SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

İtalyanca tuhaflık başkadır

Bundan iki yıl önce okuduğum bir kitap, gelecekte yapmam gerekenlere dair kafamdaki birçok planın değişmesine neden olmuştu. Goethe’nin bir buhran döneminde çıktığı yolculuk günlüklerini içeren “İtalya Seyahati” kitabından bahsediyorum. Günümüzdeki tur programları tarafından sıkıştırılmış bir haftalık İtalya turlarına hiç benzemeyen iki yıl süren bir seyahat bu. Avusturya sınırından başlayıp İtalya’nın ta en güneyine uzanan iki yüzyıl öncesinin koşullarında gerçekleşen bir yolculuk…

Bu kitabı okuduktan sonra evet, belki tüm hayatım değişmedi Orhan Pamukvari bir şekilde ama “ileride bir gün ben de yapabilirim” fikri kafamda yer etti. Kitabı okumamın üzerinden epey bir zaman ve üstünden çokça kitap geçmişken 45. İstanbul Müzik Festivali programında bir konser dikkatimi çekti.

La Stravaganza adındaki bu konser, Vivaldi’nin besteleri ve ona eklenmiş görüntüler eşliğinde bir İtalya turu vaat ediyordu. Üstelik bundan üç yüzyıl öncesine, barok sanatının en ihtişamlı olduğu günlere yolculuk iddiasıyla gerçekleştiriyordu. Hem de harikulade bir çalma listesiyle birlikte. Böyle bir etkinliğe kayıtsız kalamazdım elbette. Hemen söyleyeyim, konser sonrası ilk düşüncem nokta atışı yaptığım yönünde oldu.

Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde gerçekleşen konserde, Claudio Borgianni projenin yönetmenliğini üstlenirken, Vincenzo Capezzuto şan, Ensemble Soqquadro Italiano ile Camerata Strumentale Citta di Prato da orkestra ayağında yer aldı. Vivaldi’nin bestelerine günümüzün müzikal anlayışını katan ekip konser boyunca İtalya’nın Milano, Venedik, Napoli, Bolonya, Floransa ve Roma gibi kentlerinin görüntüleriyle bana Goethe’den ilham aldığım o gelecekteki uzun yolculuğumun ön izlemesini yaşattı. Klasik müzikte yeniden yorumlamaya biraz mesafeli duran biri olarak ekibin üflemeli çalgılar üstadı Luciano Orologi’nin “Cum Dederit” düzenlemesine, ikinci dinleyişimde de ısınamadım, ki eserin sonundaki solo kısmı çok etkileyiciydi. Bu, muhtemelen bu müziğe dair benim bir tutuculuğumdur. Beklentim James Bond filminde de çaldığı gibi o orijinal havasını yakalamaktı.

Sıradışı konseptiyle gerçekleşen 45. İstanbul Müzik Festivali’ne yaraşır nitelikte bir konser olan La Stravaganza için gerçekleştirilen röportajda, konserin sanat yönetmeni Claudio Borgianni ve solist Vincenzo Capezzuto, etkinlik için bu ismi seçme nedenlerini Vivaldi’nin aynı adlı bestesinden ziyade, İtalyancada “tuhaf”, “alışılmadık” anlamına gelen “Stravagante”den yola çıkarak tercih ettiklerini ifade ediyorlar.

Etkinliğin gerçekleştiği Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nin konserde dolu olması ve akranlarımın oranının yüksekliği beni mutlu eden ayrıntılar oldu. Zaten şu ana kadar gittiğim hiçbir İstanbul Müzik Festivali’nde düşük katılıma denk gelmedim ama bunda diğerlerinde olduğu gibi ortamın en genci olma özelliğine sahip olmadığımı fark ettim. Ne güzel…

45. İstanbul Müzik Festivali maratonu 21 Haziran’a kadar şehrin farklı yerlerinde devam ediyor. Daha gidecek nice konser için şimdiden iyi dinletiler.

Yazının devamı...

