SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Pistantrofobinin kökeni nedir?

Pistantrofobi geçmişte yaşanan kötü deneyimler sonucu artık insanlara güvenemeyecek olmanın korkusudur. Bu korku genellikle yeni ilişkilere başlarken tavan yapar çünkü birey yeni karşılaştığı herkesi eski kötü deneyimini, kendine tekrar yaşatacağı endişesi ile hayatına alır.

Pistantrofobi kavramı henüz sıklıkla kullandığımız bir kavram olmasa da dilimize farklı şekillerde yerleştiği görülmüştür;

Güvensiz kalplerimizi, karaktersiz insanlara borçluyuz.

Güven ruh gibidir. Çıktığı yere bir daha geri dönmez.

Bu cümleler günlük hayatta karşımıza sıklıkla çıkabilir ve temelinde yaşanan kötü deneyimlerin hatırı sayılır etkisi vardır. İnsanlar incindikleri yerden tekrar incinmekten çok korktukları için yeni ilişkilerde güven duymakta oldukça zorlanırlar. Özellikle içerisinde aşk ve sevgi dolu duyguların olduğu ilişkilerde duygusal incinme son derece yaralayıcıdır ve tekrar etme korkusu yeni ilişkilere başlamaktan bile insanı alıkoyabilir.

Peki bu ilişkilerin içeriğini, bireyin korkusunun temellerini incelediğimizde karşımıza ne çıkar?

Erikson’un psikososyal gelişim dönemlerinin birinci basamağı bizler için yol göstericidir.

Temel güvene karşı güvensizlik 0 - 1 yaş;

Çocuk, anne kucağına düştüğü zaman hayat yolculuğu başlamış demektir. Bu yolculuğun ilk sevgi nesnesi annesidir. Çocuk bu dönemde hissettiklerinin tümünü annesinin kendisine vereceği duygusal geri dönütler üzerinden anlamlandırır ve ilk kendilik parçaları böylelikle oluşmaya başlar. Bu dönemde çocuğun kendilik parçalarının duygusal yükleri biricik olma, sevilen biri olma, kudretli olma vb. omnipotent duygular içermektedir. Çocuk bu duygular üzerinden kendini güvende hissedecek ve yaşamın, dünyanın güvenli bir yer olduğunu içselleştirecektir. Tabii ki bu durum anneden kendisine yöneltilen mesajların içeriği ile şekillenecektir. Anne öfkeli, mutsuz, panik, sıkkın, soğuk duygularla çocuğa mesajlar iletirse, çocuk güvende olmadığını ve dünyanın güvenli bir yer olmadığını içselleştirecektir. Bu içselleştirme sonucu yetişkinlik döneminde ikili ilişkilerde, sürekli karşı tarafın kendisine öfke duyacağını, onu istemeyeceğini ve bunun sonucunda bir yerde kendisini terk edeceğini düşünebilir veya bilinç düzeyinde düşünmese bile duygusal arka planda böyle hissedebilir.

Psikoterapi seanslarında karşımıza gelecek ilişki problemlerinde, temel güven duygusu zedelenmiş danışanların gerçek ilişkiler kurmakta zorlandıklarını, kendilerini ilişki için güvende hissetmediklerini ve bunun için kuşkulu, sorgulayıcı, mutsuz, düşünceli, huzursuz hissedeceklerini göz önünde bulundurmak gerekir. Böylelikle bireyin yaşadığı ilişki sorunlarının kökeninde ne olduğunu daha iyi anlamış oluruz.

Bizler özellikle müdahale edilmediği sürece, ilişkilerde bildiğimiz yolların dışına çıkmakta zorlanan canlılarız. Yetişkinlik döneminde kuracağımız ilişkilerde, annemizle kurduğumuz ilişkinin duygusal tekrarlarını deneyimlediğimiz için Pistantrofobiye birde bu açıdan bakılmalıdır. Bireyin yeni ilişkiler kurmasını engelleyen Pistantrofobinin kökeninde anneden alamadığı güven duygusunun, yaşadığı ilişkide canlanması sonucu derin duygusal incinmelere neden olduğunu ve dünyanın zaten güvenilmez bir yer olduğu inancını doğurmuş olabileceğini, göz önünde bulundurmalıyız.

Mehmet Murat ALTAN

Psikolojik Danışman/ Psikoterapist

Yazının devamı...

İnsan yavrusu ve travma

İnsan yavrusu doğada bakımı en zor canlıdır. Hayvanlar yetişkinlikteki potansiyellerinin yaklaşık yüzde 60’ı ile dünyaya gelirken, insan yavrusu yüzde 30’u ile dünyaya gelir. Bu nedenle hayvanlar insanlara göre daha rasyonel ve ne yapacaklarını bilen canlılardır. Bir buzağı doğduktan sonra annesinin memesine kendisi giderken insanın böyle bir yeteneği yoktur. Meme bebeğe gelmediği sürece kendisi açlık durumunu nasıl telafi edeceğini, bedenindeki alarmı nasıl sakinleştireceğini bilemez. İnsan rasyonel olduğunu düşünen irrasyonel bir canlıdır. Bu durum insanda büyük eksiklik ve yetersizlik yaratır ve insan hayatı boyunca bu eksikliği gidermek için kendine 2 soru sorar;

Burası neresi, etrafımdaki insanlar bana ne yapacaklar? (Olumlu veya olumsuz beklentiler edinebilir.)

