SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Sağ eller havaya

Yıllar önce genç bir kızın uçsuz bucaksız bir coğrafyada tek başına yol aldığı reklam dizisi yayınlanmıştı. Almancadaki “fernweh” duygusunu gerçekleştirircesine bilinmeyene doğru gidiyor arada mega star ya da bölge insanına rastlıyordu. Öyle girmişti hayatımıza Nil. Türkiye’nin pek de alışkın olmadığı türde şarkı sözleriyle kendini ifade eden Nil’in şarkıları, da peşi sıra geldi. Çok geçmeden de genç kızların idolü oldu. Artık tek taş yüzüklerini kendileri alacak, bütün kızlar toplanacaktı.

Hal böyle olunca tabii biz erkeklerde bir duraksama olmadı değil. Gerçi daha önce de benzer şeyleri Sezen Aksu veya Şebnem Ferah şarkılarında yaşamıştık. Neticede Nil’in şarkılarını da kabullendik. Öyle ki yaz konseri, festivaller derken sahne önünde toplananlar arasında erkeklerin de varlığı gözden kaçmıyordu. Bundan cesaret alarak ben de dün gece Babylon Bomonti’de, epeydir canlı dinleyemediğim Nil Karaibrahimgil konserine gittim. Nil’e ilk tebrik sahneye tam da söylenilen saatte çıktığı için olsun. Malum kimi müzisyenler, izleyici bu hususta epey bir yoruyor.

Sahneye çıktığı andan itibaren dansları, hayranlarıyla kurduğu göz temasları ve tabii grubunun enerjisiyle izleyicilere en başından güzel dakikalar yaşatacağı sinyalini verdi. Şarkı aralarında salonu dolduran seyircilere şarkılarının öykülerini, kendi hayatından anekdotları da anlattı.

Reklamlar için yazdığı jinglelar ile de tanınan Nil, konserin bir bölümünde reklamverenler tarafından kabul görmeyen bestelerine yer verdi. Sahnede kaldığı sürece durgunlaştığı belki de tek an bebeği için yazdığı şarkıyı seslendirdiği bölümdü.

Bu arada grubundan da bahsetmemek olmaz. Bir izleyici gözüyle dışarıdan bakarak gözlemlenebileceği kadarıyla şunu söyleyebilirim; Resmen birbirlerini bulmuşlar. Konser boyunca en az seyirciler kadar eğlendiler. Multi-enstrumentalist becerileri de takdire şayandı. Bu enerjilerine gelecek konserlerde de tanıklık etmek dileğiyle…

Yazının devamı...

Damızlık Kızın Öyküsü

Herkesin gözetlendiği bir dünya hepimizin aşina olduğu bir distopya. George Orwell’ın 1949 yılında 1984’ün dünyasına baktığı romanının üzerinden yıllar geçti. Arthur C. Clarke ve Aldous Huxley de böyle distopyalarla bizi geleceğe dair daha fazla karamsarlığa sürüklediler. Zira lisedeki felsefe dersinden Thomas More ve Campanella ile güzel yarınlara bakmaya alışmıştık.

Distopyaların hepsi bir nebze sıra dışıdır elbette ama bunlardan biri doğrudan cinsiyetler üzerinden kurulması itibariyle diğerlerinden ayrılıyor. Tahmin edilebileceği üzere Kanadalı yazar Margaret Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü” adlı romanından bahsediyorum. Orijinal adı “The Handmaid’s Tale” olan romanın ilk baskısı 1985 yılında yayımlanmıştı.

Hikayesi, türlü hastalıklar ve radyasyonun etkisiyle doğurganlığın azaldığı Amerika’da geçen “Damızlık Kızın Öyküsü”, yöneticiler ve onların her emrine itaat etmekle hükümlü kadınların yaşantısına değiniyor. Offred isimli kadının gözünden anlatılan roman, sürükleyici örgüsü itibariyle okurun merak duygusunu sürekli canlı tutmayı başarıyor.

