en belirsiz konusudur: Ne istediğini bilmek!

-Arzuların en derin benliğimizden derinlerimizden gelmesini isteriz ama öyle olunca da o arzu olmuyor, arzu her zaman eksikliğini hissettiğimiz bir şeye yönelik ve biz de bunun için başkalarına yöneliriz der 20. Yüzyılın en mühim akıllarından biri olan Girard.

Mesela eksikliğini duyduğun bir şeyle ilgili arzun yükselir ve aynı zamanda da etrafında ona sahip olan ve olmayanları algıda seçicilik olarak çok görmeye başlarsın, beynin gördüklerinden olasılıklar ve çareler belirlemeye ya da yoksunluğuyla seni depresyona sürüklenmeye programlanır. Yani eksiklik ne kadar derin hissedilirse dış dünyadaki görüş o kadar artar. Bu bir arzu olur ama arzu gerçekten bu mudur ve doğru mudur?

İnsan beyni birçok şeyi bir arada yürütür, eksiği ihtiyacı ya da olayları alıp titreşirken milyonlarca hareket. Serotonin düşer mi dopamin neye motive olur, ne mükafattır ne kayıp ne kazanç, amigdala neyden kaygılanır, hipotalamus beni yaşatmak için neye yolcu eder, sol beynim hangi mantığı sağ beynim hangi niyet sorgulamasını dayatır. Ve acaba beyin bir arzuya karar veriyor mudur? Yoksa kalbin üstündeki timüs bezi mi ve kalp mi komuta merkezi?

Dışarıdan nasıl bir ebatta beden olursa olsun içeride devasa bir devlet gibi bir beden. Çık çıkabilirsen işin içinden!  Sanırsın ki şahane yönetiyorsun, her şey elinin altında veya zihninde.

Örneğin bir flörtte karşındaki insanın iletişim tarzı hoşuna gitmez, bunun üzerine konuşur ya da flörtü/ilişkiyi bitirirsin. Buraya kadar aslında neyi istediğini istemediğini görebilmişsindir, adımlar haklı ve yerinde belki. Ama sonrasında çoğu insan karşısındaki insanın yapmadıklarına takılır, “neden ısrar etmedi, neden vazgeçti, sevmiyormuş demek ki” diye eksiklere takılır ve hatta bunların olmasını arzuya geçeriz. Gerçekten nedir istek, olmayanı görmüş ve karar vermiş halinden sonra neden bunda kalamadın ve yeni arzun öncekiyle sence neden tezat oldu? İşte her zaman arzu yenilenir ve bu arzular da insandan bağımsız sosyal akışlarla da devinim yaşar. Sonucunda da eğer bilinçli hareket etmez isen yeni yakalandığın arzu senin aslında istemediğin bir şey de olabilir. Örneğin o kişiyi zaten istememiştin neden şimdi onun gelmesini arzu ediyorsun?

Ben bunu beyin ve bedenin bir sistem arızasını lehime çevirerek çözüyorum. Beynin negatif nöron tepkimesi pozitiften daha yüksek ve kararlı, insan ne istediğini unutabilir ama ne istemediğini daha sık hatırlar. O halde ne istemediğimi belirleye belirleye devamına da ondan yola çıkarak ne istediğimi cümleye ekleye ekleye oluşturuyorum.  Böylece zaman gelip kazara olmayan arzulara kapılırsam ve ne istediğimi göremesem de ne istemediğim kesin bana kendini hatırlatır ve o yüzüme suyu çarpınca da ben kendime gelirim, gerçekte ne istediğimi o ayılma anında bulurum.

Örneğin kariyer planı ve hayallerimiz konusunda kaybolur gideriz, hayalimiz nedir ne istiyoruz ne ne ne! Böyle durumlarda önce nelere müsait olmadığını cebinde tut mesela, sonra isteklerini sırayla ele al, bu isteklerini gerçekleştirmek için müsait olmadıkların bunu ne kadar etkiler bak ve gerçekten bütünüyle doğru sonuca var. Dünyayı dolaşmak istiyor olabilirsin ama uzun süreler seyahat etmekten hiç hoşlanmıyorsan buna rağmen bu hayali nasıl gerçekleştirebileceğine bakar ve ortaya koyduğun şartlara göre yol haritası çizersin. Sevmediğin zayıf olduğun hevessiz olduğun tüm materyallerin ile arzuların karşında olmalı, böylece belki o hayal için beklemeye gerek olmayıp koşmaya karar verir ya da “aslında istemiyormuşum” da diyebilirsin. Gerek var mı boş yere olumsuz görüşle onu zihninde tutmana, hatta bazen hayallerin olmuyor sanmana ve kendini cesaretsiz saymana; yani belki de istemediğin, eskiden istediğin yahut hemen şimdi yola koyulabileceğin hayallerin duruyor ruhunda.

