SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Beethoven 250 yaşında

Müzik denince kuşkusuz akla pek çok isim gelir. Ancak bu yüzlerce yıldır hayatımızın olmazsa olmazı olan bu sanat dalına damga vuran isimler dense herhalde akla ilk gelen kişilerden biri Beethoven olur. Muhtemelen 16 Aralık 1770 tarihinde Almanya'nın Bonn kentinde dünyaya gelen Beethoven'in bu sene 250. doğum günü kutlanacak.

Başta Almanya ve hayatının önemli bir bölümü geçiriği Avusturya olmak üzere dünyanın pek çok yerinde bu büyük müzisyen anılacak. Bu listede elbette ki Türkiye de var. Konser salonları ve müzik festivallerinde çeşitli etkinliklerle anılacak olan Beethoven hayattayken de insanların belki biraz çekindiği ama çokça da saygı duyduğu bir isimdi.

Müzik tutkunu bir ailede dünyaya gelen Beethoven, pek çok kardeşini çeşitli hastalıklar nedeniyle kaybetti. Dönemin koşulları düşünüldüğünde sıradan bir olay olan bu durum elbette Beethoven'in duygusal durumuna da etki eder.

Ailesinin pençesini bırakmayan hastalıklardan biri Beethoven'in de peşini bırakmayacaktı. Viyana yıllarında yaşamaya başladığı işitme sorunu ilerleyen dönemde ünlü besteci ve piyanistin duyma yetisini tamamen kaybetmesine neden oldu. Ay Işığı Sonatı olarak bilinen 14 nolu Piyano Sonatı'nın yanı sıra 7. ve 9. Senfoni gibi başyapıtlarını sağırken besteleyen Beethoven'in bu şaheserlerini hiç duyamamış olması şüphesiz hayatının en büyük trajedilerinden.

Avrupa'nın en çalkantılı dönemlerinden birinde yaşayan ve kıtayı kasıp kavuran devrimlere tanıklık eden Beethoven, bu değişimlerden de etkilendi. Aydınlanmacı bir besteci olan Beethoven, Fransa'dan başlayan devrim dalgasına gönülden bağlıydı. Müziği kilise ve saray çevresinden çıkarıp geniş halk kitlesine sunan bestecinin en önemli yönlerinden biri de kuşksusuz buydu.

26 Mart 1827'de hayata veda ettiğinde on binlerce müziksever Viyana'da Beethoven'i son yolculuğuna uğurlamak için orada hazır bulundu. Aradan geçen yüzyıllarda bu büyük bestecinin değerinin daha da iyi anlaşıldı.

Yazının devamı...

Doğu ve Batı'nın Notaları İstanbul'da Kesişti

Geçtiğimiz hafta İstanbul iki önemli konsere ev sahipliği yaptı. Birisi çiçeği burnunda Limak Filarmoni’nin İstanbul gala konseri, diğeri de Berlin Senfoni ve Erdal Akkaya’ı bir araya getiren konserdi.

Önce ilkinden başlayayım. 11 Ekim Çarşamba akşamı Zorlu PSM’de epeydir heyecanla beklediğim bir konsere dünya gözüyle tanıklık ettim. Rengin Gökmen’in şefi olduğu Limak Filarmoni Ankara’dan sonra İstanbul’da gala konserini verdi.

Dünyaca ünlü tenorumuz Murat Karahan’ın da öncülerinden yer aldığı Limak Filarmoni yola Zeki Müren’in seslendirdiği şarkılarla çıktı. Bir Demet Yasamen, Şimdi Uzaklardasın, Manolyam ve daha nicesi tamamen dolu olan salonda yankılandı. Murat Karahan’ın enerjisi ve repertuarından etkisiyle bir süre sonra tüm seyirciler şarkılara hep bir ağızdan eşlik etmeye başladı.

Türk Sanat Müziği ve özelde Zeki Müren şarkılarının sürekli çalındığı bir ortamda büyümemin etkisiyle şarkılara eşlik ederken bir yandan bestelerin birçoğunun Batı müziği formuna ne denli yatkın olduğunu fark ettim. Bunda tabii düzenlemelerdeki başarının da etkisi büyük. Düzenlemelerin arkasındaki isim Yusuf Yalçın.