Bir dehanın izinden

Pazar akşamları, bir ayı aşkın bir süredir yayınlanmakta olan bir dizi var. Şimdiki liselilere fizik dersi sınavları için ön hazırlık mahiyetinde bir yapım. Görelilik, Faraday, Newton ve çok daha fazlası bu dizide. “Dahi dendiğinde aklınıza gelen ilk isim kimdir?” diye sorulsa hemen hemen herkesin vereceği ortak yanıt olan Albert Einstein’ın hayatına odaklanan Genius, National Geographic için Netflix, HBO, AMC gibi sektörün önemli şirketlerinin yapımcılıklarını üstlendikleri dizilerle yarışacak nitelikte.

İlk bölümlerinin gördüğü yoğun ilgi üzerine şimdiden ikinci sezonu müjdelenen yapım, özellikle tarih ve biyografi türündeki dizilere ilgi duyanlar için son zamanlardaki en iyi tercihlerden biri konumunda. Günümüz dünyasının her anlamda inşa edilmeye başlandığı 19. yüzyılın sonlarındaki bilimsel ve siyasi gelişmeler ışında Albert Einstein’ın hayatı üzerinden kurgulanan dizinin oyuncu kadrosu da göz alıcı. Albert Einstein’ın öğrencilik yıllarından profesörlüğüne uzanan yıllar boyunca bu dahi bilim insanını Johnny Flynn ve Geoffrey Rush canlandırıyor.

Genç Albert’i canlandıran Flynn, müzisyen kimliğiyle de tanınıyor. Geoffrey Rush içinse herhalde fazladan bir şey söylemeye gerek yok. Gerçi, dizinin şu ana kadarki kısmında Einstein’ın özellikle gençliğine odaklanıldığı için Johnny Flynn’in performansı daha fazla ön plana çıkmış durumda.

İlk bölümü Ron Howard tarafından çekilen dizide, Walter Isaacson’ın “Einstein: His Life and Universe” adlı kitabı temel alınıyor. Dizinin diğer bölümlerinde yönetmen koltuğunda farklı isimleri görüyoruz. Başlarda bu durumu yadırgasam da artık alışılagelmiş bir hal aldığı için üzerinde çok durmuyorum. Çekimlerinin ağırlıklı olarak Çekya’da gerçekleştirildiği dizi, o devirde yaşamayı çok isteyen benim gibiler için adeta bir zamanda yolculuk fırsatı sunuyor.

Albert Einstein’ın Almanya, İsviçre, İtalya ve daha sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nde geçecek olan yıllarında yaşanan gelişmeler bir ömür için oldukça iddialı. Şöyle ki kişisel yer değiştirmeleri dışında dünyanın tanıklık ettiği iki dünya savaşı ve bu savaşların öncesindeki çalkantılı dönemler, kazandığı Nobel ödülü ve ona bu ödülü getiren çalışmaları konusu Einstein olan bir dizinin yoğun bir tempoda seyretmesine neden oluyor. Newton’dan bu yana Batı biliminde yerleşik olan Newtoncılığı, öğretim gördüğü okul sıralarından beri sorgulayan ve bu sayede aşkı ve eşi Mileva ile tanışma fırsatı bulan Einstein, bu sorgulayıcı tavrıyla aynı zamanda devrin profesörlerin çoğunun hıncı ve düşmanlığıyla da yüzleşmek zorunda kalmıştı. Tabii tüm bu olumsuzlukların hiç biri dünyayı değiştiren bu dahi için Naziler tarafından maruz kaldığı muamele kadar dramatik olmamıştı. Neyse ki tüm bu zorlukları aşabilecek azme sahip bir karakterde olan Einstein’a bu dönemlerde en büyük yardımcı kemanı ve çok sevdiği Mozart’ın besteleri olmuştu.

Dizinin bir diğer güzel yanı da iyi bir müzik dinleyicisi olan Einstein’ın ekseriyeti Mozart’a ait keman performanslarına yer vermesi olsa gerek. Zirveye birçok zorluğu aşarak çıkan bu büyük insanın hayatını anlayabilmeyi elbette sadece bir dizi film ile sınırlandırmamak gerekiyor. Ben şimdiden konu hakkında iki kitabı alınacaklar listeme ekledim.