İnsan neyi arzulayacağını bilmez ama bu konuda bilgili olmak isterse önce bilinmez bu alanla ilgilenmeye başlaması gerekir. Sürekli isteklerini ve istemediklerini görmesi gerekir, tezatlıklarını yakalamalı veya asıl isteği kendine hatırlatmalıdır ama dikte ederek değil.  Bunu iyi yaparsan, “Unutma sen şöyle bir şey istediğin için bu kararı vermiştin, şuan sadece şunun hırsından olayların böyle devam etmesini istedin” diyebilirsin sistem hatanı görerek.

Bozuk ve sorunlu değiliz, eksik ya da fazla da değiliz, sadece bu konuda insan beyni ve bedeni olarak hepimiz doğru çalışan bir sisteme sahip değiliz. 80 yaşında gerçek arzularını geçmişe bakıp da bulmak istemiyorsan ya da pişmanlık duymak istemiyorsan her yaşında kendi arzularının dümeninde oturmanın tadını çıkarman gerekiyor sadece.

Yazının devamı...

Toksik insanlar ve olaylar

Şimdi bir kere “toksik birey” kavramı bir benzetmedir, kriterize edilmiş bir şey değildir gerçekte. Ayrıca bunu yaparken bir “toksik insan” türü belirleyip onu “kan emici” olarak tarif etmek ve her ne yapıyorsa bilinçli olduğunu düşünmek, iddia etmek yanlıştır.

Toksik davrandığını düşündüğünüz kişi ya önemli hasarlı duygu durum bozukluğu olan kişi olabilir ya da mevcut olayda bu olaya göre toksik olmuş olabilir. Her türlü ilişki için buna böyle bakmak şart. Kişi kaçıngan, kaygılı bağlanan olabilir, histriyonik ya da paranoyik olabilir ve bu onun duygu durum dalgalanmasına göre onu kişi ve olay fark etmeksizin toksik etki yaratmaya güdülüyor olabilir. Bunun dışında da gerçekten bazen en doğru insan bile bir ikili ilişkide diğerine göre toksik davranan kişi haline gelebilir, hatta bu bir tarafın önemli ölçüde sakin ya da umarsız olması durumunda bile kıyasla söz konusu olabilir, o derece.

Bu durumda gerçeği konuşuyorsak öncelikle;

1-“Toksik insan” dediğimiz kişinin duygu durum sorunları olabilir

2-“Toksik insan” dediğimiz kişi normal olup da bir olayda diğerine göre toksik etkiye sebep oluyor olabilir.

3- En önemlisi kimse bu etkiyi bile isteye yapmıyordur. İstisnalar kaide dışı.

Sonuç olarak günümüzde bazı tabirlerin çok yüceltilmesi aslında ilişkileri zedeliyor, bunlardan biri de “toksik” değerlendirmesidir. Gördüğüm üzere herkes herkese hakaretamiz biçimde “toksik” diyor, duyunca küfür gibi gelebilir size de. Ama bunun bu kadar abartılmasından vazgeçmek gerekir.

Toksik etki dediğimiz şey en ufak etkisiyle huzursuzluk çıkaran durum olabilir. Yani huzuru bozuyordur işte şu ya da bu sebeple. Kişi manipülatif, dik başlı, sabit fikirli, yüksek egolu, kindar, önyargılı, despot olabilir ve bu dediklerimizin normalden fazla olması zaten en yakınındaki kişilere fazla gelebilir, yani toksik!

Annelerimizin iş hayatımıza, giyimimiz ve seçimlerimize, evliliğimize ve çocuk ya da mülkiyet planlarımıza dair baskıcı (onlar kabul etmese de) söylemleri toksik etki yaratabilir. Çocuğunun başarısını görmeyen baba ya da kıskanç arkadaş toksik etki yaratıyor, memnun olmamakta direnç gösteren müşteri toksik davranıyordur.