Margaret Atwood
Damızlık Kızın Öyküsü
Doğan Kitap, 384 sayfa

Türkçeye 25 yıl önce çevrilen ve bir daha okurla buluşamayan eser neyse ki geçtiğimiz günlerde Sevinç Altınçekiç ve Özcan Kabakçıoğlu’nun çevirisiyle Doğan Kitap tarafından yayınlamdı. Aynı dönemde Amerikalı Hulu kanalı da romanın dizi uyarlamasını yayınlamaya başladı. Elisabeth Moss, Yvonne Strahovski ve Alexis Bledel’in başrolünde yer aldığı yapımın daha yeni başlamasına rağmen yapımcılar tarafından ikinci sezonunun müjdesi verildi. Takipçiler tarafından beğeniyle karşılanan dizinin gelecek bölümleri merak konusu. 384 sayfalık bir romanın iki sezon ve belki de daha fazla yayınlanacak olması bende biraz soru işaretine neden olsa da merakla takip edeceğim.

Söz distopik dizilere gelmişken “The Man In The High Castle” ve “SS-GB” dizilerine de göz atmanızı tavsiye ederim. Her iki dizinin konusu “ya İkinci Dünya Savaşı’nı Naziler kazansaydı?” sorusunun üzerine şekilleniyor. “The Man In The High Castle” bu sorunun cevabını Amerika’da, “SS-GB” ise Britanya’da arıyor.

Bakalım gelecekte bir 1984 dizisi de gelecek mi?

Yazının devamı...

Babylon'da canlandı koskoca mazi

Babylon'da canlandı koskoca mazi

Doğduğum yıl Michael Jackson’un “Bad” albümü kırılması zor rekorlara imza atmıştı. George Michael ilk solo albümü “Faith”i yayınlamıştı. U2’nun “Joshua Tree” albümünü çalmayan mekan yoktu. Madonna yeni bir dünya turnesine Osaka’dan başlamıştı. Kalplerin bir numarası Pink Floyd, Roger Water ile süren kavgalı, mahkemeli dönemin ardından ilk albümü “A Momentary Lapse of Reason” albümünü çıkartıp uzun süren hasrete son verdi.

Elbette bunların hiçbiri benim hatırlayabileceğim şeyler değildi. Bu bahsettiklerimin kıymetini ben yıllar sonra ortaokuldan liseye geçiş döneminde idrak etmeye başladım. Gün geçtikçe kendimi VH1’nın da etkisiyle 80’lerin daha da içinde buldum. 1980’lerden sonra üretilen müzikleri dinlemenin prestij kaybı olarak değerlendirildiği bir çevredeydim. Eh belki bir nebze 90’ların başı, o da Nirvana ve Guns’n’Roses’ın hatırına. Elbette büyüdükçe yaşantımıza değişik müzik türleri de girmeye başladı. Her keşfedilen müzik için “işte bu” denen zamanlar başlamıştı. Beethoven’in 7. Senfonisi’nden daha iyi bir beste olamazdı. Tabii Mozart’ın Requiem’ini saymazsak...

İşte böyle arayışlar ve keşiflerle geçen bir müzik yolculuğunda doğduğum yıla da tekabül eden 80’ler, özel bir konumda olmayı sürdürdü. Öyle ki çalma listemde pop kültürüne ait en büyük alan o yıllara aittir. Ne mutlu ki bu kafada olan tek kişi ya da az sayıdaki insandan biri değilim.

İstanbul’un müzik hayatının olmazsa olmazlarından Babylon’un ta Asmalımescit yıllarından beri sürdürdüğü 15 yıllık bir geleneği var, “Oldies But Goldies”. Murat Abbas ve Murat Beşer’in seçtiği şarkılar ve Engin Eraydın’ın hazırladığı görsellerle düzenlenen organizasyon, bitmez tükenmez enerjisi ve her daim yoğun ilgiyle varlığını sürdürüyor. Malum, yaz sezonuna geçişte dün gece bu sezonun son “Oldies But Goldies” partisi düzenlendi. Fırsat bu fırsat üniversite yıllarında bir nevi abonesi olduğum Babylon’un, Bomonti’deki yeni yerinde de arz-ı endam eyleyelim dedik. Evet, Asmalımescit’in kalbimizdeki yeri çok başkadır. Örneğin kişisel tarihimde bin bir çabayla o dönem hoşlandığım kızı ikna edip götürdüğüm ilk konser buradaydı. Ancak Bomonti’deki yeni yerin, bu şehre yakışır “on numara beş yıldız” bir mekan olduğunu söyleyebilirim. Gelelim partiye...