Burada ben ne yapacağım?

Bu iki soru, her yeni deneyimde, ilişkide, işte, ortamda zihnimizde gündeme gelir.

Bu soruların cevabı çok önemli bir yere hizmet etmektedir. İnsanın kendini ve hayatını ( diğer insanlar ile kurduğu tüm ilişkileri ) anlamlandırmasının yolu bu iki soruya bulacağı cevaplardadır. Bu çaba ve anlam arayışı, insanı hayatta tutan ve travmalar yaşamasına engel olan çok değerli bir özelliktir.

Travmalar aslında başımıza gelen kötü olaylar değildir. Travma, başımız gelen olayları ( afet, tecavüz, kaza olmasına gerek olmaksızın) anlamlandıramadığımız her durumda yaşadığımız yıkıcı bir durumdur. Örneğin, çok susadım ancak bunu nasıl gidereceğimi hem ben hem çevremdeki insanlar bilemiyorsa bu benim için ve çevremdekiler için son derece travmatik bir olacaktır. Bir şeyler oluyor ancak ne yapmam gerekiyor, sorusuna cevap bulmadığımız her şey travma etkisi yaratacaktır. Bu travmatik etki, başımıza gelen olay değil bizim burada olan bitene veremediğimiz anlamdan kaynaklanmaktadır. Depremde tüm ailesini kaybeden biri ile tecavüze uğrayan birinin yaşadıkları olaydan etkilenme düzeyi farklıdır. Her ikisi de travmatik olaylar olmakla birlikte deprem bizler için doğal bir afettir ve kabullenmesi ( anlamlandırılması ) daha kolay bir olayken, tecavüz insanın en temel ihtiyacı olan güven ( bir diğerine güvenme ) duygusunu yıktığı için yaratacağı travmatik etki daha yıkıcıdır. Çünkü tecavüz, bebeğin doğduğu ilk anda itibaren bakım vereni ile arasında gelişen güven duygusuna saldırıdır ve mağdur o duygu ( bağ ) kopmuşçasına acı hisseder. Bir daha hiç kimseye güvenememek ve insanların güvenilmez olduklarına dair inancı içselleştirir. İşte bu içselleştirme süreci bize gösteriyor ki başımıza gelen olaylar değil onları nasıl anlamlandırdığımız, yaşayacağımız olayların bizdeki etkilerini belirler.

Yukarıda belirttiğim iki soru her durumda olmakla birlikte özellikle travmatik olaylarda karşımıza çıkar ve cevaplanması gerekir. Bu bağlamda insanın ilk travması doğumdur. İnsanın doğumu ile birlikte bu iki soru gündeme gelir;

Burası neresi, etrafımdaki insanlar bana ne yapacaklar? (Olumlu veya olumsuz beklentiler edinebilir.)

Burada ben ne yapacağım?

Bu soruların cevabını arayan bebek, bu durumun sadece kendisine bağlı olmadığını annesinin memesi gelince fark eder. Yani hayatına kendinde olmayan bir nesnenin girmesi ile birlikte kendisinde olan açlık durumunun sakinleştiğini fark eder. Bu bebeğin ilk ego çekirdeğini oluşturur çünkü anne memesi bebeğin açlık duygusunun ilk belirdiği anda değil, kısa da olsa biraz gecikerek gelir. Bu gecikme bebeğin ilk ego çekirdeğini oluşturur. ( Erteleme, tahammül, bekleme, temas, şefkat ve sevgi ego çekirdeği olarak filizlenir. )

İnsan yavrusu bakım verenle kurduğu ilişkide her ne kadar pozitif hislerle destek oluyorsa aynı zamanda her geçen gün kendi eksikliği ve yetersizliği ile yüzleşmektedir. Bu yüzleşme bebeğin anlamlandıramadığı ve kendini kötü hissettiği bir durum olduğu için bebeklik döneminde bakım verenin bebeğe nasıl geri dönütler verdiği son derece önemlidir. Bebeği sakinleştiren, yaşadığı travmatik hisleri pozitif geri dönütlerle anlamlandırmasını sağlayan bakım veren, bebeğin yaşayacağı travmatik durumun yıkıcılığını azaltacak ve gerçeklikle bağını artırarak sağlıklı bir kendilik yapılanmasını destekleyecektir.

