SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Pandemi döneminden bende kalan

Hepimizin hayatında önemli değişim zamanları olmuştur. Bu değişim zamanlarının bazıları bizi kalabalıklara bazıları yalnızlıklara bazıları yaz meltemlerine bazıları kış soğuklarına mahkûm etmiştir. Eninde sonunda kıymetli olan bu dönemlerden sonra yaptığımız hesaplaşma değil midir? Artılar eksiler, sonrasında atılacaklar, tutulacaklar, silkinecek anılar, tozu alınacak rutinler, hesap sorulacaklar, kucak açılacaklar… Kendimize yapılacak bu ziyarette çıkar hepsi ortaya. Kendimize dost veya düşman tavrımız içinde olmamızdan çok gözlemci, misafir gibi olmamız, sakinlikle ve itinayla geçirdiğimiz zorlu sürece bakmamız, gerekirse azıcık dağıtmamız, toparlanması gerekenleri sevgiyle kucaklamamız ve sonra yola koyulmamız…

Bu en değerli gelişim ve büyüme alanı fırsatıdır, paha biçilmez, tadından yenmez.

İşte pandemi süresi bu değişimlerin en plansızı, en spontanı, en alışılmadığı değil miydi?

Hepimiz kaleme kâğıda sarılsak, ortaya dünyanın en renkli ve ütopik senaryosu çıkmaz mı? Tadıyla tuzuyla, hasretiyle, umuduyla, karamsarlığıyla, öfkesiyle, endişesiyle, sessizliğiyle, kakofonisiyle, sabrıyla, aciliyle bir maskeli baloyu hangimiz önceden tahmin edebilirdik?

Eşsizliği onu eşsiz bir fırsata dönüştüren. Bu yüzden ben aldım kalemi kâğıdı yazıyorum, yaya yaya hesap çıkarıyorum, kendime tekrar tekrar soruyorum, üstünü çiziyorum, altını tekrar tekrar çiziyorum, yuvarlak içine alıyorum, kenar süsü yapıyorum. Biliyorum ki bu hesabı bir tek benim için ben yapabilirim. Bu yüzden kendime güveniyorum.

Kendime övgü kısmında, ilk başta sabrım var. Diyebilirsiniz ki sabretmeyip ne yapabilirdin. Hayır öyle değil, sarıldığım bir sabır bu, mecburi olandan değil, özenli ve düzenli bir sabır. Bana uzun süre gerekebileceğini bildiğim bir sabır, belki de usul usul ilmek ilmek örmeye daha önce başladığım bir sabır. Bilmediğiniz bir sona güvenmeyi seçtiniz mi hiç? İşte oradaki sabır, kibar olanı yani.

İkinci sırada, yaratıcılığım geliyor. Kendisini bir yerlere saklamış, sonra nereye sakladığını unutmuşum meğer. Çabuk buldum diyebilirim, belki o da bana kavuşmak istedi. Bir sarıldık, koklaştık ki sormayın. Sonra planlar yaptık ve hemen düğmeye bastık. Birlikte ürettik, videolar çektik, yazılar yazdık, araştırdık, evirdik, çevirdik, farklı söyledik, işe yarar hale getirdik. Çocuk merakımızı, ergen heyecanımızı ve olgunluk bilgeliğimizi davet ettik, cümbür cemaat giriştik. Çok gururlandık. Renkliydik, neşeliydik birlikte.

Üçüncü sırada güven duyguma güvenmek... Meğer pek rahatmış, güvenmek. Zorlandığımız her sürecin bir hayır getireceğine, hayatın bilgeliğine, doğanın öğretmenliğine, şifanın kolay yolu seçmeyeceğine, seçimlerimin her zaman akil olmayacağına ama sonunun geleceğine, yokuşların bir inişi olduğuna güvenmek. Yüksüz hayat olmayacağını biliyorsak güven duygusu bir ilaç.

Gelelim gelişim alanlarıma. İlki sınır koymak konusunda. Kendime sınır koymaktan bahsediyorum. Her söylenene atlamamak, her işi üstlenmemek, kendi enerji seviyemi unutmamak, sorumluluğum ile sorumsuzluğum arasına set çekmek, evde benden başka bireylerin de olduğunu ve sorumluluğu paylaşabileceğimizi hatırlamak. Meğer benim de sınırlarım olmalıymış ki sinirlerim düzgün olsun.

İkincisi, duygularımı seslendirmek. Her insan gibi, duygularımı sahneye daha çok davet etmek, başrol vermek, renklere büründürmek, griyse gri demek, kırmızı ise kırmızı demek, restleşmek değil netleşmek. Netliği etrafımdakilere aktarmak, beklentilerimi sıralamak, anlayışsa anlayış, şefkatse şefkat, akışsa akış istemek. Duygunun, akıl kadar yeri olduğunu hatırlamak, hatırlamak...

Üçüncü gelişim alanım basitleşmek. ‘Daha Az’ın iyiliğine inanmak, arınmak, ihtiyacım olmayan eşyayı, düşünceyi, arsızlığı, iştahı bilmek, farkına varmak. Basitin keyif verdiğini, kolay anlaşıldığını, kolay geldiğini, kolay gittiğini, estetik olduğunu, şeref verdiğini, sevilebileceğini unutmamak. Hayatın basit formülde daha huzurlu ve rahat aktığını, daha çok şey anlattığını, sesinin daha net duyurabildiğini bilerek devam etmek.

İster kalabalıklarda devam edelim ister yalnızlığımızla baş başa kalmayı yeğleyelim, ama önce şu hesabı bir çıkaralım. Sonra göz göze kalp kalbe gelelim, sonra yüzümüzü bir gülümseme kaplasın ve kendimizi tebrik edelim. İşte şimdi yeniden büyüdük, hem de bayağı boy attık.

Sibel Yücesan

SiZe Bütünsel Yaklaşım Kurucu Ortağı

Yazının devamı...

Nedir bu yeni normal?

Bilen varsa bir adım öne lütfen!

Her yerde aynı söylem…

Eski normal artık yok, yeni normale geçiyoruz…

Artık işler eskisi gibi olmayacak!