Çocukluğunu ya da gençliğini 80’lerde geçirmiş olanlar kadar şimdinin üniversite öğrencileri de oradaydı. Bu farklı kuşakları orada birleştiren günümüz pop müziğinde pek yakalanamayan melodiydi. Kral Michael Jackson’ın “Billy Jean”i ile başlayan parti, David Bowie, Madonna, Queen, Los Lobos, Tina Turner, Modern Talking, Rod Stewart ve daha nicesiyle sürüp geçti. Duraksadığım tek an “Gimme Hope Jo’anna” şarkısı oldu. Tam da çılgınca dans etmelik bir melodisi olsa da Apartheid dönemi yaşanan zulümlere değindiği için her çaldığında daha başka duygulara bürünürüm. Bu arada yeri gelmişken belirtmekte fayda var; “Oldies But Goldies” partisinde, 80lerle sınırlı kalmayıp örneğin “Grease” müzikalinin de klasikleşmiş parçalarıyla kendinizden geçmeniz mümkün. Hele ki kafalarda peruklar ve renkli gözlükler varken.

Velhasıl kelam, yaz mevsimi açıkhavada onlarca güzel etkinliğe ev sahipliği yapacak. Sonra yaz bitecek ve hepimizi birazcık hüzün kaplayacak. İşte o zaman yeniden başlayacak olan “Oldies But Goldies” partileri hepimize ilaç olacak.

Yazının devamı...

İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali başlıyor

Uzun süren ve birçoğumuzda bıkkınlık hissi uyandıran bir kışın ardından yavaş yavaş yazı karşılamaya hazırlanıyoruz. Öğrencilik yıllarında bunun en büyük belirtisi bahar şenlikleri olurdu. Onun üzerinden yıllar geçmesinden ötürü artık başka türlü emarelere bakar olduk. İstanbul Film Festivali gibi… Ki o da hep vize dönemine denk gelirdi ya!

Tabii İstanbul gibi bir şehirde yaşamanın nimetleri sadece film festivali ya da açıkhava konseriyle sınırlı kalmıyor. İster dünyaca ünlü olsun isterse de maalesef ünü ülke sınırları içinde kalsın onlarca edebiyatçıya ilham kaynağı olmuş bir şehrin içindeyiz. Kimi zaman bir romanın ana mekanı kimi zamanda en epik şiirlerin ev sahibi olan bir şehir burası. Buna istinaden şehrin edebiyat hayatına renk katacak etkinlikler, kentin hakkını vererek yaşayanlar için çok kıymetli.

İşte böyle etkinlikler bütününden oluşan İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin (İTEF) bu yıl dokuzuncusu düzenleniyor. Kalem Kültür Derneği tarafından düzenlenen festival 6 – 11 Mayıs 2017 tarihleri arasında şehrin değişik noktalarında İstanbulluları ağırlayacak. Herkese açık ve ücretsiz olacak etkinlikler kapsamında söyleşi, oturum ve dinletilere yer verilecek. Eserlerinde sıklıkla İstanbul’a yer veren ve artık günümüzde adı İstanbul ile birlikte anılan edebiyatımızın büyük ustası Ahmet Hamdi Tanpınar’ın adının böyle bir organizasyona verilmiş olması da ayrı bir güzel.