Limak Filarmoni’nin konserlerinin artacağı müjdesini de Limak Vakfı başkanı Ebru Özdemir’in konser öncesi yaptığı konuşmadan almış olduk. Bunun gibi büyük müzik organizasyonlarının arkasında ekonomik desteğin olması çok önemli. Borusan Filarmoni ve Tekfen Filarmoni de bu alandaki başarılı diğer örnekler.

Haftanın bir diğer önemli organizasyonu 14 Ekim Cumartesi gecesi Aya İrini’nin olağanüstü atmosferinde gerçekleşti. Berlin Senfoni Oda Orkestrası ve Erdal Akkaya, senfonik müziği Anadolu ezgileriyle harmanladıkları bir seçkiyle dinleyicilerin karşısına çıktılar. Müzikal olarak bir Doğu – Batı sentezinin daha gerçekleştiği gecede Mozart’tan Anadolu türkülerine uzanan bir repertuardan oluşan eserler çalındı.

Her iki konserde de etkinlik alanının tamamen dolu olması ve dinleyicinin ilgisi umarım bu tür müziğe ilgi duyanları cesaretlendirir ve yeni projelere yöneltir.

Ek olarak 19 Ekim’de Borusan Filarmoni’nin sezon açılış konserinin de gerçekleşeceğinin haberini vermiş olayım. Müzikle kalın.

www.instagram.com/ihsandinovski

ihsan.dindar@milliyet.com.tr

Yazının devamı...

Hızına Yetişilmiyor İstanbul

Sonbaharın gelişi henüz sıcaklıkların düşüşü bakımından hissedilmese de İstanbul’daki pek çok mekan yeni sezon için kapılarını açmaya başladı. Üstelik de baş döndürücü bir yoğunlukla. Çarşamba sabahı Yapı Kredi Kültür Sanat binası geçirdiği tadilatın ardından kapılarını açtı. Ortaya harikulade bir yapı çıkmış. Beklediğimize değmiş. Bir süredir sanat açısından ıssızlaşan İstiklal Caddesi’nin yeniden o görkemli günlerine dönüşünün habercisi olur umarım bu olay.

Tadilat nedeniyle Yapı Kredi koleksiyonunun epeydir göremediğimiz eserleri de yeniden ziyaretçilere açılmış oldu. Açılış sergisi olan ve sanat merkezinin koleksiyonlarının yer aldığı Sarmal, ilhamını yeni binanın mimarisinden almış. Dev cam cephe sokakla bağınızı koparmamanızı sağlıyor. Yapının bu özelliği bana Paris’te bulunan Centre Pompidou binasını hatırlattı. Kuşkusuz binanın en görkemli eserlerinden biri İlhan Koman'ın Akdeniz heykeli.

Macar Kültür Merkezi dolu dolu...

Hemen bir gün sonra da Kağıthane’de bulunan Macar Kültür Merkezi’nde 15. İstanbul Bienali ile eş zamanlı düzenlenecek olan “Kişisel Alan” sergisi açıldı. İçinde pek çok Macar sanatçının eserlerinin yer aldığı sergi 15. İstanbul Bienali’nin “İyi Komşu” başlığıyla uyumlu olan sergi 12 Kasım’a kadar açık. Burada sergiye ek bir parantez açmak istiyorum.

Macar Kültür Merkezi ilk olarak İstiklal Caddesi’nde açılmıştı. Gördüğüm gün epey heyecanlanmıştı. Kültürünü merak ettiğim ve sevdiğim Macaristan ile Türkiye arasında bir köprü olan merkezin açılması heyecan vericiydi. Sonrasında Macar Kültür Merkezi, Kağıthane’ye aynı zamanda Macaristan Başkonsolosluğu’nun olduğu binaya taşınma kararı aldı. Bina ve kullanım şekli oldukça güzel. Sergi salonları, Macarca dil kursu sınıfları ve Macar Sineması’ndan örneklerin gösterileceği sinema salonu kullanıma açık durumda. Ortaya çok iyi niyetli ve sanat dostu bir proje çıkmış. İstanbullulara düşen, Macar Kültür Merkezi’ne hak ettiği ilgiyi fazlasıyla vermek. Taksim, Şişli, Yenikapı ve Eminönü’nden otobüsle Macar Kültür Merkezi’ne varmak oldukça basit.