Oyunun kuralları değişiyor…

Yeni normale hazır mıyız?

Sanki 1 Haziran itibarıyla memlekette, kapılar açılıyor ve biz hiç görmediğimiz bir manzara ve kurguyla karşılaşıyoruz. Biraz ürkütücü değil mi? Zaten pek çok kişi için zorlayan bir süreçten geçildi. Şimdi bakıyorum, yeni normal tamlamaması da endişe ve korku yaratıyor. "Sokaklara geri dönebilir miyim?" diyen dostlarım var, "Temizliği asla bırakamam" diyen, "İş yerinde asansöre nasıl bineceğim?", "Restoranlarda nasıl yemek yiyebileceğim?" diyen...

Benim bakış açıma göre zaten yeni normal uzun süredir gündemimizde vardı. Dünya üzerinde bir süredir değişimin hızlı ve sık olduğu bir dönem yaşıyorduk. Neye, nasıl yetişeceğimizi bilmediğimiz, üstümüze gelen dev bilgi yığınlarının içinde kaybolduğumuzu hissettiğimiz, kariyerimizde pusulanın sürekli farklı bir yeri kuzey diye gösterdiği ve kafamızın karışık, enerjimizin değişken, ruhumuzun yorgun olduğu bir dönem. Eski normal nedir ki yeni normalden farklı olsun? Değişimin var olduğu ve değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu milattan önceden beri söylenmiyor mu? O zaman yarının dün gibi olması mümkün olabilir mi? İnsan bedenini, ruhunu duygularını zorlayan esas olay, değişimin sık ve hızlı olması. Yani dinlenecek, mola alacak vaktimizin kalmamış olması. Pandemi süresince evde kaldık ve belki bu molayı yarattık ancak eve kapanmak alıştığımız ev iş düzeninin başka bir şeye dönüşmesi hepimize aynı etkiyi yaratmadı.

Dün eskinin, yarın yeninin normali

İnsan her şeye uyum sağlayabilir yeter ki niyet etsin, istesin, sabır göstersin ve emek harcasın. Bu yüzden yeni eski yerine uzun süredir var olan ve kabul etmemiz gereken değişime uyum gösterme var.

Şimdi sorulacak güçlü sorularımız olmalı:

-Bu değişime uyum sağlamaya hazır mıyım? Niyetim ne?

-Zorunlu olarak yapacaklarım neler?

-Artık işe gitmem gerekiyorsa, neye ihtiyacım var?

-Kendimi ve çevremi nasıl hazırlamalıyım?

-Son iki aydır olan düzenimi neyle değiştirmem gerekiyor?

-Bu beni memnun edecek mi? Etmeyecekse planım ne?

Bu soruların cevaplarının hepimiz için farklı olacağı şüphesiz. Dün eskinin, yarın yeninin normali olmaya devam edecek. O zaman ihtiyacım olan, bu değişimlerde benim iyi olma halimi destekleyecek bir reçetemin olması. Zinde olayım ki benim için hayat sürsün, esen kalayım ki içinden geçtiğim süreç ne olursa olsun ayağa kalkacak, hayatı fark edecek enerjim olsun. Bu bağlamda dört ana parçamın bakımını yapayım:

Beden

Bedenimin farkında olmak, bedenle bağlantıda olmak, beden enerjimi sürdürmek çok değerli değil mi?

En değerlilerim, uykum, hareket kabiliyetim, bedenimi tarlam olsa nasıl beslediğim nasıl suladığım, doğayla etkileşimim, nefes almam dinlenmem olabilir mi?

Pandemi tehdidiyle bedenimizi korumaya özen göstermiş onu baş tacı yapmış olabiliriz, bundan sonra neye ihtiyacı varı hep durup bir sormak ve onun bakımını yapmak desteklemek, gelebilecek yeni dalgalar için onu hazırlamak çok önemli. Unutmayalım bedenimizin hafızası var ve bu hafızada olumlu olduğu kadar onu zorlamış olan hatıraları da var bu yüzden onunla bağlantıda olmak ve bize hissettirdiği ihtiyaçlarına kulak vermek çok değerli. Çok hızlanırsak bize "Yoruldum, biraz mola ver" demesi, iyi uyuyamazsak baş ağrısı ile ikaz etmesi, çok zorlarsak da kısa süreliğine de olsa yatağa mahkûm etmesi bu sinyallerden bazıları sadece.

Zihin

Zihnim bana lazım, zihin sağlığım nasıl? Düşüncelerimin farkında mıyım? Merak ve öğrenme heyecanı duyuyor muyum? Hafızam iyi mi? Odaklanabiliyor muyum? Zihnimin her türlü duruma adapte olması ancak içinde olan bitenin farkında olmamız ile mümkün. Yani düşüncelerimin farkında olmak, uçarı dikkatimin yolculuklarının farkında olmak ve hayatın gerçekten oluştuğu şimdiki zaman ve anlara odağımı tekrar davet edebilmek. Eğer aklımdan çoğunlukla gelecekle belirsizlikle, olası felaket senaryolarıyla ilgili düşünceler geçiyorsa bu zihin sağlığım için iyi değil. Zira endişe ve kaygıyı çok yükseltecek ve şimdi yapmam gerekenlere odaklanmamı engelleyecek ve beni zor duruma sokacak. Bu yüzden pratik etmem gereken zihnimin kontrol edebildiğim tek an olan şimdiki ana gelebilmesi. Şimdiki ana odaklanmak ile ilgili yapabileceğim pek çok pratik olsa da en değerlisi mindfulness. Bilerek, isteyerek, seçerek dikkati şimdiki ana getirmek ve bundan dolayı ortaya çıkan farkındalığın adı mindfulness. Konuyla ilgili bir sürü uygulama, kitap bulabilir ve herhangi bir yerinden başlayabilirsiniz.

Duygu

Duygularım mı bana sahip ben mi onlara? Bu dönem neler hissettim? Yeni normali duyunca duygularım nasıl değişiyor? Kaygı, üzüntü, öfke gibi beni zorlayan duygularım oldu mu? Onlarla başa çıkabildim mi? Sonuçları neler oldu? Duygu sağlığı için aslen dört ana adım var:

-Duyguyu tanımla: Şimdi sende hangi duygu var? Unutmayalım bütün duygular normal.