İnsan ilişkisel bir canlıdır. Yapılan araştırmalarda hiç kimseyle hiçbir temasımız olmadığında 72 saat sonra beyin halüsinasyonlar üreterek bu ilişki eksikliğini gidermeye çalışır. Bu denli ilişkisel bir canlının bakım vereninden aldığı her geri dönüt çok kıymetlidir. Bakım vereni ile kurduğu ilişkide bebek kendi varlığının değerini onun verdiği mesajlar üzerinden belirler ve yaşadığını böylece anlamlandırır. Sakin, olumlu, destekleyici, şefkatli geri dönütler alan bebek, bu dönütleri içselleştirir ve başına gelen olayları anlamlandırırken kendiliğine yönelik olan bu pozitif imgeler içerisinde değerlendirir ve anlamlandırır. Aksi durumda ise başına gelenlerin yaratacağı negatif etki çok daha fazla ve yıkıcıdır.

Tüm ailelere önerim, çocuklarla kurdukları her temasta onların hayata dair bir anlam arayışı içinde olduklarını ve bu arayışın travmatik olduğunu unutmamalarıdır. Bakım veren herkesin geri dönütleri çocuğun bu travmatik süreçten ne kadar etkileneceğini belirlemektedir.

Mehmet Murat ALTAN

Psikolojik Danışman/ Psikoterapist

Yazının devamı...

Cahit Sıtkı Tarancı ve aynalanma

Aynalar, aynalar sevgili aynalar,

Yok beni anlayan, seven sizin kadar.

Öldükten sonra da, yine sizin kadar,

Kim beni düşünür, hayalimi saklar?

Aynalar, ne olur, siz yalnız aynalar

Cahit Sıtkı Tarancı

Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin önde gelen şairlerinden biri olan Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirlerinde sık sık kullandığı ayna metaforu ruhsal gelişimimizde nereye denk geliyor?

Aynalanma kavramı Heinz Kohut’un kendilik psikolojisi kuramının temel kavramlarından biridir. Kohut ‘a göre tüm çocuklar primer ( birincil) narsistirler ve optimal kırılmalar yaşayarak sekonder ( ikincil ) narsizme geçerler. Sekonder narsizm bireyin kendini kabul ettiği, becerilerini gerçeklik zemininde değerlendirdiği, hayattan zevk alan, mutlu, kendisi ile barışık ve kendi özelliklerini beğenen aynı zamanda patolojik olmayan narsizmdir. Heinz Kohut çocuğun primer narsistik evreden sekonder narsistik evreye geçişi, onun ebeveynleri tarafından yerinde ve zamanında uygun bir şeklinde aynalanması ile mümkündür, der.

“Canım sıkıldığı vakit ya sokaklarda kendi kendime dolaşır veya aynanın karşısına geçer veyahut sevdiklerimden birine mektup yazarım” ( Cahit Sıtkı Tarancı kız kardeşine gönderdiği bir mektupta bu cümleyi yazmıştır)

Aynalanma Kavramı Ve Türleri

Aynalanma, gelişmekte olan çocuğun büyüklenmeci kendiliğinin ebeveynleri tarafından sevilmesi, koşulsuz kabul edilmesi, onaylanması ve biricik görülmesi hissinin çocuğa yansıtılmasıdır. Bu yansıtma çocuğun içinde olduğu dönemlere ne kadar uygun yapılırsa çocuk o denli sağlıklı bir kendilik geliştirir.

Aynalanma Türleri

Birincil aynalanma:0-1 yaş döneminde bebekler kendilerini tüm güçlü, her şeyi yapabilen, kudretli biri olarak algılarlar. Bu algılayış biçiminin ebeveynleri tarafından onaylanması ve bebeğe bunun hissettirilmesine birincil aynalanma denir. Bu dönemde bebek anne veya babası tarafından red edildiği durumları travmatik kapsüller olarak ego çekirdeğinin içine alır ve bebek yetişkinlik döneminde de bu kapsüllerin etkisi ile gerçeklikten kopuk patolojik narsistik kendiliği ile yaşamaya devam eder. Bebeğin birincil aynalanma gereksimi yeterince karşılanmadığından hayatı boyunca bu gereksinim ile etrafında sürekli kendini onaylayan, onu eleştirmeyen insanları tutacaktır. Kendisine yöneltilen bir eleştiriyi saldırı olarak algılayacak bu durumdan son derece rahatsız olacaktır.

İkincil Aynalanma:Yürümeye başlayan ve hayatı keşfetmeye başlayan çocuk becerilerinin, güçlerinin, yapabildiklerinin sınırlı olduğunu gördükçe tüm güçlü hislerinde kırılmalar olur. Çocuğun ego kapasiteleri bu kırılmaların yaratacağı duyguları tolere edecek kapasitede olmadığından bu tümgüçlülük hissini anne ve babasına atfeder. Böylelikle onun şemsiyesi altında kendini tekrar güçlü hisseder.