Öte yandan bu hafta sonu sürecek olan Contemporary İstanbul ve 15. İstanbul Bienali de kentin sanat hayatına yetişmesi güç bir canlılık katacak. Tavsiyem önceliği Conteporary İstanbul’a vermeniz. Ne de olsa 15. İstanbul Bienali 12 Kasım’a kadar açık. Üstelik bu yılki konsepti icabı tüm bienal alanları yürüme mesafesinde.

Buna ek olarak Bomonti’deki Babylon da yeni sezonunu Cumartesi gecesi düzenleyeceği bir parti ile açıyor. Baba Zula ve Korhan Futacı partinin en önemli isimlerinden birkaçı. Babylon Avlu yaz boyunca açık olsa da esas konser alanını özlemişiz.

Sadece Cumartesi yapılabilecek etkinliklere devam edelim. Taksim, Galata, Karaköy ve Beşiktaş’ı kapsayan İstanbul Rooftop Festival, şehrin en önemli mekanlarında eş zamanlı müzik etkinliklerinin gerçekleşeceği bir etkinlik olacak.

Son olarak Arter’de açılan “Canan, Kaf Dağı’nın Ardında” sergisinin de 24 Aralık’a kadar ziyarete açık olduğunu hatırlatalım.

Şimdi sıra İstanbullular’da, İstanbul’un hakkını vermede…

Yazının devamı...

Faruk Bulsara'nın Muhteşem Hikayesi

Zanzibar, Hin Okyanusu'nda Tanzanya'nın açıklarında ana geçim kaynağı turizm olan bir ada. Tarih boyunca birçok kültürün etkisinde kalmış, dolayısıyla çeşitli milletlerden insanların yaşadığı bir yer haline gelmiş.

İngiliz hakimiyetinde olduğu yıllarda esasen İran kökenli olan Bulsara ailesi memurluk görevi için Zanzibar'a taşınmıştı. Bu esnada ailenin Faruk adını verdikleri bir erkek çocukları dünyaya gelir. İçine kapalı ama çok yetenekli olduğu hemen anlaşılan Faruk, bir süre Hindistan'daki İngiliz okulunda eğitim gördü. 17 yaşındayken de ailesi ile birlikte Londra'ya taşındı.

Freddie Mercury doğuyor...

Ealing Art College'da eğitim görmeye başlayan Faruk, burada grafik ve tasarım kadar müzikle de ilgilenir. 1960'lı yıllarda çığ gibi büyüyen Rock dalgasına o da kapılmıştır. Ancak Faruk Bulsara adını kariyeri için pek de tatmin edici bulmuyordur. O artık gelecekte dünyanın en güçlü sesi olarak kabul görecek olan Freddie Mercury'dir.

Okul yıllarından tanıştığı Brian May ile sonradan aralarına katılan Roger Taylor ve John Deacon ile birlikte çalmaya başlarlar. Bu gruba bir isim ve logo gerekmektedir. Bu görev tabii ki Freddie Mercury'ye düşer. Queen ismi ve grup üyelerinin burçlarından esinlenilerek tasarladığı grup amblemi büyük ses getirir.

Bohemian Rhapsody ve sonrası

İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre ülke tarihinin gelmiş geçmiş en iyi şarkısı seçilen Bohemian Rhapsody, grubun geniş çevrelerce tanınmasını sağladı. Bunda tabii ki Freddie'nin sahne gösterileri, kıyafetleri ve tavırlarının da etkisi çok büyüktü.

Hayatı ile gündemden düşmeyen Freddie Mercury'nin konserlerinde katılım rekorları kırılıyordu. Sağlığında Queen grubu ile birlikte 17 albüm yayınlayan Freddie Mercury bir yandan da solo çalışmalara imza attı.

Bir Rock grubu solisti olmasına rağmen operadan disco müziğine farklı dallarda da çalışmaların içinde yer aldı.

Hastalığı ve son yılları...

1987 yılına gelindiğinde İngiliz basınında Freddie Mercury'nin AIDS hastalığına yakalandığı haberleri yer almaya başladı. Freddie Mercury bu iddiaları başlarda yalanlasa da bir süre sonra HIV pozitif olduğunu duyurdu.

1991 yılında Innuendo albümünü yayınlanan Queen'in son şarkısı The Show Must Go On oldu. Şarkı, Freddie Mercury'nin içinde bulunduğu duruma bir cevabı gibiydi. Durumu günden güne ağırlaşan Freddie Mercury 24 Kasım 1991'de hayata veda etti.