-Duyguyu yaşamaya izin ver: Seni zorlayan bir duygu da olsa, suçluluk duymadan duyguya seni görüyorum demek önemli.

-Duyguyu bedeninde nerede hissediyorsun, fark et!

-Duyguyla bütünleşme: Biz duygularımızdan ibaret değiliz. Ben kaygılı biriyim demek yerine şimdi kaygı duyuyorum demek.

Ruh

Bundan sonrası için hayat amacım, yapmak istediklerim net mi? Beni ben yapan değerlerimin farkında mıyım? Buna göre nelere hayatımda daha fazla yer vermek istiyorum? Sevgi, şefkat, nezaket benim için ne ifade ediyor? Topluma yararlı biri olmak adına neler yapabilirim? Etki alanımı nasıl genişletebilirim? Tüm bu soruların cevaplarını bulmak ve yola koyulmak beni ruhsal olarak zinde tutacaktır.

Kısaca, eski yeni yerine beni yolda tutacaklara sarılmalı ve onları sürdürmek adına çaba göstermeliyim. Yoksa kim bilebilir normalin tanımı nedir, nasıl değişir…

 

Sibel Yücesan

SiZe Bütünsel Yaklaşım Kurucu Ortağı

Yazının devamı...

Eski normalin hangi tarafı?

Evde kalmaktan ve her gün işe gidememekten ne tür dersler aldınız?

Ailenizin veya evcil hayvanlarınızın sürekli etrafınızda olmasından neler öğrendiniz?

Belki ailenizden, sevdiklerinizden uzakta kaldınız ve bu hiç kolay olmadı. Tüm bu süreç etrafınızı güllük gülistanlık yapmadı elbette, ancak önemli olan kendinizle ve hayatınızla ilgili yeni iç görüler edinip edinmediğiniz ve normale döndüğünüz de neleri aynı tutup, neleri değiştirmek isteyip istemediğiniz?

Şimdiki süreç biraz durmak ve düşünmek zamanı: Normalin hangi kısımlarına geri dönmek istiyorsunuz?

Ve "yeni normal"iniz nasıl olabilir?

Herkes normale dönmekten bahsederken, siz normalin hangi alanlarını özlüyorsunuz?

Geçenlerde gerçek kariyer insanı olan bir arkadaşım “Ben evimden çok uzaklaşmışım. Evdeki yaşantımı sanki başka birilerine delege etmişim. Oysa evim benim bütünümün önemli bir parçasıymış. Yeni normalimde evimden bu kadar uzakta kalmayacağım.” dedi.

Çoğunluğumuz için bu dönem gerçekten bizi biz yapan değerlerimizle tekrar bağlantıya geçme fırsatı yarattı. Neler hayatımızdan yok olursa, kendimizi kötü hissederiz, zorlanırız? Hangi değerler kök değerlerimiz yani yok olunca bizi derinden sarsar, hangilerini bilmeden kopyaladığımız trendler ışığında üstlendiğimiz değerler ve aslen onları zaten benimsememişiz. Mesela dürüstlük, adalet, sevgi bizim temel değerlerimiz olabilir ve bunları yok saymak bizi biz olmaktan çıkarmış ama hızlı hayat seyri içinde kendini fark ettirmemiş olabilir. Peşinden koştuğunuz, o süslü harflerle neon ışıklarında parlayan başarı kelimesi sizin için ne ifade ediyor? Prestij, estetik, rekabet, sürekli iyi ve sağlıklı olma, hedefler peşinde koşma gerçek değerleriniz mi olmuş yoksa içinde bulunduğumuz dönemin olmazsa olmaları diye size dayattırılmış mı? Bugün eğer çocuklarınız varsa veya olsaydı onlara da bu değerleri mi aşılamak isterdiniz yoksa kendini tanıma, özle bağlantı, şefkat, nezaket, iş birliği, kaliteli etkileşim, yardımlaşma, huzur gibi kulağa klasik gelen ama insanı insan yapan değerleri mi?

Bu soruların cevapları sizde saklı ama sormak çok faydalı. Hayat yolunda devam ederken, içinden geçtiğimiz koronavirüs salgını süreci gibi sürpriz, devasa etkisi olan zorluklarda gelişiyoruz, kendimize geliyoruz, sorguluyoruz ve öğrenerek çıkıyoruz. Evet kolay olmuyor zira hızlı ve öfkeli bir dünyada yaşarken oto pilot halimizden çıktık ve evet tünelin içinden geçerken etraf kararıyor ama süreç geçtiğinde elde neler kalmışa bakmak hep değerli ve önemli oluyor. Bu süreç bizi biraz durdurduysa, işte durmak bu işe yarıyor, olana bitene bakmaya ve bazı şeyleri değiştirmeye niyet etmeye ve eyleme geçmeye…

Danışanlarımdan biri seanslarımızdan birinde bu dönemden öğrendiklerinden bir tanesi için şunları söyledi: Evden çalışma hayatıma girdiğinden beri anladım ki, satın aldığım bir sürü şey mesela giysiler, ayakkabıların sayısı ne çokmuş, onları saklayacak o kadar çok dolaba ihtiyacım yokmuş, ihtiyacım olmayan eşyalara olan bağımlılığım da gereksizmiş ve en kısa sürede bunları doğru insanlara dağıtmaya karar verdim. İçinde bulunduğumuz dönemde sorgulamadan başarı, toplumsal kabul veya statü adına yaptıklarımızla yüzleşmemiz ne kadar iyi değil mi? İnsan mutluluk peşinde koşar ama bazen yolunu şaşırır, formülü yanlış anlar ancak ve ancak sarsılınca yeni yollar ve formüller araştırır ve aslen bazen bildiği ama unuttuğu eskinin reçete olduğunu hatırlar.

Zorlu dönemlerde sadece değerlerle bağlantı değil aslen hayat amacımız, gerçek kimliğimiz, hayata nasıl katkı sağlayacağımız olgularıyla da bağlantı kuruyoruz.