Cümleten iyi seyirler…

Yazının devamı...

İyi geceler Rembrandt

Yeni güne, mesela bir hafta sonu sabahına çok sevdiğiniz tablonun karşısında merhaba demeye ne dersiniz? Şöyle mazisi birkaç yüzyıl öncesine uzanan bir tablonun önünde mesela? Sabahleyin uyandığınızda koridorlarda dolaşıp yüzünüzü ve dişlerinizi müze tuvaletinde yıkayacaksınız. Sonrasında da bu ihtimal dışı ayrıcalığın süresi dolduğunda müze kapısından dışarı çıkıp günlük rutininize devam edeceksiniz. Size gününüzü nasıl geçirdiğinizi soran eş dosta “ne olsun işte, ben de dün gece Rembrandt tablosu karşısında müzede uyudum” diyecek, bir süre de insanları buna inandırmaya çalışacaksınız.

Ben, bir Caravaggio, Rembrandt ya da Vermeer tablosu eşliğinde bu hayalimi gerçekleştirmek isterdim. Bahsettiği şey elbette tablonun orijinalinin olduğu yer için geçerli. Yoksa odamda halihazırda Caspar David Friedrich ve Claude Monet tablolarının posterleri mevcut. Bu sanatçıların tablolarının sergilendiği müzelerden birinde bunu gerçekleştirmek bir insanın ömründe başına gelebilecek en hoş anılardan biri olsa gerek.

Bahsettiği bu güzel anı, hayal olmaktan çıkarıp gerçeğe dönüştüren bir müze var. 2013’te Amsterdam’da yeniden açılan Rijksmuseum, dördüncü yılı şerefine on milyonuncu ziyaretçisine bu imkânı sağladı. Hem de müze koleksiyonuna ait en önemli tablolardan birinin olduğu salonda.

Hollanda Altın Çağı’nın en önemli isimlerinden Rembrandt’ın “Gece Devriyesi” (De Nachtwacht) olarak bilinen tablosu önüne yerleştirilen bir yatakta geceyi geçiren şanslı ziyaretçi, 1642 yılında tamamlanan tablo dört asır öncesine bir yolculuğa çıkma fırsatı yakaladı. Bu ziyaretçi ben olsaydım gece boyu uyuzgezer numarasıyla müze içindeki tüm salonları dolaşıp Vermeer, Hooch, Goltzius gibi önemli ressamların tablolarının karşısında bir köşeye kıvrılırdım.

Birden aklıma geldi, keşke bizdeki müzelerde de bilmem kaçıncı ziyaretçisine böyle bir imkân sağlansa. Çok da hoş olurdu. Mesela kaplumbağa diyorum, terbiyecisi diyorum…

Yazının devamı...

Kandinsky ve Chagall notaya geldi

Bir an için Kandinsky ve Chagall’in tablolarının hareket ettiğini düşünelim. Opera Garnier’in tavan süslemelerinin ya da eskizlerin Mozart, Mussorgsky, Ravel veya Wagner besteleri eşliğinde sahnede canlanması sıradışı bir deneyim olurdu.

45. İstanbul Müzik Festivali bu yılki konseptine uygun bir konserle bu sıradışı deneyime tanıklık etmemize yardımcı oldu. BBC Music tarafından günümüzün en önemli 20 piyanisti arasında gösterilen Mikhail Rudy dün gece farklı sanat dallarını bir araya getirdiği performansı ile İş Sanat Konser Salonunu dolduran müzikseverlere farklı bir deneyim yaşattı.

Pazartesi gecesi düzenlenen konserle başlayan 45. İstanbul Müzik Festivali’nin bir sonraki etkinliği olan “Renklerin Sesi: Kandinsky & Chagall”, Mikhail Rudy’nin 2013 yılında Paris’te bulunun dünyanın en önemli opera salonlarından biri konumundaki Opera Garnier’in tavan işlemelerinden aldığı ilhamla ortaya çıkmış. İki bölümden oluşan konserin ilk kısmında Rus besteci Mikhail Rudy, Mussorgsky’nin besteleri eşliğinde, Kandinsky’nin tablolarının hayat bulduğu bir performans sergiledi. Filmleştirdiği bu görüntülerin devamını ikinci bölümde Chagall ile devam ettiren Rudy’nin repertuarında bu kez Mozart, Gluck, Wagner, Debussy ve Ravel vardı.