‘Benim babam Toyota gibi adam’

İkincil aynalanma ile çocuklar yarattıkları ebeveyn imajını idealize eder ve kendilerini bu idalizasyonun bir parçası görerek bu durumu içselleştirirler. Bu çocuğun hayatı boyuncu ideallerinin zihinsel imajını oluşturacak. Çocuk içselleştirdiği bu ebeveyn imajını kendiliğinin parçası olarak görür ve nedenli uygun aynalanmışsa kendini de o denli değerli, kabul gören ve sevilen biri olarak algılar. İkincil aynalanma ihtiyacı karşılanmamış bireyde ise karşıdaki nesneyi idealize etme ve ona yapışma eğilimi yüksektir. Bazen bir parti lideri, bazen bir taraftar grubu, bazen bir aile lideri vb kişileri, kurumları, grupları idealize ederek onun bir parçası olma eğilimi yüksektir.

Yetersiz Aynalanma:Çocuğun içinde olduğu dönemin aynalanma ihtiyaçlarının bazen görülüp bazen görülmemesidir.

Çok Aynalanma:Çocuğun gerçeklikle bağını koparacak kadar aynalanmasıdır. Sürekli onaylanan ve her şeyi kural tanımaksızın destekleyen ebeveynlerin yaptığı aynalanma türüdür.

Ters Aynalanma:Çocuğun aynalanma ihtiyacının karşılanacağı noktada ebeveynin kendi ihtiyacını karşılamasıdır.

-Anne sınavdan 80 aldım

-Ben senin yaşındayken hep 100 alırdım, karnem hep 5’ti.

Aynalanma türleri eşitler, akran, ikizler şeklinde artırılsa da kendilik gelişimindeki önemi; birey yerinde, zamanında ve uygun bir şekilde aynalanmıyorsa hayatı boyunca bu aynalanma ihtiyacının peşinden gider.

Cahit Sıtkı Tarancı ayna metaforunu bir çok şiirinde kendini anlayan, onu seven, onu gören bir nesne olarak kullanmıştır. Bu metaforun özü karşımızdaki aynaların ( ebeveynlerimizin ) bizi görmesini, kabul etmesini ve sevmesini istememizdir.

Aynalarda Gece Şiiri

O biten günle beraber

Aynalarda gece olmuş;

Onlar, onlar ki geceleyin,

Gurbete düşmüş gibiler,

Sabır tuttukları yolmuş

Sabaha erişmek için!

O biten günle beraber

Aynalarda gece olmuş

Paydos Şiiri

Paydos bundan böyle çılgınlıklara;

Sert konuşmaya başladı aynalar.

Kimi zaman aynaların kendisini anladığı, kimi zaman onunla sert konuştuğu, kimi zaman onu sevdiği ve hatta can sıkıntısını giderdiğini anlatan kıymetli şairimizin dizilerindeki ayna kelimelerin yerine anne ve babayı koyarak tekrar okumanızı diliyorum

Cahit Sıtkı Tarancı'yı Saygıyla Anıyorum

Mehmet Murat ALTAN

Psikolojik Danışman/ Psikoterapist

Yazının devamı...

İlişkilerde sembiyotik çığlık

Sembiyoz bireyler, karşıdaki nesnenin (anne, eş, çocuk, arkadaş, sevgili) enerjisi ile var olan, yaşamını karşıdaki birey üzerinden var eden, bağımsız karar alamayan, eyleme geçemeyen ve en önemlisi sorumluluk almayan bireydir.

Hayatınızda böyle biri var mı?

Bu durum sizi zaman zaman zorluyor mu?

Birinin size bu denli yapışmasından ve onun adına kararlar vermenizden haz aldığınız oluyor mu?

Unutmayın ki sağlıklı kendiliği olmayan bireylerin kurduğu ilişkiler, patolojik birleşmeden öteye geçememektedir.

Peki nedir sembiyotik ilişkinin kökenleri, çocukluk dönemi ile nasıl bir bağı vardır?

Hadi biraz bebeklerin ilk 5 ayına gidelim

Bebeğin doğumu ile başlayan yaşam yolcuğu otistik bir dönem ile başlamaktadır. Yaşamın ilk 1 veya 2 ayı otistik (yani karşı taraftan habersiz, nesneyle ilişki kurmayan) dönem olarak adlandırılır ve bebek hazzın kaynağının dışarıda olduğunu bu dönemin sonlarına doğru sezinlemeye ve anlamaya başlar. Bu dönemde haz kaynakları karnın doyması, beden sıcaklığının korunması olarak değerlendirilir. Yani bebek acıktı ve karnı doyurulduğunda hazza ulaşır ancak ilk ayda bebek karının nasıl doyduğunu veya üşüdüğünde kimin onu ısıttığını haliyle bilememektedir. Karşıdaki nesne ile ilişkisi çok sınırlı olduğu için bu dönem otistik evre olarak nitelendirilir. Bu evrenin sonlarına doğru bebek annesini (bakım vereni) fark etmeye başlar ve haz kaynağının dışarıda olduğunu sezinlemeye başlar.

Önemli not: Dışarıda kavramı bebeğin kendisi ile annesini ayırt edebildiği anlamına gelmiyor, sadece annesini fark etmeye başladığını söylemek istiyorum. Bebekler 18. aylarında fiziksel ve 36. aylarında psikolojik olarak tamamen ayrıştıklarını ve farklı olduklarını idrak edebilir.