Konserlerinde yüzbinlerce insana ulaşan Freddie Mercury için düzenlenen anma konserinin biletleri birkaç dakika içinde tükenmiş konserde dönemin en ünlü müzisyenleri sahne almıştı.

Freddie Mercury yaşasa bugün 71 yaşında olacaktı. O muhteşem sesiyle daha nice şarkılar söyleyebilirdi, mümkün olmadı. Hayatımdaki en önemli parçalardan biri müzikse bunda onun payı çok büyük. İyi ki doğmuş...

Yazının devamı...

Mozart Ne Arar Pazarda?

2007 yılında sonraki on yılda büyük işler yapacak bir birlikteliğin ilk adımı atıldı. yaşları 16 ile 22 arasında değişen gençlerden oluşan yüz müzisyenlik bir orkestra kuruldu. Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası (TGFO) adını taşıyan ve Şef Cem Mansur'un yönettiği bu ekip geçen on yılda birçok konsere ve başırılı işe imza attı.

Avrupa'nın birçok önemli konser mekanında maharetlerini sergileyen bu gençler dün akşam da Zorlu PSM'de salonu dolduran yüzlerce izleyici karşı yaklaşık üç saatlik bir klasik müzik zevki yaşattı. 2010 yılında yapılan bir araştırmaya göre klasik müzik dinleme eğilimi ülkemizde %10'lar seviyesinde. TGFO biraz da bu durumu tersine çevirme hedefinde.

Sabancı Vakfı'nın da desteklediği orkestra Avrupa'da olduğu kadar ülke içinde de konserlere imza atıyor. İnternet üzerinden yayınladıkları videolarda çarşı pazarda vatandaşlarla gerçekleştirdikleri klasik müzik sohbetleri ve sokakta canlı performansları, son dönemde izlediğim en keyif verici videolar oldu. Özellikle "Mozart ne arar pazarda?" videolarını izlemenizi tavsiye ederim. Klasik müzik zaten, telefon melodimiz, haber bülteni jenerik müziği, sevdiğimiz filmler ve daha birçok anımızda farkında olmadan hayatımızın içinde. Video boyunca insanlar da besteleri dinleyerek bunu fark ediyor.

Avrupa Turnesi öncesi İstanbul konseri

İstanbul gibi bir şehirde yaşamak elbette beraberinde her müzik türü için çok sayıda konseri izleme fırsatı anlamına geliyor. Ancak bilhassa klasik müziği başka kentlere de erişimi için bu tarz oluşumların önemi çok büyük. Dün geceki konser sırasında düşündüğüm şeylerden biri, sahnede o güzel gençlerin arasında olmaktı. Çaykovski'nin Keman Konçertosu'nu çaldıkları andaki o coşkularına oturduğum yerden karşılık verebildim sadece.

TGFO, yakında bir Avrupa turnesine daha çıkıyor. Almanya, Çek Cumhuriyeti ve İtalya'yı kapsayan bu turne boyunca Berlin, Prag ve Verona gibi şehirlerde çalacak olan TGFO'ya şimdiden yürekten başarılar.

Yazının devamı...

Geceler Uzar, Hazırlık Sonbahara

Napoleon bu şehri hiç göremedi. Ancak dünya tek bir devlet olsa bu şehrin ona başkentlik edeceğini biliyordu. Napoleon’dan daha şanslı olanlar da vardı elbette. Gustave Flaubert, Gerard de Nerval, Mark Twain, Ernest Hemingway, Pierre Loti, Çaykovski, James Baldwin, John Berger, Umberto Eco ve daha nicesi. Bu isimlerin ortak noktası yüz elli yıllık bir zaman dilimi içinde bu kentin havasını solumalarıydı.

Ruh halinize bağlı olarak Candan Erçetin ile Ceza’nın “Şehir” düeti ya da Münir Nurettin Selçuk’un Yahya Kemal şiirinden bestelediği “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul “u çınlar kentte durmadan. Neresiydi bu İstanbul? Bence Galata Köprüsü’nün tam ortasıdır. Üç tarafı da denizin ortasından izleyebileceğiniz dünyanın en iyi günbatımının yaşandığı yer. Ben demiyorum, Instagram diyor.