Konser esnasında defalarca uyarılmasına rağmen sesi açık unutulan telefonları saymazsak bu sıradışı deneyim hakkında ileride geçmişe dönüp baktığımda güzel şeyler hatırlayacağım. Konser öncesi, arada ve gösteri bitiminde mekândaki ünlü isimlerin çokluğu gözüme çarptı. Öte yandan da salonda, birçok klasik müzik konserinde olduğu gibi yaş ortalamasını düşürdüğümü fark ettim.

45. İstanbul Müzik Festivali bu akşam Londra Oda Orkestrası’nın Aya İrini Müzesi’nde vereceği konser ile devam edecek. Bu arada daha önce de yazdığım gibi Ramazan sebebiyle konser saatlerinde ufak bir değişiklik yapılıp biraz daha ileri alınmasının en azından bundan sonraki organizasyonlarda daha iyi olacağını kanaatindeyim. İyi dinletiler.

Müzik iyi ki var…

Yazının devamı...

Underwoodizm kaldığı yerden devam ediyor

Yeni bitirdiğim “John Adams” mini dizisinin ardından Amerikan devlet yapısını ve tarihini konu edinen diğer dizi ve filmlere göz attığım bir dönemde, arkadaşımın tavsiyesiyle ilk sezonu birkaç hafta önce yayınlanmış olan yeni bir yapımı izlemeye başlamıştım 2013 yılında. Hikâyesi herhangi bir tarihsel olaya dayanmayan bu dizi, Francis Underwood ve onun sevgili eşi Claire'in yaşantısını konu ediniyordu. Ancak dizi konusunun ilerleyişi beni daha ilk bölümden kendisine çekmeyi başarmıştı. Evet, Netflix yapımı House of Cards’tan bahsediyorum.

Dün itibariyle beşinci sezonunun yayınlanan House of Cards, 2013 yılından beri istikrarlı bir şekilde yeni sezonunu beklediğim ve ihmal etmeden izlediğim tek dizi oldu. Çok sonraları topluca izlediğim diğer uzun soluklu diziler olan Breaking Bad ve The Walking Dead hariç tabii. Bir Netflix geleneği olarak sezonun tüm bölümlerinin aynı anda yayınlanması güzelliği sayesinde uykusuz geçen birkaç gecede bitirdiğim House of Cards sonrasında bir yıla varan bir bekleyişin içine sürüklüyor her defasında insanı.

House of Cards’ı henüz hiç izlememiş olanları hesaba katıp dizinin gidişatı hakkında bilgi vermemeye çalışacağım. O yüzden yazının ana konusunu oluşturan Francis Underwood’a dönelim. Senatörlükle başlayan bir yol hikâyesinin vardığı noktalar doğrudan Frank’in karakterinin bir yansıması konumunda. Bu açıdan bakıldığında, House of Cards’ı izleyen siyaset bilimi ve tarih meraklılarının gözünün önüne anında Floransa’yı yöneten Medici ailesinin sekreteri Niccolo Machiavelli’nin geldiğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Kevin Spacey’nin -bence- olağanüstü bir performans göstererek canlandırdığı Frank karakteri arzu ettiği güce ulaşma yolunda önüne çıkabilecek her türlü engeli, hiçbir değere bağlı kalmadan aşma hırslıyla doludur. Yani, diğer bir değişle Francis Underwood için her yol mübahtır. Bu uğurda herkesi üzebilir, yok edebilir, her kuralı çiğneyebilir ya da her türlü karaktere bürünebilir. Netflix’in bugünkü popülaritesine erişmesinde önemli bir paya sahip olan House of Cards’ta, Frank’in kendisi dışında şu dünyada sevdiği tek insan ise Robin Wright’ın canlandırdığı eşi Claire Underwood’dur, en azından şimdiye kadar öyle görünüyor. Ama Frank bu, ne yapacağı belli olmaz malum…