Ne yaparsak mutlu olacağız?

80 yaşında balkonda hafif bir meltem eserken, etrafımızda torunlar koşuştururken neleri yapmış olmak yüzümüzde gülümseme yaratacak?

Nelerden gurur duyacağız?

Hakkımızda neler söylenmesini isteriz?

Peki, bunları netleştirince, hayat koşuşturmacamızın gerçekten nasıl değişmesini isteriz?

Doğru istikamette miyiz?

Yüzümüzde gülümseme, ruhumuzda huzur var mı?

Zamanım yok diyerek ötelediğimiz, mazeretleri sıraladığımız çok şey olabiliyor. Mantığımızın kalbimizi arkada bıraktığı seçimlere doğru yönelmemiz gerekebiliyor. Büyük şehirde yaşamak, ekonomik refahı sağlamak, zorunlu kararları almamızı gerektiriyor.

Rutinleri sürdürmek daha önemli hale geliyor ama peki zamanım yok diye ertelediklerimiz kalbimizin gerçekleştirmek istedikleri olabilir mi?

Dans etmek, gönüllü işlerde yer almak, yemek yapmak, çocuklarla oynamak, aptalca şeylere gülmek için bilerek ve seçerek diğer işlerden feragat ederek zaman yaratmak olasılığı bizim için nasıl olurdu?

İşte tüm bu soruların cevaplarını içimizde bulmadan eski ezber normale dönmeyelim, acele etmeyelim, bu değerli zaman dilimini tekrar yakalamayı beklemeyelim ve bu fırsatın hakkını verelim, bizi biz yapanlara daha çok sarılalım, gösterelim, kendimizi gerçekleştirme yolunda emin adımlarla ilerleyelim ve yüzümüzde gülümseme, yüreğimizde huzur eksik olmasın.

Yazının devamı...

Kendine sosyal mesafe

Sosyal mesafelendirme hayatımıza girdi hem de ne kadar heybetli bir giriş. Ne zaman hayatımızdan çıkar bilinmez ama uzunca bir süre gündemimizde olacağına kesin gözüyle bakılıyor.

Sosyal mesafelendirme mi, mesafeli sosyallik mi? Sosyal mesafelendirmede vurgu mesafelendirme üzerine oysa mesafeli sosyallik de vurgu sosyallik üzerine. Sosyallik çevremizle, dostlarımızla, ailemizle, mahallemizle, iş arkadaşlarımızla bir arada olma ve paylaşma ihtiyacımızı karşılamak, sohbet etmek, dokunmak, sarılmak, birlikte dertleşmek ağlamak demek. Her birimiz için farklı derecelerde ama her zaman gerekli bir resilience metodu. Zorluklarla baş ederken diğer insanlarla bağlantılara gerek duyuyoruz gücümüzü ordan alıyor veya veriyoruz. Bu nedenle mesafeli olarak da olsa sosyalliği devam ettirmek dostları arkadaşları sevdiklerimizi aramak çok ama çok değerli bir reçete.

Şimdi derdim günde onlarca defa duyduğumuz odaklandığımız sosyal mesafelendirme ile kelime oyunu yapmak.

Günlerdir farklı online konuşmalara, uzman görüşlerine, TED Talks’lara giriyorum. Bu sabah Eat, Pray, Love kitabının yazarı Elizabeth Gilbert ile yapılan bir röportajı dinlerken “cesaret” kelimesini çok duydum. Gilbert, hayatta korkularımızın, endişe, kaygı, öfke gibi zorlayan duygularımızın üstüne cesaretle gitmek ve orada olan bitene bakmaya gönüllü olmaktan bahsediyordu ve içinde bulunduğumuz bu zamanların da bu kendimizle baş başa kalma ve duygularımıza bakma adına ideal bir fırsat sunduğunu belirtiyordu. Bunları duymak beni kendi cesaret hikayelerime geri götürdü diyebilirim. Korktuğum pek çok şeyi denemek ile ilgili bir merakım oldu benim hep. Sahne korkusu, karanlıkta yüzme korkusu, hiç bilmediğim bir konuda eğitime başlama korkusu bunlardan bazıları. Ve evet hep de korkuyu ilgiye meraka ve sonra sevgiye nasıl çeviririm diye bakmaya çalışanlardanım. Son beş senedir mindfulness pratikleri yapıyorum ve eğitmenliği ve koçluğu. Bildiğim bir şey var ki bütün o hazırlıklar işte bu zor günler için. Hiçbirimiz için hiçbir şey için geç değil, niyetimiz ve seçimlerimiz önemli. Eğer niyet edersek içinden geçtiğimiz bu süreçte, evde sıkılmak veya aşırı dolu olmak arasında bir yerlerde kendi öz bakımımızı yapmak adına vakit ayırabilir miyiz? Belli ki kendimize bakmak ve şarj etmeyi önemsemezsek, gücümüzü bulmak gündemimize bomba gibi düşebilir. Belki kısa süre sonra hem kendimize hem başkalarına daha fazla yardım etmemizi gerektiren durumlar oluşacak. O enerjiyi nerden bulacağız, bulsak nasıl sürdürebilir kılacağız?