Bu kelimenin normalleşmesi gerekir. Bazı köşe yazılarında toksik insanların akbaba ya da kan emici vampir olarak tarif edildiğini ve sonuna kadar gitmeye ant içmiş gibi anlatıldığını görüyorum. Oysaki bazen biz de gerçekten farkında olmadan toksik bir etki bırakıyor olabiliriz. Buna kasıt var diyemezsiniz.

Bu tanımı diğer tüm tanımlarda olduğu gibi abarttığınız zaman ne olur biliyor musunuz? Değer yükselir, gardınızı alırsınız, önyargılı ve duvarlı olursunuz, herkesi öyle sanar, kendinizi koruyacağınızı düşünürken insanları ite ite yürürsünüz. Hatta siz tam bunu yaparken toksik insan olursunuz. 

Toksik etki tabiri bir kişinin ya da olayın diğer kişiyi olumsuz etkilemesi, o kişinin motivasyonunu yitirmesi, kendini yetersiz ve güçsüz hissetmesi gibi sonuçlarına denir. Bazen bu kişi ve olaylar hayatın öğretisinden gelir. En güçlüleri belki sınav hikayedir ve belirli belirsiz insan hikayelerinin hepsindedir. Yani her kişi bir diğerine toksik her hikaye bir başkasınınkine göre toksik etkili olabilir.

Her şey denge ve insan beşeri, her duygu var her durum olabilir ama mevzu dengededir. İnsanlara bakarsın, sana iyi geliyor mu yoksa zarar mı veriyor, bunun cevabına göre mesafeni yeniden güncelleyebilir misin yoksa daha keskin kararlar mı alman gerekir, onunla konuşup düzeltmeye çalışır mısın, önemli midir, ne istiyorsun gibi sorular senin meselendir. Yani etiketleme değil değerlendirme ile yaşanmalıdır. Çünkü etiketleyen insan da normalin dışında duygu durum bozukluğuna düşmüş olacaktır. Yani kaş yapayım derken göz çıkarmayın.

 

 

Yazının devamı...

‘Sevgi’ tanımı herkeste değişir mi?

Yıllar önce kendimce bu tanımın herkes için farklı olduğunu düşünmüştüm sadece. Ardından yaptığım çalışmalar üzerine bunun ne kadar gerçekçi bir detay olduğunu ispatladım sanırım kendime ve herkese.

Omurganızın üst kemikleri, omuzlarla kulunçlar arasındaki omurga kemikleri (kalbin arka yüzü) “sevgi” kelimesinin sizdeki tanımını anlatıyor. Bu kemikler beden yazılımlarında sevgiye dair sevmeye ve sevilmeye dair tüm kayıtların tutulduğu yer diyebilirim. Burada çocukluğunuzda ailenizde, çevrenizde gördüğünüz ve göremedikleriniz üzerine sizin yazdığınız tanımlar ve açıklamalardan tutun da anne ve babanızın tüm genetik soyunda kadın nedir, erkek nedir, sevmek nedir gibi tanımların nasıl geçtiği yer alıyor.

O zaman da şunu söyleyebiliyoruz, hem genetik olarak aldığın algılar ve tanımlar hem gördüğün yaşadığın ve tarife konu ettiğin detaylar sonucunda bir final algın var: senin için sevgi ne demek o da bu işte!

Örneğin bir danışmanlıkla bir danışanımızın anne ve babası birbirini çok seviyordu ancak iletişimde çatışmacı bir durumları vardı. Bu arkadaşımız gözlemleri üzerine kendine sevgiyi tanım olarak yazarken “sevgi güzeldir ama öncelik iyi iletişimdir” haline dönüştürmüş ve sevgiden bile üstün ve hatta baskın biçimde “iletişim” tanımını ön şart olarak koymuştu. Baktığınızda bu kişi şöyle de düşünebilirdi: “İletişimde aksaklıklar olabilir ama sevgi her zaman bütünleştiricidir”. Ama bunun yerine onun da tanımı iletişim odağı üzerine kurulmuştu. Böylece tüm ilişkilerinde iletişim öncelikli şartı olmuş, iletişim yönünden sorun yaşamış, sınavları olmuş ya da orantılı davranışlar sergileyememişti. Hatta sevip sevmediği ya da sevip sevemeyeceğiyle bile ilgilenmeden önce iletişime bakmıştı. Yani onun tanımında hem genetik geçişler hem de aile izlencelerinin sonucunda hatalı bir cümle kurulmuştu. Bir diğerinde “kaliteli yaşamın ortak paydada buluşması” idi ve bu normal gibi görünse de tüm ilişki dünyasını başka bir çarmıha geriyordu. Algılar ve cümleler işte tam burada yakalanıp sadece yanlış kısmı düzeltilerek yeniden kurulabilir değil mi? Hayatın en güzel dönüştürücülüğü de burada.