Etrafındaki hiç kimsenin birbirleriyle olan ilişkilerinde sadakat göstermediği, ihanetin sıradanlaştığı böyle bir politik ortamda Francis Underwood’a, Machiavelli’nin yolundan gitmekten başka seçenek de kalmıyor gibi. Öyle ki Frank, bu açıdan bakıldığında Machiavelli’nin kaleme aldığı Prens kitabında bahsettiği “virtu” yani maharete sahip biridir zaten. Bu arada Amerika’da Underwood-Machiavelli karşılaştırması yapan bir kitabın da yayınlandığını yeri gelmişken söyleyelim. Bunun dışında küçük bir araştırmayla konu hakkında makalelerin de kaleme alındığını görmek mümkün. İçlerinden bazıları Francis Underwood’un, Machiavelli’ye pabucunu ters giydirecek türden bir adam olduğu kanısındayken kimileri de birebir benzerlik kurma eğiliminde. Muhtemelen üniversitelerde hocalar, bu konu işlenirken öğrencilerine House of Cards izlemelerini tavsiye ediyordur.

2011 yapımı, George Clooney’in yönetip başrolünde yer aldığı “Zirveye Giden Yol” filminin de yazarı olan Beau Willimon’un, o filmle aslında House of Cards’ın gelişinin sinyalini vermiş gibi. Şu ana kadar iki Altın Küre kazanan House of Cards, bu sezon ile birlikte toplamda 65 bölüme ulaşmış olacak. Daha beşinci sezon tazeliğini korurken altıncı sezonun gelip gelmeyeceği sorusu ortalıkta dolanmaya başladı bile. İzleyicilerden gelen tepkiler doğrultusunda yapımcıların bu konudaki nihai açıklamayı, önceki sezonlarda da olduğu gibi çok geçmeden yapacakları beklentisi içindeyim.

Sosyal medyada birçok kişisel hesabın profil fotosunu süsleyen Francis Underwood’un öyküsü, Kevin Spacey’nin muhteşem oyunculuğu ve olay örgüsü sayesinde daha uzun süre adından söz ettirecek nitelikte. Sanırım birçok evde yeni sezon sebebiyle bu hafta sonu planları belirlenmiş durumda. En azından benim için durum bu.

Yazının devamı...

Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?

Rutin kitapçı gezimi yaptığı o gün tam karşımda duran bir kitap ilişti gözüme. Şu soruyu soruyordu “Gelecek Daha Güzel Günler Mi Getirecek?” Bu zor sorunun cevabını Alain de Botton, Malcolm Gladwell, Steven Pinker ve Matt Ridley tartışıyordu. The Munk Debate kapsamında gerçekleştirilen bu münazara da Domingo Yayınevi tarafından Türkçeye çevrilmiş.

Steven Pinker ve Mat Ridley’in olduğu taraf, geleceğin bizlere daha güzel günler getireceğini düşünüp savunurken Alain de Botton ve Malcolm Gladwell ise bunun tam aksi kanısında. Uzun söyleşi şeklindeki kitapları pek okuyamasam da sorunun çarpıcılığı ve bu soruyu tartışanların kimliği bu kitabı alıp okumaya sevk etti beni. Böylece vakit kaybetmeden kitabı okumaya başladım. Steven Pinker ve Matt Ridley’in, Homo Deus’un yazarı Yuval Noah Harari gibi okuru sürekli veriye boğan bir yönleri vardı. İnsanlığın geçmişinde yaşanmış olaylar ışığında onu günümüz ve gelecekle istatistiksel değerlerle karşılaştıran bu tutum elbette insanı başlangıçta beni, geleceğin ne kadar güzel olacağını düşünmeye doğru heveslendirdi.