Haz kaynağının dışarıda olduğunu fark eden bebek anneye yönelir ve yaşamın 2. ayında sembiyotik (bazı kaynaklarda simbiyotik) evre başlar.

Normal simbiyotik dönemin en önemli özelliği, bebeğin ve anne ile "ikili birlik" (dual unity) içinde duygusal bir bağ oluşturabilmesidir.

Psikoterapi alanında ikili diyat denen kavramın bu dönemde temeli atılmaktadır. Bebek haz kaynağı anne ile bir bütün olduğunu, anne olmazsa kendisinin de olmayacağını, anneden gelen haz kaynakları ile iç ve dış dengesini koruduğunu sezinler ve bu dönemin son aylarında bebek sembiyotik eşini (anne) diğer insanlardan ayırt eder. Anneye gülümser, onun sesine tepki vermeye başlar, sevinç çığlıkları atmaya çalışır. Bu süreç gayet normal ve istendik bir süreçtir. Sembiyotik evrenin sonunda ayrışma ve bireyleşme süreci başlar ve asıl sorun çocuğun bu evreye geçmemesi ve sembiyotik evrede takılması ile ikili ilişki kurduğu kişileri sembiyotik eşi olarak algılamasıdır.

Ayrışmanın Ayak Sesleri

Sembiyotik sürecin sonunda kabaca 5. ay sonu ve 6. ay başlarında çocuk belli bir amaca yönelmeye başlar. Uyanık, sürekli, hareketli ve en önemlisi artık anneden başka bir dünyayı keşfetmeye başlar.

Bu keşif hem bebek açısından hem anne açısından kolay olmayan ve kimi zaman engellenen bir keşiftir.

Bir örnek ile açıklayayım, anne bebeğin kendin uzaklaşmasını eski patolojilerinden dolayı bilinç dışında terk ediliyorum diye yorumlayabilir ve bu keşfi istemsizce engelleyebilir. Bir diğer açıdan, bebek anneden uzaklaşınca ( buradaki uzaklaşma bir kaç adım olarak bile değerlendirilebilir veya emekleyerek daha uzağa gidebilir) bilmediği dünyada korku hissedebilir , anne bebeği destekleyen bir tutum sergilemezse, bebek bu keşiften vazgeçebilir.

Yukarıdaki örnekler durumlar ve buna benzer çok sayıda davranış, düşünce, duygu bu süreci engelleyebilir. Ayrışma süreci engellenen bebek sembiyotik evrede takılıp kalır. Yaşamının sonraki yıllarında ilişkilerinde sembiyotik tutumları, istekleri, beklentileri devam eder.

Nedir bu sembiyotik istekler?

· Sen olmasan ben ölürüm

· Sen karar ver, senin kararın benim kararım

· Sen olmasan ben nefes alamam

· Her kararını destekliyorum

· Sen yanımda ol bana yeter

Bu cümleler sevgi cümlesi gibi gelebilir ancak devamı aşağıda

· Benim eşimse ben konuşmadan anlamalıydı

· Sana her şeyi söylemek mi gerekiyor, birazda sen anla

· Senin benden farklı düşündüğüne inanamıyorum

Çok sayıda örnek cümleyi zaten gün içinde duyuyorsunuzdur.

ilişkilerde 1 + 1 = 1 eder ve bu ilişkide farklılaşmak, kendi kendiliğini ortaya koymak, bağımsız bir birey olarak hareket etmek, farklı hobilere sahip olmak yasaktır, günahtır, suçtur.

Yazının devamı...

Psikoterapi ile yaşamınızda neleri değiştirebilirsiniz?

Hayata gözleriniz açtığınız anda 3 önemli unsur bu yolculukta kim olduğunuzu belirler.

1) Genetik yapınız

2) Çevreniz

3) Kader

Genetik yapınız sizin veya bir başkasının etkin müdahale edemediği, kısmen kontrol edebildiği bir mirastır. Örneğin şeker hastalığı alt yapısı ile doğduysanız erken müdahale ile bu hastalıktan daha az etkilenirsiniz ancak genetik yapınızdaki hastalık kodunu tümden değiştiremezsiniz.

Kader ise başımıza gelen beklenmedik olaylardır. Örneğin sayısal lotoda zengin olmanız, kırmızı ışıkta geçerken bir arabanın size çarpması gibi sizin kontrol edemediğiniz olaylardır.