Hal böyleyken o zaman hepimiz için “sevgi” başka bir tanımla vücut buluyor, bu tanımlarda ise onlarca yaşanmışlık ya da yaşanmadan alınmışlık var. Bu gerçeklik üzerine de “sevgi” tanımlarımızı başkalarına dayatmanın ve o tanımlar üzerine savaşmanın anlamsızlığını öğreniyoruz. Yani benim tanımım başka seninki başka, ben senin gibi düşünemem sen de benim gibi. Sadece cümlelerimizi değiştirip ortak paydada buluşturabiliriz değil mi? İlişkilerde taraflardan biri diğerine kendi sevgi anlayışı üzerinden tepki gösteriyor ve genelde bu tanımlar üzerine savaş çıkıyor, anlaşmazlıklar yahut ayrılıklar… “Gel tanımlarımızı düzenleyelim” desek mesela... Kemiklerimize bakalım da diyebiliriz. :)

Sevgi kelimesini güven, emin olmak, iletişim, maddi güç, sarılmak, dokunmak veya yanında olmak ile tanımlamış olabiliriz.

Kimse kimsenin sevgi tanımını tam beslemek zorunda değildir, sadece bunun için özen gösterebilir ve bunu anlayabiliriz birbirimiz için. Önemli olan sadece sevgi tanımlarımızı anlayabilmektir yani. Böylece onarmak mümkün hale gelebilir ya da ortada buluşmak…

Sevgi kelimesini risk ve tehlike faktörüyle tanımlamış ve yasaklı madde gibi kapatmış sırt beyin beden haritaları bile görüyoruz. “Sevgi” kelimesine dair hiçbir tanımın olmadığı bir yapı ya da olayı çok yanlış anlamış bir bireyi karşımızda bulabiliyoruz. Bütün bu gerçekler üzerine diyebilirim ki: Değer verdiğiniz ya da kalbinizi vereceğiniz insanların “sevgi tanımına” bakın, onun için sevmek nedir ve sizin tanımınız nedir, önemli olan bunun buluşabilirliğidir. En önce sevgi tanımı olmasını yeğlerim ben mesela, olmadığını gördüğüm taramalardan dolayı ön koşulumdur:) Ardından uyumlanabilirliği zorlarız.

Ha bir de sevgi tanımınızdaki şartlarınızın ne kadar sert ve baskın olduğuna iyi bakın ve cümlelerinizi yeniden kurun. Sadece yeni bir cümle, bu cümleye yeniden inanabilir ve sevgi kavramını sana en yarar hale getirebilirsin.

Yazının devamı...

Languishing: Tatsızlık Hissi

“Depresyonda gibiyim ama depresyonda değilim” “enerjim var ama bir şey yapasım yok” cümlelerinin sonucu gibi duran bir duygu-durum hali. Bilimsel olarak tükenmişlik sendromu ya da depresyondan ayrı değerlendirilen bu durum aslında ilk olarak pandemiden sonra 2021 yılında konuşulmaya başlandı.

Konsantrasyon eksikliği, heves ve istek eksikliği gibi sonuçlar veren bu tatsızlık duygu durumu aslında tam olarak bir boşlukta süzülüyor hissi uyandırıyor. Önce neden pandemiden sonra yoğunlaştığını söylersek durumu da açıklamış oluruz. Pandemi bizlerin en kök hipotalamus komutlarını yani “savaş-kaç” tetikleyicilerini aktive etti. Bunlar o kadar yoğundu ki bu komutlara göre kendimizi korumak, korkmak, savaşmak ya da karşı karşıya olduğumuz durumlarla baş etme yöntemleri geliştirmek gibi sonuçlar veriyordu. Hasta olmadığımıza sevinmek, iyileştiğimize sevinmek ve pandeminin geçmeye başladığına sevinmek gibi sonuç motivasyonlar da ekstrası. 2021 itibariyle hipotalamusun en kök komutlarının hala işlemeye devam etmesine gerek kalmadı, pandemi bitti güçlü tetiklenmeler bitti. İşte bu tam bir “boşluk”.  Hayatınızdaki çok önemli birinin hayatınızdan çıkması ya da uzun yıllar çalışıyorken birden evde oturmaya başlamanız gibi yüksek bir değişkenlik durumu.