Ardından sırayla söz alan Alain de Botton ve Malcolm Gladwell çizilen bu pembe tabloya itirazlarını sundu. Tam da “ne kadar kibar bir konuşma” dediğim anda konuşmacıların birbirlerine sıfatlar yakıştırarak hitap etmeye başladıklarını gördüm. Yine de seviye bizim tartışma programların birkaç kademe üstünde seyretmeye devam etti. Botton ve Gladwell, geleceğin daha iyi olacağını savunan ve ekseriyetle bilimsel düşünce ve teknolojik imkanlar doğrultusunda desteklenen bu görüşe doğada ve insan yaşamındaki bozulmalarla karşı çıktılar. Günümüz insanının mutsuzluğundan dem vurdular. Elbette her iki tarafın argümanlarını burada saymaya vakit yetmez. Bunun için yapacağınız en güzel şey kitabı edinip bir solukta okumak olacak. Ufkunuza çok şey katacağı kesin.

Sonuç olarak geleceğin muhakkak bugünden daha iyi olacağına ama bunun insanı tek başına mutlu etmeye yetmeyeceğine dair kanaatimin daha da kuvvetlendiğini fark ettim. Modern insan nasıl mutlu olacak? Onun cevabını aramaya devam ediyorum.

Yazının devamı...

45 kere maşallah

Birkaç senedir Haziran ayı benim için yılın en özel dönemlerinden biri anlamına geliyor. Günlük yaşantısını müziksiz sürdüremeyen ve en iyisini keşfetme derdinde olan biri olarak yaşıma göre uzun bir süredir vardığım son nokta klasik müzik oldu. İstanbul gibi bir şehirde yaşayınca bu konuda da seçenekleri oluyor insanın. Cemal Reşit Rey Konser Salonu’ndan, Notre Dame de Sion Lisesi’ne, çok sayıdaki mekânda yazın birkaç ayı hariç sürekli olarak bu türdeki etkinliklere katılma imkânı mevcut.

Kuşkusuz bu alandaki en önemli organizasyon, yazının başında da belirttiğim gibi Haziran aynı benim için özel kılan İKSV’nin düzenlediği İstanbul Müzik Festivali. Dile kolay, bu yıl 45.si düzenlenecek olan festivalin sanatçıları, programları ve mekânları yine insanı heyecanlandıran türden.

45. İstanbul Müzik Festivali bu yıl “Sıradışı” temasıyla kurgulanmış. Klasik Batı Müziği’nin yanında bizim, Osmanlı geleneğinden gelen klasik müziğimiz de bu seneki festival programında yer alıyor. Buna istinaden alışılagelmiş konser mekânlarına yanına Kapalıçarşı ve Galata Mevlevihanesi gibi İstanbul’un iki önemli simgesinin de eklendiğini belirtelim.

Açılışı bu akşam Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleştirilecek olan 45. İstanbul Müzik Festivali’nde sahnede Sascha Goetzel yönetimindeki Borusan Filarmoni Orkestrası ve genç viyolenselci Andrei Ionita yer alacak. Festivalde gelenekselleşen Borusan Filarmoni ve ona eşlik edecek olan genç müzisyen konseri bu yılda sürmüş olacak. Ayrıca açılış konseri programı çerçevesinde Evin İlyasoğlu’na, Onur Ödülü sunulacak.

29 Mayıs-21 Haziran tarihleri arasında Aya İrini Müzesi, Süreyya Operası, Zorlu Performans Sanatları Merkezi, Bomontiada, Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı, Sakıp Sabancı Müzesi, İş Sanat Konser Salonu, Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Hall, Kapalıçarşı, Avusturya Kültür Ofisi, Yeniköy ve Galata Mevlevihanesi birbirinden özel isimleri ağırlayacak olan 45. İstanbul Müzik Festivali aynı zamanda bir ilke de imza atacak. Yaşayan en önemli besteciler arasında yer alan Philip Glass’ın festival için özel olarak bestelediği “11. Senfonisi”nin, bünyesinde Norveçli kemancı Mari Samuelsen’in de yer alacağı Borusan Filarmoni Orkestrası tarafından Aya İrini Müzesi’nde prömiyeri gerçekleşecek.