2009 yılından beri düzenlenen festivalin bu yılki teması “Şehir ve Hayal”. Etkinliklerin detaylı programına www.itef.com.tr adresinden ulaşmanız mümkün. Gün içerisinde farklı noktalarında etkinliklerin düzenleneceği festivalin mekânlarından özellikle biri beni oldukça heyecanlandırıyor. Bugünkü Gülhane Parkı’nın girişinde II. Mahmut döneminde yaptırılan Alay Köşkü’nde yer alan “Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi”. Bu şahane mekâna bugüne kadar gitme imkânı olmayanlar için umarım bu festival güzel bir neden yaratmış olur. Burası, benim sıklıkla ziyaret edip penceresinde Gülhane Parkı’nın yeşilliği eşliğinde kitap okuduğum bir yer. Size de tavsiye ederim. 8 Mayıs tarihinde Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi’nde düzenlenecek olan ’Bizim Klasiklerimi” Var Mı? etkinliği festival programında gözüme ilk çarpanlardan bir oldu.

Şehrin değişik yerlerine yayılan festivalin diğer ilgi çekici mekânlarıysa Nail Kitabevi ve KargaArt. Örneğin 9 Mayıs’ta önce Ahmet Ümit söyleşisi ardından da Yinon Muallem konseri KargaArt’ta.

Festivale dair güzel ayrıntılardan biri etkinlik saatlerinin hemen hemen hepsinin çalışanları da düşünerek belirlenmiş olması. Dolayısıyla bu güzel etkinlikleri kaçırmak için pek de bahane kalmıyor.

Yazının devamı...

Kosova'dan gelen pop dalgası

Geçtiğimiz sene hemen hemen her yaz yaptığım gibi yılın o dönemini doğduğum ülkede geçirmek üzere yola koyuldum. Uçak Priştine Adem Jashari Havaalanı’na iner inmez akrabalarımdan önce beni, panoları süsleyen Rita Ora, Dua Lipa ve Era Istrefi karşıladı.

Sosyal medya hesapları üzerinden takipleştiğim Kosovalı yakınlarımdan yaklaşık iki yıldır bu isimlere dair paylaşımları sıklıkla görmekle birlikte Dua Lipa hariç zahmet edip şarkılarını pek de dikkatle dinlememiştim dürüst olmak gerekirse.

Sancılı bir dönemin ardından sonra bağımsızlığını kazanan Kosova, uluslar arası toplum nezdinde tanınırlığını artırma çabasında. Bu bağlamda yurtdışında ülkenin adının duyulmasına vesile olacak her hareket millet nezdinde çok değerli. Spor ya da müzikte ülkenin adını yurtdışında duyuran herkese büyük saygı besleniyor. Futbolu yakından takip edenlerin de bileceği gibi Almanya, Avusturya, İsviçre ve Arnavutluk milli takımlarında çok sayıda Kosova kökenli başarılı futbolcu mevcut. Ancak ben yazının girişinde de bahsettiğim gibi konunun müzik kısmında kalacağım.

Havaalanı ev arasında yolda “acaba yeni neler var?” merakıyla etrafı gözlemlerken sık sık Rita Ora’nın posterleriyle karşılaştım. Arabadaki radyo sırasıyla Dua Lipa ve Rita Ora’yı çaldıktan sonra yayınına henüz uluslar arası üne kavuşmamış başkaca Kosovalı müzisyenlerin parçalarıyla devam etti.

Şehrin sokaklarında gezerken İstanbul’a nazaran çok ucuz ama bir o kadar çekici cafelerinden yankılanan müziklere kulak kesiliyorum. Coldplay, Rihanna, Rita Ora, Beyonce, Era Istrefi diye uzuyor liste.