Bu aşamada ortaya kendimizle sosyal mesafelendirme olgusunu atmak isterim. İnsan olarak pek çok farklı duygu durumu yaşıyoruz, zihnimizden binlerce düşünce geçiyor ve bedenimizde fizyolojik olarak pek çok his, semptom oluşuyor. Bunlar normal zamanda bile olumludan çok olumsuz iken böyle bir belirsizlik ve tehdit sürecinde iyiden iyiye iç karartabiliyor. Medya ve sosyal medya ile bulaşıcı hale gelebiliyor, büyüyor, derinleşiyor ve biz de içinde kaybolabiliyoruz. İşte bu kaybolma zamanlarında mindfulness kendimizle aramıza mesafe koymaktan, bir gözlemci moduna geçmekten bahsediyor. Kendi kendimize, “iki üç adım öteye git ve bana oradan bir bak, bende neler oluyor, tüm bu duygu ve hislerin bana bir mesajı var mı, ben ne yapmak istiyorum, neden böyle hissediyorum” gibi bir yaklaşımı öneriyor mindfulness. Bu günler bunun için çok iyi bir ortam sunuyor. Bunu yapabilmek kendimizi gözlemlemek için çok uzun saatlere ihtiyaç duymuyoruz, sadece buna niyet etmek, dikkati kendimize duygu, beden ve düşüncelere getirmek ve bundan çıkan farkındalık ile ne yapacağımıza karar vermek. Hatta karar bile vermeden sadece farkında olmak etiketlemek ve bunları park etmek. Bu farkındalığı bir şeye çevirmek istemek ise kabul etmekle başlıyor. Kendimizi duygularımızı ruh halimizi kabul etmek, yargılamadan, nazikçe ve arkadaşça bakabilmek görebilmek. Gözlerimizi içimize çevirmek için evet sessizliğe evet yalnız kalmaya gereksinimimiz var. Ve göreceklerimize biraz cesaret biraz merak duymaya da. Olanı olduğu gibi fark etmek ve sonra yola koyulmak.

Zor zamanlarda genelde bir ya da birkaç düşünceye saplanıp kalıyoruz. Hep aynı düşünce yapısı çevresinde dönüp durabiliyoruz, bu da tabi ki bizde olumsuz duyguları tetikliyor. Veya tam tersi, duyguların yarattığı olumsuz düşüncelerin çevresinde dolanıyoruz. Böyle zamanlarda aklımızdan çıkmayan düşünceleri tek tek ele alıp aşağıdaki soruları sormak yardımcı olacaktır:

- Bu düşünce doğru mu?

- Bu düşüncenin kesinlikle doğru olduğunu nerden biliyorum?

- Bu düşünceye inandığım zaman nasıl tepki veriyorum, bende neler oluyor?

- Bu düşünce olmadan ben nasıl biri olurdum? Hayatımda neler olurdu?

- Bu düşüncenin yerine hangi olumlu düşünceyi koyabilirim?

Mesela gelecek ile ilgili düşüncelerin gerçekleşeceğini aslen bugünden bilmiyoruz. Felaket senaryoları ne kadar geçerli olacak elimizde kanıt var mı? Oysa henüz olmamışları düşünmek nabzımı hızlandırıyor, başımı ağrıtıyor, ellerimi terletiyor olabilir. Bu gelecek düşüncelerinin yerine neleri koyulabilirim? Şimdi sağlıklı, iyi, dengede ve güvendeysem bu düşünceyi odağıma koyabilir miyim?

Kısaca sosyal mesafelendirmeyi olumlu bir birlikteliğe döndürsek de bu günlerden gelişerek öğrenerek çıksak ne dersiniz!

Sibel YÜCESAN

Yazının devamı...

İnsanız

İhtiyacımız Seçim, Paylaşım, Özşefkat

Gelecek ile ilgili hepimizin beklentileri var. Yeni bir iş, terfi, çocuk sahibi olma, ev alma, taşınma, mezun olma, okula başlama, tatile gitme, kitap yazma ve uzayıp gidecek bir liste. İçinden geçtiğimiz bu dönemde sevdiklerimize sarılma beklentimiz bile askıda. Tüm gelecek beklentilerimizi, olumlu olumsuz, bir dolaba astık ya da köşede bir yere sakladık. Şimdi deneyimlediğimiz zorlayan duygularımız var ve çoğumuz için bunlar ortak: belirsizlikten dolayı kaygı, endişe, hastalıktan korku, belki de bu zamanda olmasından dolayı öfke veya tanıdıklarımız hastalandıysa üzüntü. Bunlar bilmediğimiz duygular değil elbet yaşamımız boyunca defalarca bizi ziyaret ediyor, mesajlarını veriyor ve sonra öyle ya da böyle geçip gidiyorlar. Ancak belki de bu yüzyıl için ilk defa küresel olarak bu duyguları duyuyor ve baş etmeye çalışıyoruz. Dünya genelinde mevcut kaygıyı tartmaya kalksak acaba ne kadar eder? Korkuyu elimize cetveli alıp ölçsek acaba kaç km yol yapar?

Belli ki bu bir süreç devam edecek ve muhtemel bir süre sonra bitecek. Bu süreç sonunda biz nasıl olacağız? Bunu nasıl ve hangi deneyimlerle tamamlayacağız? Hastalığa yakalanmamız ve bedenimizin zorlanmasını bir kenara koyarsam, duygusal, ruhsal ve zihinsel olarak dağılacak mıyız yoksa bu süreci yönetebilecek miyiz? Bu belki de biraz seçimlerimize bağlı değil mi? Evet bu süreçte kontrol edemediğimiz, belirsiz olan çok şey var. Dış dünyadan aldığımız haberlere güvenerek ilerliyor, evde kalmaya özen göstererek gözle göremediğimiz virüsten korunmaya çalışıyoruz.

Aslen yaşamda her anda bir sürü şey oluyor hem olumlu hem olumsuz. Mesela diş doktorunun önünde koltukta dişimiz tedavi altındayken, içimizden geçen düşünce şu olabiliyor: bu diş ağrısı bir bitsin çok mutlu olacağım. Ya da bir sınava hazırlanırken, ah şu sınav bir geçsin hayat bana güzel olacak demek gibi. Oysa diş ağrısı geçiyor, sınav bitiyor ama biz yine mutsuz olma nedenlerimize odağımızı rahatlıkla çevirebiliyoruz. Bakmayı bildiğimizde her anda bizi mutlu veya mutsuz edebilecek pek çok seçenek var. Önemli olan bunları görebilmek. Şimdi diyebilirsiniz ki hadi canım nasıl yani Polyannacılık mı oynayacağız? Hayır söylediğim o değil. Sadece olumsuzları değil olumlu anları da fark etmek adına bakacağız hayata.

Böyle zor zamanlarda öncelikle seçici olabilir miyiz?