45. İstanbul Müzik Festivali kapsamında sahne alacak isimler ve orkestraları belirtmeden geçmek olmaz. İçlerinden bazıları için biletlerin satışa sunulduğu Şubat ayından beri beklemedeyim. BBC Music dergisi tarafından çağın en önemli 20 piyanisti arasında gösterdiği Mikhail Rudy de bunlardan biri. “Renklerin Sesi: Kandinsky & Chagall” projesi kapsamında İş Sanat Konser Salonunda 31 Mayıs’ta konser verecek olan piyanist Mussorgsky, Mozart, Wagner, Gluck, Ravel ve Debussy’den bir seçkiyle müzikseverlerin karşısında olacak.

Londra Oda Orkestrası, St. Petersburg Rus Oda Filarmonisi, Tekfen Filarmoni Orkestrası’nın yanı sıra 45. İstanbul Müzik Festivali’nin kapanış konserinde Viyana Oda Orkestrası, ülkemizin dünyaca ünlü piyanistlerinden Fazıl Say ile birlikte sahnede yerini alacak. 5 Mayıs’taki “La Stravaganza” ve 11 Haziran’daki “Çellistanbul & Cello4Berlin” merakla beklediğim diğer konserler arasında.

Festivalin geniş kitlelere yayılması amacıyla gelenekselleşmiş “Hafta Sonu Klasikleri” serisi bu sene Bomontiada’da gerçekleştirilecek. Müzikseverlerin ücretsiz olarak izleyebilecekleri bu etkinliklerden biri de “Sampling Baroque: Exposing Handel”.

Fazıl Say ve St. Petersburg Rus Oda Filarmonisi’nin ikişer konser vereceği 45. İstanbul Müzik Festivali’nin “Sıradışı” temasının önemli bölümlerinden biri de 2 Haziran’da Galata Mevlevihanesi’nde gerçekleştirilecek olan “Gülistan” konseri. Naçizane fikrimce bu topraklara ait müziğin ve çalgı aletlerinin en iyi yorumcularından olan Derya Türkan, Kayhan Kalhor, Sokratis Sinopoulos, ve Ali Bahrami Fard’tan oluşan dörtlüden ortaya çıkacak mükemmeliyetin merakı ve heyecanı içersindeyim. Galata Mevlevihanesi’nde, Beyati Ayini’ne tanıklık etmek bu festival için en özel anlardan biri olsa gerek. Tam da Ramazan ayı içindeyken böyle bir ana tanıklık etmek ayrı bir güzel. Gözler bu ekibin arasında bir de Jordi Savall’i arıyor. Bir dahakine kısmetse…

Hafta sonu gerçekleşecek etkinliklerin 11.00 ve 12.00 gibi başlayacağını belirtelim. Ancak hazır Ramazan demişken bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Özellikle akşam 8’de başlayacak olan konserlerin saatinin keşke diğer bazı konserlerde olduğu gibi en azından 9’a çekilebilmesini dilerdim.

Son bir hatırlatma yapalım. 7 Haziran’daki Goldberg Çeşitlemeleri öncesi Enis Batur’un ve Çellistanbul & Cello4Berlin konseri öncesi de Tuna Kiremitçi’nin bu iki etkinlik öncesi birer söyleşi gerçekleştireceklerini belirtelim. Geçtiğimiz yıllarda benzeri söyleşiler kapsamında Aydın Büke gibi alanında önemli isimleri dinlemiş olarak bu tip etkinlikleri çok önemsiyorum.

İlki 15 Haziran-15 Temmuz 1973 tarihleri arasında gerçekleşen ve geçmişinde New York Filarmoni, Berlin Filarmoni, Viyana Filarmoni, Royal Concertgebouw Orkestrası, Orchestre de Paris, Kurt Masur, Zubin Mehta, Simon Rattle, Mariss Jansons, Daniel Barenboim, Gustavo Dudamel gibi efsanevi orkestra ve şeflere ev sahipliği yapan İstanbul Müzik Festivali’nin bu yıl da biz müzikseverler için harikulade geçmesi dileğiyle. Emeği geçen herkese teşekkürler.

Müzik iyi ki var…

Yazının devamı...
Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.