Çevre psikoterapinin ilgilendiği ve hayatınızda sizin kim olduğunuza önemli derecede etki eden unsurdur. Çevre, dünyaya gözümüzü açtığımız anda annemiz ile başlar ve aile, okul, mahalle, akrabalar vb. devam eder. Psikoterapi bu ilişkiler ağında sizi etkileyen, gerçek kendiliğiniz yerine sahte kendilikler geliştirdiğiniz, kırılmalar yaşayıp kendinizi geri çektiğiniz veya savunmalar geliştirdiğiniz her şey psikoterapi konusu ve gündemidir. Psikoterapi 0-3 yaş preödipal evreden başlayarak sizi etkilemiş her unsurla ilgilenir. Bu evre şizoid, antisosyal, narsist, borderline kendilik örgütlenmeleri ile yaşama devam edersiniz. Tabi ki sağlıklı kendilik örgütlenmesi geliştirmiş de olabilirsiniz ama yapılan araştırmalarda bu sayı oldukça düşüktür. Preödipal evrede geliştirdiğiniz kendilik örgütlenmesi temel intrapsişik yapınızı oluşturur. İşte bu yapı ile çalışmak psikoterapinin ama konusudur.

İntrapsişenin oluşmasındaki ana unsur çocuğun bakım verenle olan ilişki biçimidir . Çocuk ile bakım veren arasında ki ilişki sonucunda çocukta gelişen kendilik bozuklukları seans odasında terapistin sağlıklı kendiliği ile danışanın kendiliği arasında gelişen ilişki ile danışanın kendiliği sağlıklı zemine taşınır. Bu bazen uzun süreler alsa da danışanın kendini var edebilmesinin en etkin yoludur.

Yazının devamı...

İşgal altındaki ruhlar

Kendinizi işgale uğramış hissettiniz mi?

Karşınızdaki kişinin sizi bastırdığını, kendiliğinizi ortaya koymanıza engel olduğunu, tüm bunlar karşısında çaresiz kaldığınızı hissettiğiniz oldu mu?

Bu durum sizde nasıl duygulara neden oldu?

Öfke, güvensizlik, özgüven eksiliği, kaçma hissi, ezilme.... Saydığımız bu duygular dışında daha birçok olumsuz duyguya neden olabilir. Duygular öznel olduğu için kişinin bilinçte ve bilinçdışında hissettiği duygular terapi sürecinde daha net açığa çıkacaktır. Böyle bir ilişki içerisinde olan danışanım görüşmelerimizin ilerleyen aşamalarında şunu söyledi, aynaya baksam kendimi göremeyecekmişim gibi hissediyorum.

Kendinizi böyle hissettiniz mi?

Bu durum benliğin yok oluşudur ve aynı zamanda aslında bir çıkış arayışıdır. Kendilik örgütlenmesi nitelikleri bakımından bu duruma neden olan farklı ilişki kombinasyonlarını gözlemleyebiliriz. Bu yazımda size teşhirci narsist ve gizli narsist örgütlenmelerin oluşturduğu ilişki türünden ve işgalden bahsetmek istiyorum.

Teşhirci narsistler çocukluğun 9-15 aylarında ebeveynleri tarafından sürekli normal olmayacak şekilde onaylanmış ve çocuğun nitelikleri gerçek dışı yüceltilmiştir. Çocuk bu dönemde sürekli onaylanan kişiliği ile memnun olduğu için ilerlemeye sağlayamamıştır. Yetişkinlik döneminde aynı şekilde sadece onaylandığı, övüldüğü ve hatta tapıldığı ilişkiler kurarak hayatlarını devam ettirirler.

Gizli Narsistler, çocukluklarının 9-12 aylarında ebeveynlerinin kendi niteliklerini övmelerini istedikleri bir çocukluk yaşamışlardır. Annenin yaptıklarını beğendiği zaman onaylanan ancak kendiliğini ortaya koyduğu zaman görülmeyen çocuklar gizli narsistlik kendiliğe sahip olurlar. Durumun daha net özeti kendiliğinden vazgeçip karşı tarafı överek, kendilerini iyi hissederler.

İki kendilik örgütlenmesi aslında tencere kapak misali hayat içinde birbirlerini bulur ve ilişki kurmaya başlarlar. İlişkinin ilerleyen aşamasında ise gizli narsistik birey bilinçdışında sürekli huzursuz, görülmeyen, koşulsuz sevilmeye ve hatta sevilmeye layık olmayan biri olarak kendini algıladığı için ilişkide sürekli işgal altında olduğunu hisseder. Bu hissiyat zamanla farklı sorunlara neden olur ve ilişkide taraflar gözünün üstünde kaşın var diyerek bile tartışabilirler. Özellikle aile danışmanlığında sıkça rastlanan bir durum ve sorun olarak irdelenmesi gerektiğini ayrıca belirtmek isterim.

Aile danışmanlığında karşımıza çıkan ilişkilerde genellikle erkekler teşhirci narsist ve kadınlar gizli narsist olarak karşımıza çıkmaktadır. Kendilik örgütlenmemiz kültürümüzden, çocuk yetiştirme modelimizden, eğitim ve ekonomik düzeyimizden bağımsız düşünülemez. Bu saydıklarımın tümünü görüşmelerde danışanlarıma (özellikle çiftlere) psikoeğitim kapsamında anlatmakta ve ilişkilerini nasıl etkilediğinden bahsetmekteyim. Sadece bu bilgilendirmeler bile ilişkilerinde ilerlemelerini sağlamaktadır.