Kimine tuzaklar kuran, kimisininse tek bir semtini sevmeye bir ömür harcadığı İstanbul artık yavaş yavaş sonbahara hazırlanıyor. Tarihe damga vurmuş insanların sevgili kenti bilmem kaç yüzüncü sonbaharını yaşayacak, milyonlarca insanın, binlerce ev ve otomobilin yüküyle birlikte.

Göğün kızıla boyandığı günbatımına Galata’ya yetişmek kaydıyla sonbaharın rengarenk ağaçlarını görmek için Sarıyer’e gitmek benim mevsimsel rutinim olacak. Belki Tanpınar’ın “Beş Şehiri”ni, belki de Attila İlhan’ın “Yağmur Kaçağı” şiiri eşliğinde…

İstanbul’da sonbahar müzikle güzel

En sevdiğim kentte, en sevdiğim mevsimi elbette yeni sezonda başlayacak konserlerle taçlandırmak gerek. Konser mekanları yavaş yavaş programlarını açıklamaya başladı bile. Geçtiğimiz gün Zorlu PSM beşinci sezonunda gerçekleşecek konserleri ilan etti. David Helfgott, Mor Karbasi, Nicolas Jaar ve Patricia Kaas gibi isimleri Zorlu PSM’de izleme fırsatı bulacağız.

Öte yandan 6. Klarnet Festivali’nin de 11 Eylül’de başlayacağını hatırlatmakta fayda var. Müslüm Gürses’in anılacağı festivalde, Goran Bregoviç, New York Gyspy All Stars, Ara Dinkjian, Brenna Maccrimmon, Souad Massi ve festivalin düzenleyicisi, klarnet virtüözü Serkan Çağrı konserleri düzenlenecek.

Biz sonbahara şimdiden hazırız. Tek beklentimiz daha fazla konser, daha fazla etkinlik. Bu yazıyı Teoman’ın İstanbul’da Sonbahar şarkısını dinlemeden bitirdiğime inanamıyorum doğrusu.

instagram.com/ihsandinovski

Yazının devamı...

Ay Işığı Sonatı

Giulietta Guicciardi ismi size tanıdık geliyor mu? Muhtemelen hayır. Ancak Giulietta, vesile olduğu bir şey sayesinde sonsuza kadar yaşamaya devam edecek. O ki tarihin en büyük bestelerinden birine ilham kaynağı olup nota defterinin ithaf kısmında adı yazılı olan kadın.

1782-1856 yılları arasında yaşayan Giulietta Guicciardi, isminden de anlaşılacağı üzere İtalyan kökenli biri. Soylu bir aileden gelen Giulietta ya da ailesinin ona seslendiği şekliyle Julia, belki de dünyanın en şanslı kadınlarından biriydi.

Onun şansı sırf o dönemin değil, muhtemelen tarihin de en büyük müzisyenlerinden biri olan Ludwig van Beethoven’den özel piyano dersi almaktı. Bu dersler, aksiliğiyle nam salan Beethoven’in ruhuna o denli işlemiş ki ortaya 14 Numaralı Piyano Sonatı ya da daha bilinen adıyla Ay Işığı Sonatı’nı çıkardı.

Ne yazık ki Beethoven’in bu şaheseri bestelerken yaşadığı acıları hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ancak bir erkek olarak şunu söylemek mümkün: Bu büyük bir aşkın bestesi. Beethoven, aralarındaki sınıfsal fark nedeniyle asla evlenemeyeceklerini bildiği Julia’yı hayal ederken, çıkmıştı ortaya bu şaheser. En nihayetinde de sonsuz mutluluğu hayal ettiği kadına ithaf etmişti. Bir sonbahar günü bestelenen Ay Işığı Sonatı aynı zamanda Beethoven’in sağırlığının da başladığı döneme denk geliyordu.

Nemli bir yaz gecesinde İstanbul’u çekilir kılan ay tutulmasını izlerken anıma eşlik eden Ay Işığı Sonatı hakkında dostu Franz Wegeler’e yazdığı mektupta Julia’dan “ölümsüz sevgili” diye bahsediyordu.

Giulietta Guicciardi, bu besteyi Beethoven öldükten sonra da başkasının ellerinden dinledi mi bilemiyoruz ama bu zarif hanımefendi, eser kendisine ithaf edildikten iki yıl sonra 1803 yılında bir kont ile evlenip Napoli’ye taşınır. Burada yeni bir hayata başlayan Julia’yı kaderi bir şekilde yeniden Viyana’ya, Beethoven’in şehrine götürür. Ancak Beethoven artık bu dünyada değildir.