Ne olmuştu da Avrupa’nın bu en genç ve küçük ülkelerinden birinden, birden bire birkaç ünlü müzisyen çıkmıştı? Hikayelerini araştırmaya karar verdim. Mevzuya 1994 doğumlu Era Istrefi ile girmek istiyorum. Pembe kürklü parkasıyla soğuk bir Kosova gününde Bonbon şarkısına çektiği klip ile Youtube’da an itibariyle 367 milyon kez dinlenmeyi başarmıştı. Üstelik bunu İngilizce değil de kendi dili olan Arnavutça yapmıştı. Bu açıdan Kosova doğumlu ama hayatının önemli bir kısmını Londra’da geçiren Rita Ora ve Dua Lipa’dan ayrılıyordu. Şarkısını ilk yayınladığında bunu tahmin eder miydi acaba? Bu arada Era’nın kendisi gibi müzisyen olan ablası Nora’nın bir şarkısının Sıla tarafından seslendirildiğini öğrendim. Afitap. Bunda şaşılacak bir şey yok tabii. Kültürel yakınlık nedeniyle buna benzer alışverişler her daim olmuştur. Kosova’da özellikle belli bir yaşın üstündeki hemen hemen herkes Zeki Müren, Barış Manço ya da İbrahim Tatlıses şarkılarını çok sever. Öyle ki İbrahim Tatlıses’in birkaç yıl önce Priştine’de verdiği konser muhtemelen ülke tarihinin en kalabalık konserlerinden biri olmuştur.

Konumuza dönecek olursak; Era Istrefi’nin Bonbon şarkısının kazandığı şöhretin tesadüf olabileceği ihtimali, sonraki şarkılarının başarısıyla şimdilik ortadan kalkmış gibi.

Gelelim ülkenin “Onursal Büyükelçi” unvanına sahip müzisyeni Rita Sahatçiu ya da bilinen şekliyle Rita Ora’ya. Sahatçiu tahmin edebileceğiniz gibi Saatçi demek. 1990, Priştine doğumlu olan Rita Ora, dönemin koşulları nedeniyle daha çocuk yaşta ailesiyle birlikte soluğu Londra’da alır. Eğitim hayatını burada sürdüren şarkıcı, uluslar arası müzik piyasasında isim yapmaya başladıktan sonra ülkesi Kosova’yı unutmadı. “Shine Ya Light” klibini benim de çocukluğumun geçtiği Priştine sokaklarında çekti. Geçtiğimiz aylarda Nobel Barış Ödülü sahibi Arnavut asıllı Rahibe Teresa’nın Vatikan’daki, azizelik mertebesine yükseltilmesi töreninde performans sergileyen şarkıcı, rol aldığı “Karanlığın Elli Tonu” filmi, ünlü müzisyenlerle yaptığı düetler, dünyaca ünlü dergilere verdiği cesur pozlarla adından daha uzun yıllar söz ettireceğe benziyor.

En beğendiğimi en sona sakladım. İçlerinde en genci olan Dua Lipa. 1995 doğumlu şarkıcı, Londra’ya göç etmiş müzisyen bir ailede büyüdü. Şu anda menajerliğini yürüten babası bir dönem Kosova’nın en ünlü müzisyenlerinden biriydi. Kim bilir müzikal açıdan daha başarılı bulmamın nedeni belki de budur. “Be the One” şarkısı ile müzik piyasasına giriş yapan Dua, çok geçmeden birçok televizyon programında boy göstermeye başladı. Son olarak Sean Paul ile bir düete imza atan Dua Lipa birkaç ay önce de “Blow Your Mind” adlı parçasıyla müzik listelerinde yer almayı başarmıştı. İlk müzik hocasının sesini buğulu bulup pek de tutmadığı Lipa bakalım müzik aleminde kalıcı olabilecek mi? Olsun isteriz.

Bir de bakalım Kosova istikrarını koruyup bu yaz da yeni bir ünlü ses çıkarabilecek mi?

Yazının devamı...

Zorlu'da erken hıdırellez

Duyurulduğu günden itibaren Koçani Orkestar, Serkan Çağrı, Shantel ve Bucovina Club Orkestar’ı canlı dinleyecek olmanın heyecanıyla dolmuştum. Ne de olsa doğup büyüdüğüm toprakların ezgileri bir kez daha yankılanacaktı kulaklarımda. Hıdırellez’e bir hafta daha vardı ama sahne alacak isimler besbelli bize bir Hıdırellez gecesi yaşatacaktı.

Programı öğrendiğimde “keşke hepsi aynı anda sahneye çıksalarmış” diye geçirdim içimden. Meğer konser esnasında Serkan Çağrı da aynı şeyi dile getirdi. Umarız bir dahakine kısmet olur.