Beyinlerimiz o kadar uzun zaman bu güçlü tetikleyicilerle aktiveydi ki onlar gittiğinde yerine yeni güçte bir şey koyabilmek kolay olmadı. “Ee şimdi neye güdüleneceğim, ne için savaşacağım” diyor beyin. Bir taraftan da pandemide tabiri caizse “küçük yaşama” sisteminde olduktan sonra perde aralandı ve şimdi her şey normale döndükten sonra da büyük yaşayabilecekken küçük alanda mı kaldık düşüncesi de dürtüyor olabilir.

Languishing bu yüzden tam olarak tükenmişlik ya da depresyon değil. Günlük rutinlerimizde hissettiğimiz kısa zamanlı ya da uzun zamanlı huzursuzluk halleri. Gün içinde bir şeyleri yapmak isterken onları yapmaya girişemeyişimiz ya da bir şeyler yaparken de onu isteksiz yapıp sanki mecburiyetle günü sürüklüyormuşuz gibi hissedişimiz bundan.

Languishing için biraz daha ele alınması gereken alanın “tetikleyiciler” olduğunu düşünüyorum. Tarif edilen her detay bize beynimizin pozitif tetiklenmelerinin gitgide azaldığını gösteriyor. Buna temel 5 neden sayacak olsak:

Bir kere mecbur kalmadıkça antidepresan gibi ilaçların kullanılmaması önemli, çünkü doğal olarak tetikleyicileri susturma görevi gören bu ilaçlar ihtiyacımız olan pozitif tetiklenmeleri de hayatımızdan birer birer siliyor.

Pandemi sonrasında “hiçbir şey eskisi gibi olmuyor” diyebileceğimiz şekilde sosyal yaşam normale dönemiyor. Eskiden olan komşuluk ilişkileri, daha sık görüşmeler rafa kalktı. Bu bir hastalık korkusu temelinden çıkarak insanlarla diyalogun yoruculuğuna ve istek azlığına dayandığı aşikar. Hem insanlar yorucu geliyor ama hem de yalnızlık artık bazen sevilen bazen nefret edilen güçlü bir kalıp haline dönüşüyor. Bireysel olabilmenin zorunlu tecritini yaşadığımız pandemiden sonra bunu iyi yapabilsek de bir yandan hayata bir “yaren” ihtiyacı da tatsız bir enerji olarak kıvam alıyor. Ve son olarak da sosyal medyanın bize verdiği bilgilere dayanarak herkes pandemiden ok gibi fırlayıp kaldığı yerden devam etmiş ya da çok iyi yerlere ışınlanmış veya sanki kimseye bir şey olmamış da biz kötünün en iyi sonucu ola ola sadece yerimizde saymışız gibi geliyor.

Sonuç olarak önce hayatımızda gelir geçer tatsızlık huzursuzluk hissini görelim ve normal sayalım. Büyülü hayatlar yaşadığını sandığınız insanlar bile bu hisse günde defalarca giriyorlar. Dolayısıyla bu bir insan “normali”. Ardından bunun çözümü için de kendimizi yönlendirelim:

Tadınız huzurunuz bol olsun.

 

Betül Yergök

 

Yazının devamı...

2023 için uyarılar ve dilek ritüeli

2023 aklın ve mental sağlığın önemli olduğu, olumlu her türlü şey sevinç olsa da olumsuz olan her enerjiden de ancak akıl ve mental sağlıkla kolaylıkla geçilebilecek bir yıl.

“Bana değmeyecek”: Her ne kadar “bana değmeyecek yılan bin yıl yaşasın” demiyorsak da dünyanın her türlü kaotik değişkeninden savrulmamak, ruhsal ve psikolojik olarak etkilenmemek adına bütün bu değişkenlerin değmediği bir ruhta ya da pozitif değişimlere dönüştürrbilir güçte kendini görebileceğinden emin olduğun bir inançta olabilirsin.