Kıymetli okurlarımın ilişkilerine bir göz atması dileğiyle

Yazının devamı...

Sosyal Medya ve Empati

Jane Adams

İnsanoğlu fiziksel gelişimini tamamladıktan sonra dünyaya adımını atar.

Anneden ayrılan bebek, 36 ay boyunca psikolojik doğumun sancıları ile yaşamını devam ettirir. 36. ay ile oluşan kendilik örüntüsü her ne kadar esnek olsa da temel intrapsişik yapı, stabil bir nesne ile sağlıklı ilişki kurmadıkça değişmez. Stabil sağlıklı nesne ile kuracağımız ilişki hem sözel olarak hem de sağ beyinden sağ beyine sözsüz olarak ilerlemektedir.

Empati kelimesini birçok yerde duyarız. Kitaplarda, seminerlerde, dizilerde, şarkılarda vs… Empati bir başkasının ne hissedebileceğini hissedebilme yetimizdir. Empati yetimizin temeline bakacak olursak, bebeklik döneminde annesi ile iletişimsel örtüşmeyi deneyimlemeyen bir bebeğin empati yapabilme becerisi yeterince gelişmez. Bebek yetişkinlik döneminde empati kavramını bilişsel olarak bilse de duygusal olarak deneyimleyemeyecektir. İletişimsel örtüşme, anne ve bebek arasında kurulan sözlü olmayan iletişime denir. Bebeğin ağlamasının tonundan ne istediğini, ne hissettiğini annenin anlaması bu kavrama verilebilecek en temel örnektir. Bebeğin sözlü olmayan iletişim verilerini anne anlar ve karşılık verirse bebekle iletişimsel örtüşmeyi deneyimlemiş olacaktır. Bebek yetişkinlik dönemine geldiğinde karşısındaki insanın sözlü ve sözlü olmayan iletişim verilerini anlayıp empati kurabilecektir.

Teknolojinin gelişmesi ile birlikte ilişkilerdeki mesafenin azalmasının muhakkak ki olumlu tarafları vardır. Birbirini özleyen insanların hasretlerini giderebileceği bir platform olan sosyal medya gündelik yaşamı işgal etmeye başlayınca, sözsüz iletişimin sağladığı verileri bir bir kaybediyoruz. Emojilerle sözsüz iletişim ihtiyacını karşılamaya çalışan yeni bir nesil, iletişimsel örtüşme becerisini ne kadar geliştirebilir. Bununla da kalmayıp bu neslin dünyaya getireceği bebekleri düşününce empati yoksunluğunun nesilde nesile artacağını sanırım üzülerek izleyeceğiz.

Acıyı, sevgiyi, mutluluğu, şaşkınlığı emojilerle ifade eden; yüz yüze iletişimdense sosyal medya da iletişim kurmayı tercih eden insanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Bu kitlenin artması ile birlikte medyaya yansıyan haberlerin içeriği de değişmektir. Gün geçmiyor ki şiddet haberleri artmasın, taciz haberleri gelmesin. Bu durumun temel nedeni empati yoksunluğunun artmasıdır. Çünkü empati yoksunluğu yaşayan bireyler sadece karşısındakinin ne hissettiğini anlamamakla kalmayıp; karşındakine ne hissettirdiğine ve ne yaşattığına karşıda duyarsızlardır.

Tolstoy

Yazının devamı...

Sağlıklı Anne misiniz?

Kendilik örüntülerinin oluşmasında baş mimarlar kuşkusuz annelerdir. Annelerin psikolojik durumları, yeni filizlenen ve 3 yaşında çiçeklenecek olan çocuğun ruhsal yapısını doğrudan etkileyecektir. Annenin geçmişten getirdiği patolojileri, çocukların ruh hallerinin temel belirleyicileri olur.

Çocuklar doğumdan sonra kendilik nesnelerine ihtiyaç duyarlar. Çocuk kendisini bir başkası üzerinden değerlendirme, bir başkasının onayı, bir başkasının sevgisi ve ilgisi üzerinden tanır. Neyi doğru, neyi yanlış yaptığını, hayattaki sınırlarını yada yaşamın kendisi için ne anlam ifade ettiğini bir kendilik nesnesi üzerinden öğrenir. Heinz Kohut buna aynalama der ve bir bebeği ilk ve en önemli aynasının anne olduğunu, söyler. Çocukluk çağında annenin bebeğe yaklaşımı, onun kişiliğinin temellerini oluşturacaktır. Kişilik örüntülerinin temellerine inmek ve o dönemin şimdiye yansımasını görebilmek için anne ile çocuğun ilişki türüne ve annenin nasıl bir modelle annelik yaptığına bakmamız gerekir.