Açıldığından bu yana farklı müzik türlerinden alanında en önemli sanatçıları sahneye taşıyan Zorlu PSM bu sefer de az önce adını saydığım Balkan müziğinin önemli isimlerine yer verdi. Cuma gecesi gerçekleşen konser dizisinde önce Serkan Çağrı, Yarkın Ritm Grubu ve Makedonya’dan misafirleri Koçani Orkestar sahne aldı. Bir saati aşkın süre sahnede kalan ekip oluşturdukları sinerjiyle başta çekingen davranan seyirciyi çok geçmeden tavlamayı başardı. Eh Balkan müziği içerikli bir konserde yerinde sabit durmak pek de kabul edilebilir bir şey olmasa gerek. Performans sırasında başta klarnet üstadı Serkan Çağrı olmak üzere hem Yarkın Ritm Grubu hem de Koçani Orkestar üyeleri sık sık maharetlerini sergiledikleri sololar gerçekleştirdi. Kapanışı Balkan coğrafyasını en bilindik ezgilerinden olan "Ederlezi" ile yapan ekip geçtiğimiz aylarda hayatını kaybeden Esma Recepova’nın da pek meşhur Çaye Şukariye isimli parçasını çalmadan geçmedi. Bana sorulacak olsa konserin süresi kâfi gelmedi. Seyircinin de ortama tam manasıyla uyum sağlamaya başladığı bir anda konser bitiverdi. Bu sefer de yarım saatlik bir Shantel bekleyişi başladı. Shantel’i yıllar önce yine Bucovina Club Orkestar ile birlikte çaldığı Parkorman’da bir yaz gecesi dinlemiş konser sonunda üstümdeki tshirtün oynamaktan sırılsıklam olduğunu fark etmiştim. Dolayısıyla beklenti yine o seviyelerdeydi. Tabii bu kez bir dezavantaj söz konusuydu. Mekan haliyle üstü kapalı bir yerdi. Sahne kurulumu sırasında biz beklerken Shantel, arada sahneye çıkıp sempatik tavırlarla ve kurduğu diyalog ile seyirciyi ısındırmaya çalıştı. Çok geçmeden önceden belirtilen saatte konser başladı.

Ülkemizde "Disco Partizani" albümüyle geniş kitleler tarafından tanınan Balkan asıllı Alman Shantel ve onun Romen grubu Bucovina Club Orkestar, beklendiği gibi konsere hızlı bir giriş yaptı. "Disco Partizani" albümünden şarkıları seslendirmeye başlayan Shantel, çok geçmeden seyircilerin büyük bir kısmının beklediği aynı adlı şarkıyı söylemeye başladı. Laf aramızda belki de bir dönem her yerde çalmasından ötürü bu şarkıya karşı biraz mesafeliyim. Benim beklediğim şarkılar başkaydı. Çok geçmeden de içlerinden bir tanesi olan "Disco Boy"u başarılı bir şekilde çaldılar. Gönlümden geçen "Manolis"i de dinlemekti, ama olmadı. Aslen “Mangiko Mou” adlı bir Rebetiko olan, -ki Shantel’in birçok bestesinin altyapısı bu minvaldedir- "Disco Boy"un ardından rota bu kez Sırbistan’a doğru yol aldı. Ancak kafalar Disco Partizani albümünde kalmış olmalı ki seyirciler Shantel’in ve grubun bateristi Marcus’un çabasına rağmen şarkılara pek eşlik edemedi. Kendi payıma bu benim için pek de sorun değildi. Ben çoktan havaya girmiştim bile. Konserin sonlarına doğru Shantel sahneye kalabalık bir seyirci topluluğunu çıkartıp birlikte dans ederken ülkemize, akrabalık ilişkilerimize ve elbette İstanbul’a övgüler yağdırmayı ihmal etmedi.

Son olarak da daha önceleri birçok kez birlikte sahne aldıkları Damla Pehlevan’ı sahneye davet eden Shantel, geçtiğimiz günlerde albümü yayınlanan sanatçıyla birlikte “Ada Sahilleri”ni seslendirdi.