“Hangi konumdasın”: Kendini hangi koltuğa oturttuğuna göre değişebilir yıl hikayesi. Koridora veya dünyanın antresine oturma, rüzgarı yeme ve yelle savrulup gitme! Kapını pencereni kapatıp kaçma, ürküp saklanma ve kaygılar tetikleyicilerine aldanıp zihnen kendini yorma. Hangi konumda olduğun çok önemli. Ruhunu nereye oturtursan o derecede kendi hayatının en güzel filmini seyredeceksin.

“İstek-İnanç-Hareket”: Çok basit değil mi istemeyene akmayacağı inanmayanın bulamayacağı veya hareket etmeyenin varamayacağı! Bu yüzden bu yıl temel niyetlerinden biri de bu olmalı. En başta konu bazlı isteklerini beklentilerini saymadan önce bu yıl isteklerinin olmasını, onları duymayı, onların olabilirliğine ve hayatın buna açıklığına inanabilmeyi ve bu inançla da sadece istemiş olmanın güzelliğiyle harekete geçmeyi dile.

Bu yıl aklını koruyan, mental sağlığına önem veren, isteklerini duyan ve hareketten kaçınmayan yürür gider herkesten önce diğer yıla. Bir bakmışsın herkes 2023’teyken onlar 2030’luk bir çağa bile zıplamış. :)

Bu yıl için de dileklerinizi beklentilerinizi sayarken her zaman olması gerektiği gibi inançla dileyin ve mümkünse kelimelerinizi öyle seçin. Örneğin “mucizelere inanın” ya da mucizenin çok nadir olduğunu hissediyorsa kalbiniz “sürprizler” diyin, yani inanca dönüşecek kelime titreşimleri çok önemli.

Gelelim olmazsa olmaz yeni yıl dilek ritüeline, ne yapalım nasıl yapalım:

- Bir kağıdı önünüze koyun ve net bir şekilde isteklerinizi kısa öz yazın, uzun cümlelerden şartlı söylemlerden kaçının. Detay gereken yerde detay verin ve detaylarda hislerinize yer verin. Örneğin “Geniş aydınlık camları yere kadar, yepyeni ve içinde kendimi ödüllendirilmiş keyfe ve huzura ermiş hissettiğim bir ev…” gibi. Renkten hisse kadar detaylarla yazabilirsiniz. Konu konu kısa öz, gerekli yerde detaylı ve hislerinizi barındıran şekillerle yazın. Ne malum hayat verir de içinde mutlu olmayı dilememişsek de eksik kalırsak!

- Kağıdın üzerine melek figürleri, ev, araba, para işareti, gelin damat, yüzük gibi figürler çizebilirsiniz. (Benim gibi çizemeyenler de çizmesin n'apalım. :)

- Ben kağıdı her ne dilediyseniz bereketle titreşmesi için tuz olan (içine biraz da pirinç atabilirsiniz) bir kavanoza koymanızı tavsiye ederim.  Kavanozun ebatı önemli değil, tuz da kağıdın görünmeyeceği kadar olsa yeter, göz kararı yani. Eğer mümkünse himalaya tuzu seçin. Kavanozun ağzı açık kalsın ve evin kapısına yakın bir yere koyun.

- Dilekleriniz olursa zaten çıkarırsınız ama her koşulda 3 aydan fazla tutmamanızı tavsiye ederim. Bazen çalıştırdığımız enerjileri uzatmak boğucu dönüşlere neden olur, görevini ve titreşimlerini zaten yapması gereken süreçte tamamlar. Bu yüzden 3 aydan sonra çıkarıp dileğinizi yazdığınız kağıdı kesip yırtıp mümkünse denize, nehire, göle atın. Yoksa da musluk altında suya tutup ufaladıktan sonra camdan dışarı savurun.

2023 hepimize akıl ve mental sağlığımızın en iyi performansta olduğu ve isteklerimizin fazlası ve güzellikleriyle hayatımıza aktığı bir yıl olsun.

Yazının devamı...

Özür dilemek erdem mi?

Son zamanlarda izlediğim tüm TV yapımlarından içinde bulunduğum gerçek dünyaya kadar her alanda özür dileme konusunun çok başka algılandığı dikkatimi çekti. “Özür dilemek bir erdemdir” derken bile aslında sanki bir hatayı kabul etmenin erdemli insan işi olduğu altta yazılı gibi duruyor. 