Şöyle bir örnekle durumu netleştirmek istiyorum. Çevresinde ki hiç kimsenin onu anlamadığını söyleyen bir danışanınız olduğunu düşünelim, bu danışanımızın annesi onu sürekli aynaladığı için erişkinlik hayatında da herkesin onu sürekli aynalamasını ister. Bu istek yerine gelmeyince narsistik bir kırılma yaşar ve çevresindeki insanları suçlayarak, onlardan uzaklaşır. Aynı danışanımızı farklı şekilde ele alalım; danışanımızı annesi aynalanmaktan yoksun bıraktığı için danışanımız erişkinlik hayatı boyunca içindeki o boşluğu doldurmak isteyecektir. Bu isteği, terapötik olmayan ilişkilerde karşılanamayacağı için danışanımız çevresinde ki hiç kimsenin onu anlamadığından şikayet edecektir.

Anlaşılamamak çok zor bir durum olduğu için ve ilişkilerinde yaşadığı bu sorunu alt edebilmek amacıyla eyleme vurma savunma mekanizması ile kendiliğinin bir parçası olmayan, birçok eylem gerçekleştirebilir. Madde bağımlılığı, alkol bağımlılığı, sağlıksız cinsel ilişkiler, patolojik kumar vb birçok istenmedik durumla karşı karşıya kalabilir. Danışmalarda bu gibi çok sayıda istenmedik alışkanlıkla karşı karşıya kalıyoruz. Danışmanlar ve terapistler genellikle istenmedik alışkanlıkları veya davranışları strese, depresyona bir tepki olarak ele alırlar. Danışanların yaşadığı stres ve depresif durumların yarattığı duyguları sakinleştirmek için uğraşırlar. Mevcut durumu sakinleştirmek tabi ki danışanlarımızın yaşam becerilerini bir süreliğine artıracaktır lakin temeldeki intrapsişik yapıya dokunamadığımız sürece kalıcı bir değişiklik yaratamayız. Bu nedenle danışmanlık sürecinde, aile eğitiminde, çocuk yetiştirmede annelik modelleri son derece önem arz etmektedir.

Sağlıklı Anne Modeli

İletişimsel örtüşme becerisi ile çocuğun ihtiyaçlarını anlayan; açlık, soğukluk, sıcaklık, dokunma, sevgi, şefkat, yakın olma vb ihtiyaçlarına empatik yanıtlar verebilen ve çocuğuna ilgisini, bakışıyla, duruşuyla, sevgisiyle, dokunuşu ile verebilen anne modelidir. İletişimin temeli sağ beyinden sağ beyine iletişimdir. Bu nedenle annenin beden dili de en az sözcükleri kadar önemlidir.

Kohut, çocukluk çağının ilk dönemlerinde çocukların primer narsistik bir yapıda olduklarını ve yaptıkları her şeyin görülmesini istediklerini söyler. Bu görülme tam olarak çocuk her ne yapıyorsa yapsın sürekli övülmek, sürekli sevilmek, sürekli onaylanmak ister. Görülme kavramını Kohut aynalanma olarak kuramının tam ortasına yerleştirmiştir. Sağlıklı anneler çocuğun bu aynalanma ihtiyacını en uygun şekilde karşılayan annelerdir.

Peki, aynalanma çocuğun yaptığı her şeyi onaylanmaktan mı geçer?

Aynalanma her ne kadar primer narsistik dönemdeki çocuğun ihtiyacı olsa da, çocuğun bir diğer önemli ihtiyacı optimal kırılmalar yaşayarak, sekonder narsistik yapıya geçmesini sağlamaktır. Sekonder narsistik yapı, sağlıklı narsisizmdir. Çocuğun erişkinlikte kendini önemsemesi, kendine güvenmesi için gerekli olan yapıya sekonder narsistik yapı denir. Optimal kırılmalar çocuğun gerçek dünya hakkında bilgi edinmesini sağlar. Çocuğun gerçek dünyada zihnindeki kadar yüce bir varlık olmadığını çocuğa gösterir. Sekonder narsist yapıya ulaşan çocuk kendini önemseyen, kendini değerli hisseden aynı zamanda sınırlarını bilen bir birey olarak yetişir. Optimal kırılmaya bir örnek verecek olursak, çocuğun başkalarının sınırına saygı duyması gerektiği konusunda uyarılması, çevresine zarar veremeyeceği konusunda uyarılması ,istediği her şeyi yapamayacağı konusunda annenin ve babanın geri dönütler vermesi vb. Çocuklar böyle bir durumda kırılma yaşayacaklar ancak bu geri dönütler, çocuğun kabul sınırları içinde tepkilerle yapılmalıdır.

Özetle; primer narsist bir yapıda olan çocuğun optimal kırılmalar yaşayarak sekonder narsit bir yapıya kavuşmasını sağlayan anne bunu aynalama ile yapar. Aşırı aynalanmış bir çocuk primer narsistik evrede takılı kalır ve hayatını narsistik kişilik olarak devam ettirir. Hiç aynalanmamış veya yetersiz aynalanmış bir çocuk ise hayatı boyunca bu aynalanmanın peşinden gider. Ancak içindeki boşluğu dolduramaz.

Mehmet Murat ALTAN

Psikolojik Danışman/ Oyun Terapisti

instagram: psikoterapi_

psikolojiportali06@gmail.com

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.