Mesela çoğumuz evdeyiz ve evden çalışıyoruz. O zaman günümüzü nasıl planladığımız konusunda seçimler yapabiliriz. Gün boyunca yapılacaklara sevdiğimiz bazı aktiviteleri ekleyebiliriz. Yeni bir şeylere başlamaya niyet edip bunlarla ilgili yapılacakları planlayabiliriz. Ben son dönemde mandala öğrendim onu yapıyorum, birikmiş kitaplarım vardı onları okumaya koyuldum. Ayrıcane izlediğimiz ne dinlediğimiz ne paylaştığımız konusunda seçici olabiliriz. Sürekli haber kanallarında gezinmek, sosyal medya paylaşımlarında kaybolmak ve kaygı seviyemizi artırmak yerine az ama güvenilir kaynaktan günde bir iki kez haber dinleyerek bilgi almak bu bilgiyle nasıl seçimler yapacağımıza da karar vermek elimizde. seçimlerimize dikkat edelim, kendimizi olayların akışına kaptırmayalım. Kontrol edebildiklerimize bakalım.

Tüm zor duygular normal. Bunlar insan olmanın temeli, merkezi. Bunları yok saymak, başkasının kaygısıyla korkusuyla karşılaştırmak ya da aşırı tepkiyle duyguları dışa vurmak bize faydalı şeyler olmayacaktır. Bu tür duygularımızı tamamen kontrol etmeye çalışmak yerine, tüm bunları duymanın normal olduğunu hatırlayalım. Duygularımızdan kaçmak değil, durup yüzleşmek ve bize verdikleri mesajları dinlemek önemli. Duygularımızı dışarı sağlıklı bir biçimde dökmenin farklı yolları olabilir mi? Sevdiklerimizle konuşmak, bunları yazmak, günlük tutmak, benzer duyguları yaşayanlarla destek gruplarına online katılmak gibi çok yaratıcı çözümlerimiz olabilir.

Zor zamanların en önemli ilacı: Özşefkat

Neden çünkü böyle zamanlarda dostlara ihtiyaç var ve özşefkat kendimize karşı nazik, sevgi dolu ve destekleyici olmanın adı.

Özşefkati kendimize nasıl gösterelim?

Kendimize karşı nazik olmak: Her sabah kendimize şu soruyu sorabilir miyiz? Bugün nasılsın? Neye ihtiyacın var? Ve sonra bir dinleyelim kendi iç sesimizi, gelen sese kulak verelim, farkedelim.

Hatırlayalım: insanlığın ortak teması- yalnız olmadığımızı, herkesin ortak benzer deneyime, kırılganlıklara sahip olduğunu, hayatın herkes için zor olduğunu hatırlamak da bize güç verecektir.

Ve mindfulness (şimdiki anda farkındalık) yani duygu düşünce ve beden farkındalığı bize çok iyi gelir. Zor durumun içinde kaybolmak duygunun bizi tutsak etmesi söz konusu olduğunda, mindfulness pratikleri ile kendimle arama biraz mesafe koyup dışardan kendime bakmak, duygumun düşüncemin farkına varmak, bedenimin zorlayıcı duygularından oluşan hislerini olduğu gibi yargılamadan fark etmek beni sarmalın içinden çekip çıkaracaktır.

İnsanın Anlam Arayışı kitabının yazarı Viktor Frankl’ın dediği gibi:

Başımıza gelen olayları seçemeyebiliriz ama bu olaylara nasıl tepki vereceğimizi seçme özgürlüğü her zaman elimizde.

Sibel YÜCESAN

SiZe Bütünsel Yaklaşım Danışmanlık Kurucu Ortağı

Yazının devamı...

Erteleme, seçim yap!

Geçen aylarda bir dergiden istenilen bir yazıyı ötelediğimi yakaladım. Yakaladım diyorum zira öyle güzel bahaneler üretiyordum ki, eyleme geçemememin nedeni ben değil yapılacak diğer işler, zamansızlık vesaire idi. Sonra bulanık sular berraklaştı ve kendi zihnimle yüzleştiğimde anladım ki; zamansızlık, diğer işler vs. hep bahane, yazının konusunu hiç içselleştirmemişim ve motivasyonum kayıp. O zaman dedim ki, çok özür diliyorum ama beni affedin, ben bunu yazamayacağım çünkü ertelemenin de yükü çok ağır. Normal şartlarda verdiğim sözü muhakkak tutan ve işleri zamanında yapmaya gayret gösteren biriyim ama bazen hayır.

Size de oluyor mu? Ertelediğiniz işler, görüşmeler, projeler, diyetler, egzersizler, seminerler, ödevler oluyor mu? Tabii ki dediğinizi duyar gibiyim. Hepimizin başına geliyor. Buradaki soru şu: Bunu ne sıklıkta yapıyorum? Mesela sürekli erteliyor muyum? Sürekli aynı şeyleri mi yoksa çok farklı olan bir sürü şeyi mi öteliyorum? Omuzumda bitirilmemiş işlerin yükünü hissediyor muyum? Yüküm gittikçe daha ağırlaşıyor mu? Ertelemeyi bir adet haline getirdiğim için çevremde sorumsuz güvenilmez gibi etiketlere maruz kalıyor muyum? Peki bu beni rahatsız ediyor mu?

Ertelemenin nedenleri neler peki?

İlgi alanı dışında mı? Yapılacak iş sizin hiç ilginizi çekmiyorsa erteleme eğilimi güçlü olabiliyor. Bunu kendimize itiraf etme cesaretini göstermek de zaman alıyor. Soru şu olmalı: gerçekten ilgimi çekiyor mu?

Mükemmeliyetçi misiniz? Aşırı mükemmeliyetçi insanlar, bir işi sonuçtan emin olarak en iyi şekilde yapamayacaklarını düşünürlerse, hiç başlamamayı tercih edebiliriler. Mesela mükemmeliyetçi birinin odası çok dağınık olabilir.

Motivasyon veya bilgi eksikliği var mı? Zaman gelir ki gerçekten, sakin kalmak, bir şey yapmamak, enerjinizi sadece çok değerli veya önemli işler için saklamak isteyebilirsiniz. Ya da o işi yapınca görünürde size yarayacak olumlu bir faydası yoktur. O zaman erteleme virüsü ortaya çıkar.