“Özür dilemek” sebep olunan şey ya da duygu için karşı tarafa aktarılan bir anlayıştır esasen. Bu sebep olunan şeyin hata olup olmadığı en fazla özür dilemenin şeklini belirlemez mi?

Kimi insan özür dilenecek bir durum olduğunda özür dilemenin ego düşürücü bir kabul olduğunu hisseder ve yine de bir şekilde kendinde haklılık yaratacak savunmalar geliştirir. Öyle anlaşılmıştır ya da öyle anlaşılmasına karşı taraf sebep olmuştur ona göre.

Özür dilemenin bir hata kabulü olduğuna inananlar hata kabul etmekte zorlanırlar ve hatanın kendine ait olmadığını ispata düşer ya da olayda saklanırlar. Konuşmaktan kaçınır, karşı tarafı anlamaktan sakınır ve üstüne üstelik bir de haklılık yaratır kendine.

Oysaki özür dilemek bazen sadece farkında olmadan ya da hiçbir hata olmadan bile karşı tarafa hissettirilen duygu nedeniyle gerçekleştirilir. Bu durumda cümle “Ben böyle hissettirmek istemedim, bu yönde davranmadım/konuşmadım ama sana böyle hissettirdiği için özür dilerim ama sen de bence gerçekte olan taraftan bir daha bak” şeklindedir. Muhtemelen bu anlayışlı yaklaşım karşı tarafa bir kez daha düşünme tetiklemesi yaratır ve karşı taraf da yanlış anladığına ikna olabilir gerçekte böyleyse durum. Bu cümleyi söyleyen kişinin hata kabulü yoktur, gücü kırılmamış, küçük düşmemiş ve karşısındaki kişiye karşı da ezilmemiştir. Onun için en doğru sıfatlar erdemli oluşuna ve anlayışına dairdir.

Bir kere en başta her birimizin olaylara bakış açısının, ifade ve beden dilinin birbirinden tam bağımsız olduğunu kabul etmek gerekir. Bazen içimizde hissettiğimiz gibi dışarıya yansıtamadığımız olur ve bazen de biz doğru yansıtsak da karşımızdaki kişinin hassasiyetlerinin başka olduğu.

“Kısa saç sana hiç yakışmıyor” dediğin birine tamamen içten onu daha başka hallerde çok sevdiğinden bir söz söylemiş olabilirsin ancak bunun onda bambaşka yere temas edeceğini bilemezsin. Belki de bir hastalık üzerine bile olmuş olabilir bu fiziksel durum. Bunu okuduğunuzda tabiî ki bunda kalbini kırdıysak özür dileyeceğimizi düşünürsünüz ama bu her konuda olamaz mı? “Hayatında niye biri yok, sen sertsin, hayatı umursamıyorsun, bencilsin, kilo mu aldın, kayıpsın…” gibi hayatın içinde tonlarca cümle sayabilirim bir diğerinin hassasiyetini titretebilecek. Peki karşımızdaki insan bu hassasiyetini dile getirdiğinde ne yaparız ya da ne yapmalıyız?

İşte bu soruya “suçumuz hatamız yok ki onu derken” diye bakıldığı için özür dilemek gerektiğini de düşünmüyor kimse. Oysaki bazen hissetmesine hatasızca neden olduğun için özür dilersin, sen öyle demesen titremeyecekti hassasiyeti yani. Diğer mesleğim avukatlıkta yani daha doğrusu adalet sisteminde bile kast, olası kast, taksir gibi durumlar vardır ve hatasız olduğun halde sorumluluk gerektiren olaylar yaşanır, bunlar dava konusu bile olur. Hayatın içinde neden bu olmasın? Gardını almanın gerekmeyeceği bir karşılıklı anlayıştır bu, ne hissettirdiğini anlaman, anladığını hissettirmen, sorunu çözmen ve hatasızsan da karşı tarafça doğru anlaşılman için gelişen şahane bir erdemli akış.

Özür dilemek sadece bir erdem değildir ve her özür bir hatanın gereği değil ya da her özür bir hatadan sebep değildir. Karşındakine hissettirdiğin şeyi anladığını ifade etmenin naif tarifidir, klas bir davranıştır ve anlayıştır yani.

 

Yazının devamı...

İlişkiler Konusunda Münih Sendromu

Munih Sendromu uluslararası ilişkilerde geçmişin etkisinden sıyrılamamış karar alıcının geçmişle benzeşimler yaparak karar alması ve davranması olarak geçer ve geçmişteki tecrübeler nedeniyle korkularla tavizler vermeyi anlatır. Daha önce başa gelenler bir daha gelmesin diye toplumların ve yönetimlerin kaygı duyması ve bununla hareket etmesi yani.