Malum önümüz yaz. Dilerim Shantel’i veyahut benzer Balkan müziği yapan isimleri çeşitli açıkhava festivallerinde dinleme fırsatımız olur. Zaten Hıdırellez’e de ne kaldı. Şimdiden hoş geldin yaz.

Yazının devamı...

Müziğin Babil Kulesi

Müziğin Babil Kulesi

Geçtiğimiz Cumartesi gecesi İstanbul, Pink Martini’yi uzun sayılabilecek bir aradan sonra yeniden ağırladı. Geçen yaz gerçekleştirecekleri konser, darbe girişimi sonrası iptal edilmişti. Ancak grup “ikinci evimiz” olarak nitelendirdiği Türkiye’deki dinleyicileriyle çok geçmeden yeniden buluşmuş oldu.

Konserin süresi açısından tatmin olmasam da grubun vokali Storm Large’ın harikulade performansı eminim salondaki herkesi mest etmiştir. Salon demişken konser ayrıntısına geçmeden önce mekan hakkındaki gözlemlerimi de söylemek istiyorum. Konserin gerçekleştiği Volkswagen Arena’ya birkaç ay önceki bir konser için toplu taşıma ile gitmiştim. İTÜ-Ayazağa metro istasyonundan biraz yürümek gerekse de bunu dert etmemiştim. Ancak Pink Martini konserine özel araçla ulaşmayı denedik. Caddeden içeri girmek yarım saat, konserden sonra çıkmamız da 45 dakika sürdü. Mekandaki konserlere gideceklere önceden hatırlatmış olalım. Toplu taşımayı tercih edin.

Dönelim konsere…

Grup, konsere İspanyolca şarkıları Amado Mio ile giriş yaptı. Konser boyunca iki İspanyolca şarkı daha dinledik. Eh, dedik ya “Müziğin Babil Kulesi”. Bundan sonra Fransızca, Japonca, Farsça, İtalyanca, Ermenice, Almanca, Romence, İngilizce ve “Aşkın Bahardı” ile her yabancı şarkıcının ya da grubun en çok bildiği Türkçe şarkı olan “Üsküdar’a Gider İken”i dinledik. Aslında grubun dil çeşitliliği Cumartesi gecesi seslendirdiklerinden de daha geniş. Rusça, Hırvatça, Portekizce ve Arapça şarkılar grubun albümlerinde yer alan diğer diller.

Klasik müzik bestelerinden etkilenen ve bunları parçalarında kullanmayı seven grup, konserde, Schubert’in 4 el için Fantezi F minör’ünden esintiler taşıyan “And Then You’re Gone” ve Çaykovski’nin 1. Piyano Konçertosu’nun yer aldığı “Splendor in the Grass” parçalarını es geçmedi.

Pink Martini’nin kurucusu ve piyanisti Thomas Lauderdale’in hemen hemen her şarkı öncesi elindeki metne bakarak izleyiciye Türkçe konuşması salonu dolduranlar tarafından alkış ve gülücüklerle karşılandı. Fakat bunun sürekli tekrarlanması bir yerden sonra sanırım izleyicide bıkkınlık yarattı.

Sahnenin ve pek tabii gecenin yıldızı Storm Large için ne desek az. Jestleri, vokal performansı ve daha önceki konserlerinde de giymeyi tercih ettiği tarzdaki göz alıcı elbisesiyle eminim herkesi büyülemiştir. Esasında Rock geçmişi olsa da Pink Martini ile birlikte yıllardır performans sergileyen Storm Large akıcı bir şekilde konuştuğu İspanyolca dışında Fransızca, İtalyanca, Romence, Farsça, Türkçe, Almanca şarkıları gayet güzel bir şekilde seslendirmeyi başarıyor.

Velhasıl, umarım Pink Martini’yi çok yakında mesela bir açıkhava konserinde yeniden dinleme fırsatımız olur ve bu seferki biraz daha uzun sürer. Elbette grubun ilk solisti olan China Forbes’u da görmek dileğiyle…

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.