Kişiliğimin bir parçası mı? Yani çocukluktan beri ertelemeyi huy haline getirdim bunun da benim için önemli bir götürüsü olmadı ise, ertelemeyi sevimli bir tutum olarak benimsemiş olabilirim.

Kaygı ve korkularımız zihninize hükmediyorsa? Yapılacak işin sonucundan korkuyorsak, sözümüzü tutamama korkusu varsa bitirememe kaygısı yükselmişse, zamanı yönetemeyeceğimizden endişeli isek, birlikte iş yapacaklarımıza güvenmiyorsak erteleme olasılığımız artabilir.

Gerçekten üstümüze çok iş, yapabileceğimizden fazla proje almışsak? Bazen olur, işi en iyi biz yapıyoruz diye, bazen hayır diyemediğimiz, bazen sınır koyamadığımız için taşıyabileceğimizden fazla yükleniriz. Yapamıyoruz da diyemeyiz ve başlarız ertelemeye, ötelemeye, unutmaya.

Nedensiz erteleyenlerden misiniz? Aslında zaman var, motivasyon var, ilgi var ama olmuyor başlanmıyor. Bahaneler bahaneler! Dur bir kahve içeyim, iki dolanıp geleyim, yarın hava daha güzel, elektrikler kesildi.

Şimdi kritik soru şu: Böyle devam etmek ister misiniz? Yoksa ertelemek hoşunuza gitmiyor değiştirmek mi istiyorsunuz?

Eğer cevap değişimden yana ise o zaman neler bize yardımcı olabilir?

Öncelikle farkındalık ve yüzleşmek

Erteleme eğiliminize bir bakmak, “neleri, ne kadar, ne sıklıkta” ertelediğiniz sorusunu kendinize sormak.

Nedenlerini araştırmak

Erteleme sık yaptığınız bir şey ise, sizi durduran nedeni anlamak. Yukarıda saydığım veya daha başka nedenleri gözden geçirmek. Gerçek nedeni bulmak çözüme odaklanmak için çok önemlidir. Kandırdığımız ilk ve son kişi kendimiz… Bu yüzden gerçek nedenlerle yüzleşecek cesarete sahip olmalıyız.

Olası hatalar, kaygılar yerine, yapılacak işi bir deneyim fırsatı olarak görmek

Aman yapamazsam da sağlık olsun demek ve başlamak. Gerekirse o işi, küçük ama yutulabilir adımlara bölmek ve her adımı bitirdikten sonra diğerine geçmek. Hayatta hiçbir şeyin mükemmel olmadığını kabul etmek de iyi bir başlangıç olabilir.

Zaman planını açmak, gerçekçi bir zaman dilimine karar vermek

Alt başlıkları belirlemek ajandaya girmek, hatırlatıcılar koymak ve kendinize söz vermeye ne dersiniz?

Yardım istemek

Belki o işi tek başınıza yapmak istemiyorsunuz ve başka birinin desteği sizi harekete geçirecek olabilir. O zaman bir bilenden veya bir sevenden yardım istemek müthiş bir ivme kazandırabilir ve o işi bitirince pekişecek özgüven ile yenilerine başlayabilirsiniz.

Kaynakları iyi bilmek, dikkat çalıcıları yönetmek

Bugünlerde teknoloji hem zehir hem panzehir. Bir işi yapmada size destek olabilir veya sosyal medya, mesaj sesleri size köstek olabilir. Her iki tarafına da bakarak kaynakları akıllıca yönetmek mümkün…

Ödül koymak

En işe yaracak şeylerden biri de işin tamamlanması sonunda ulaşacağınız ödül olabilir. Mesela bir mola, bir parça çikolata, arkadaşlarla partilemek gibi havuçlar her zaman işe yarar.

Vazgeçmek ve kendinizi affetmek

Gerçekten ilginiz, sevginiz yoksa o işe karşı merakınız yoksa ve vazgeçme şansınız varsa, bu konuda dürüst ve cesur olarak tamamen vazgeçmek de bir seçim ve çözümdür. Kendimizi vazgeçtiğimiz için affedebiliriz. Neden olmasın? Bu iş de olmayıversin.

Erteleme konusunda ne yaptıysanız işe yaramıyor ve olay kronikleşmiş bir hal alıyor, sonuçları gerçekten sizi, kariyerinizi, başarılarınızı etkiliyorsa o zaman profesyonel yardım almanız ideal bir çözüm olacaktır.

Bakalım, şimdi hangi başlangıçlar sizi bekliyor?

Sibel YÜCESAN

SiZe Bütünsel Yaklaşım Danışmanlık Kurucu Ortağı

Yazının devamı...

Tükenmişlik sendromu nasıl anlaşılır?

Son dönemde çalışanlar dünyasında çokça duyduğumuz tükenmişlik kavramı nedir? Belirtileri var mı, reçetesi ne olabilir? Bu sorular aklınızı kurcalıyorsa biraz sahneye ışık tutalım.

Tükenmişlik sendromu iş yaşantısı gereği yoğun duygusal taleplere maruz kalan ve devamlı olarak insanlarla yüz yüze olan bireylerde görülen fiziksel bitkinlik, uzun süren yorgunluk, çaresizlik ve umutsuzluk duygularının, yapılan işe, hayata ve diğer insanlara karşı olumsuz tutumlarla yansıması ile oluşan bir durumun adı. Kısacası tükenmişlik iş hayatının ortaya çıkardığı bir olgu ve başımızı döndürerek hızla akıp giden yeni dünyada sıkça ortaya çıkabilen, çoğunlukla yavaş yavaş ve sinsice ilerleyen ve genelde belirtilerini göz ardı ettiğimiz de bizi derinden sarsabilecek olumsuz bir durumdur. Tükenmişlik, nemli ve karanlıkta büyüyen, toprağı yavaşça ele geçiren bir mantar gibi gizli ilerleyen sonra yayılmaya başlayan ve kabusa dönüşen bir sendromdur.

Nasıl anlayabilirim diye soruyorsanız?