İlişkilerde de aynı kimliklere sahip olduğumuzu bildiğimden ilk duyduğumda “işte tam olarak ilişkilere dair sorunu olan herkesin sendromu” dedim. Çünkü sorun olarak addediyorsak ruh halimizi bunun nedeni geçmişte olan olumsuz durumların benzerini yaşamamak adına fazla gardımızı almamızdır. Bunu en basitimden şehirler üzerinden bile yapıyoruz, burçlardan bile “Bir daha Trabzonlu olmaz” ya da “aslan burcu mu asla” diyoruz (bu kısımlara ben de katılabilirim). Ancak büyük perdede daha önce başımıza gelen ya da içine düştüğümüz durum ve duygulara karşı bir koruma geliştiriyoruz.

Örneğin eskiden aldatılmış kişi aldatılma radarı işletir ve güvenmek onun için zordur, hep bu ihtimalle izler partnerini. Buna benzer sevgi sorunu, maddi konular, zeka, değersiz davranma ya da baskın karakter olma gibi çokça yönden “asla” kategorileri üretiyor ya da aynı duruma düşmekten kendimizi korumak adına kılıç kalkan kuşanıyoruz.

Böyle yaptığımız için de genelde eskilerden güvendiğimiz, kusurlarını bilmenin yönetebilirliğine aldandığımız insanlara yeniden şans veriyoruz ya da pek de iyi olmayan ilişkileri uzatıyoruz, içinden çıkamıyoruz veya bazı şeyler eksik olduğu halde güvenli kategori gibi görünen her ilişkiye de balıklama dalıyoruz.

Münih Sendromu aslında bunu gösteriyor. İyi gitmeyen ilişkileri ya da hak ettiğimiz değeri vermeyen partnerleri alanımızda tutmayı uzatıyoruz, çünkü o olmazsa güvenilir bir alan olmayacak ve bu alanı yaratacak birini bulmak zor olacak. Bunun gibi kriterlere biraz uyuyorsa da kurtarıcı gibi sarılacağız karşımıza çıkana.

Bütün bunlar geçmişte yaşadığımız deneyimlerin bize kattığı tecrübeleri tecrübede bırakmayıp onu kendine kural ve savaş belirlemiş bizler yüzünden oluyor. Her şeyi abarttığımız gibi tecrübeleri de abartıyoruz, öğrenmekle kalmayıp onu kuşanıp savaşa çıkıyoruz.

Tekrar yanılmamak, değersiz hissetmemek, doğru insanı bulmak, kendimizi kullandırmamak, fazla fedakar olmamak, sevilmeden sevmemek, belirsiz durumlardan kaçınmak gibi onlarca düşünce geliştiriyoruz eski ilişkilerimiz üzerine. Hatta şakadan sosyalliğe hayata bakış açısından iletişim şekline kadar bir çok detay var geleceğe geçmişten baktığımız. Geçmişin tecrübesiyle geleceğe bakmak şahane ama Münih Sendromu gibi ansızın da uygun olduğunu sandığımız insanlara ya da sırf ilişki oldurmak uğruna bu kez de fazla taviz veriyoruz ve bir taraftan da geçmişten gelme bu kaygılar ya da düşüncelerle kendimize kurallar koyup diplomatik takılmaya çalışıyoruz, bir flört masasına şartlarımızla gelip hızlıca zaferle çıkmak istiyoruz, garantici oluyoruz.

Hayat hep savaş değildir ve hatta en güzeli barıştır.

Güvensiz bir yaşam yoktur kişinin kendine güvendiği her an her alan güvenlidir.

O halde kendimizle ve geçmişimizle barışabiliriz, olanlar birer tecrübeydi ve tekrarlanacak diye bir kural yoktur ama bunu olacak gibi hayatında tutmak belki tekrarlatabilir. Öğren ve bırak onu orada, o o zamanın konusu ve öğrenip bıraktığın hiçbir şey olumsuz olarak tekrarlanmaz hayatında buna inan. Ve kendine güvenmenin güvenlik ve güven için yeterli olduğu bu yaşamda ne yapman gerektiğini biliyorsun. 

Betül Yergök

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.