Yine de bu ikili bugün aynı şehrin, Viyana’nın toprağı altında yatıyor. Ay Işığı Sonatı ise bugün muhtemelen dünyanın dört bir yanında hiç durmadan hala çalıyor.

Yazının devamı...

Büyük adamın travması

Bugün sahip olduğumuz her kanaat geçmişimize dair bir yaşanmışlığın sonucu oluşan bir yargı. Bir şeyi sevmek ya da sevmemek… Hatta bir şeyden korkup ondan çekinmek de geçmişin izlerini barındırıyor. Bu, milyonları peşinden sürükleyen, tarihin akışını değiştiren bir insan da olsanız böyle, yaşadığı sadece yakınları tarafından bilinen sıradan bir insan için öyle.

Geçtiğimiz hafta epeydir beklediğim Churchill filmi nihayet gösterime girdi. Ben de biyografisinden kendime ilham aldığım bu insanın hayatının en buhranlı dönemini anlatan yapıma büyük bir merakla gittim.

Film açılış sahnesinden itibaren estetik kaygılar taşıdığını belli ediyor. Geniş kadrajlar, ters ışıklar, dalga sesleri ve bir rüya sahnesi olduğunu belli eden beyazlıkla başlayan film, Churchill’in Normandiya Çıkarması öncesi yaşadığı ve yaşattıklarına odaklanıyor.

Çanakkale travması

Jonathan Teplitzky’nin yönettiği filmde Başbakan Winston Churchill’i Brian Cox canlandırıyor. Filmde dikkatimi en çok çeken noktalardan biri, James Purefoy’un Kral 6. George rolü. The Following dizisindeki psikopat profesör tiplemesiyle çok başarılı bulduğum Purefoy, burada da rolünün hakkını vermiş. Elbette Colin Firth çok iyiydi ama James Purefoy da The King’s Speech’te harika bir iş çıkarabilirdi. Churchill’i canlandıran Brian Cox da eleştirmenler tarafından tam not almış durumda. Churchill’in jest, mimik ve diğer ayrıntılarında müthiş bir hâkimiyet söz konusu.

Normandiya Çıkarması’nın birkaç gün öncesinden başlayan filmin hikayesi Winston Churchill’in bu süreçte kendi içinde yaşadığı fırtınalar ve müttefikleriyle sinir harplerine odaklanıyor.

Churcill’in, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Çanakkale Cephesi’ndeki hezimeti, Normandiya planı sırasında hep daha ihtiyatlı, davranmasına neden olmuş. Martin Gilbert’in Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından çevrilen biyografisinde de Churchill’in, Normandiya Çıkarması öncesi üç gece boyunca endişeden uyuyamadığı, kafasını sürekli mazide yaşadığı hezimetin meşgul ettiği tespiti mevcut.

Geleceğin Amerikan Başkanı ve dönemin başkomutanı Eisenhower ile Normandiya Çıkarması konusunda yaşadığı tartışmalarda çizilen Churchill portresi açıkçası beni birazcık şaşırttı. Savaşın kaderini belirleyen isimlerden biri olan Churchill, Eisenhower karşısında daha düşük bir profille sunuluyor. Bir nevi ego savaşlarının da yaşadığı ikilinin arasındaki bu süreç, tarihsel gerçeklere ne kadar uyumlu açıkçası bilmiyorum.

Genel hatlarıyla film, tarih ve biyografi sevenler için güzel bir seçenek. Doğrudan olmasa da dolaylı olarak Churchill’in içinde yer aldığı Dunkirk ile birlikte izleyebileceğiniz yapım, imdb’den 7.2 puan almış.

İngiltere tarihinin en sevilen isimlerinden biri olan Nobel ödüllü Winston Churcill’in, Avrupa’nın en çalkantılı dönemlerine denk gelen yaşamı şüphesiz başka filmlere de ilham olmayı hak ediyor.

Nitekim açıklanan takvime göre Mart 2018’de Gary Oldman’ın Churchill’i canlandıracağı Darkest Hour filmi gösterime girecek. Film, Churchill’in başbakan olduğu günlerde kendisini içinde bulduğu sorunlar yumağını konu ediyor. Elbette günü geldiğinde o filme de burada değineceğiz.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.