Dinleniyorum ama hep yorgunum

Bedenin dinlenmesi ve yedi saat uyuması çok önemli olsa da zihin eğer dinlenemiyorsa yorgunluk kaçınılmaz olur. Gün içinde maruz kalınan stres seviyesi kortizol hormonunu tırmandırıyor ve bu hormon 12 saate kadar yukarıda seyredebiliyor, bu da uykunun kalitesini ve bedenin dinlenme halini derinden etkiliyor.

Odaklanma zorluğu

En fazla görülen stres semptomlarından biri odaklanamama. Okuduğunu defalarca okumak, karşı tarafı dinlememek, toplantılarda zihni sıklıkla farklı yerlere kaçmış bulmak bunun tipik örnekleri olabilir. Bunun temel sebebi fiziksel ve zihinsel olarak yorgun ve bitkin düşmek, merak ve ilginin azalmasıdır.

Aniden gelişen immün sistem hastalıkları

Ani başlayan hızlı ilerleyen immün sistemi hastalıklarının gündemimize oturması, doktor hastane gibi tıbbi yardıma ihtiyaç duymamız, daha da ileri giden vakalarda gözümüzü hastane açmamız da bedenin aşırı yorulduğunu, yükünüzü taşıyamadığını gösterir. Aslen beden ufak ufak sinyaller vermiştir ama siz yoğunluktan bu sinyalleri göz ardı etmiş olabilirsiniz.

Hayatın anlamını yitirmesi veya derin depresyon

Her sabah yataktan kalktığınızda, ben bu hayatta niye varım, amacım ne diye cevaplayamadığınız sorularınızın olması, bu ruh durumunun süreklilik arz etmesi ve sizi depresyona sürüklemesi de tükenmişlik durumunun göstergelerinden.

Kolay olan detayların bile gittikçe zor görünmesi

On dakikada hallettiğiniz işlerin uzaması, çok kolay hallettiğiniz bir iş anlaşmasının size zor görünmesi, tüm idari işlerin gereksiz yorucu detaylar olarak algılamaya başlamanız ve bunların sürekli olması ilk belirtiler olabilir.

Öfke ile tepki vermenin artması

En küçük olaylara kolayca sinirlenmek, öfkelenmek, olumsuz ve aşırı tepkisel olmak da muhakkak dikkate alınması gereken belirtiler. Örneğin kendinizi yazıcıyı beklerken, kağıtları buruşturuyor veya bir yerleri hafifçe tekmelerken buluyor musunuz?

Felaketleştirme eğiliminin artması ve kurban psikolojisine girmek

Olan biten her şeyi olumsuz, hayırsız görmek, “asla düzelmez” “bundan kurtulamayız” benzeri felaket senaryoları üretmek, kurban hissetmek, karamsarlığa kolay kapılmak, mesleki özgüveni yitirmek de yine popüler göstergeler arasında yer alır.

Yukarıda bahsi geçenlerin bir kısmı sizde varsa peki şimdi ne yapayım diyorsanız birkaç öneriyi burada paylaşmak istiyorum:

Sakinlik anları yaratmak, molalar vermek

Klişe gibi gelebilir ama zihni zaman zaman durdurmak, beş on dakikalık molalar almak, o molalarda bir şey yapmamak, meditatif bir zihin düzeyine geçmek, vakit bulduğunuzda meditasyon, mindfulness gibi pratikleri uygulamak tükenmişlik için çok geçerli bir reçetedir.

Bedene iyi bakmak

İyi beslenmek, uykulara önem vermek, ilave vitamin destekleri almak, açık havada yürüyüş yapmak, sık sık duş almak, yüzmek veya dans, yoga gibi bedene iyi gelecek aktiviteleri hayatınıza sokmak reçetenizde muhakkak olmalı.

Hayatı basitleştirmek

Hayatımızı zorlaştırıyoruz, alternatifleri çoğaltıyor, her şeye evet diyor sonra yetişememe duygusuyla sürünüyoruz. Hayatı basitleştirmeye nerden başlayabilirsek başlayalım. Mesela bazı şeylere hayır yapamam demeyi deneyelim, satın aldıklarımızı azaltalım, başkalarından destek isteyelim, olmayan yürümeyen şeyleri oldurmaya çalışmayalım. Durduralım, kaldıralım.

Sosyal ilişkilere önem vermek

Bu dönemlerin en önemli ilacı sevdiğimiz güvendiğimiz insanlarla vakit geçirmek, sorunları dertleri paylaşmak, gülmek ve mizah duygusunu hayatımıza taşımak olmalı. Ayrıca içinde olduğunuz durumu dostlarla paylaşmak, gerekirse “imdat “boğuluyorum” demek onlardan destek istemek, yardımcı olmalarını talep etmek de çok çok değerli.

Kendinize şefkatle yaklaşmak

Ve sorunlar ne olursa olsun, hayatınızdaki en önemli kişinin kendiniz olduğunuzu, yapabildiklerimiz veya yapamadıklarımızla bir bütün olarak insan olduğunuzu hatırlamak, her sabah kendinize “bugün nasılsın” “senin için ne yapabilirim”i sormak, olan halinize sevgi ve şefkatle yaklaşmak en güzel reçetelerden biridir.

Bazen labirentte olmak gibi bir duygu gelirse ve çıkış yolunu bulamıyorsak tükenmişlik sendromunun aşırı şekilde şiddetlenmiş ve ilerlemiş olduğunu düşünüyorsak vakit kaybetmeden tıp uzmanlarına, klinik psikologlara başvuralım.

Sibel YÜCESAN

SiZe Bütünsel Yaklaşım Danışmanlık Kurucu Ortağı

Yazının devamı...

İyi olma halimiz: Güven

Kişisel iyi olma halimizin pek çok bileşeni var; bedenimiz, duygularımız, zihnimiz, ruhumuz, finansal durumumuz, sosyal ilişkilerimiz, kariyerimiz ve içinde yaşadığımız çevre.

Bu kadar çok şeyin aynı anda iyi olması çok zor gibi dursa da, farkında olmadan çoğu zaman bunları kazana atıp, yoğuruyor, birinin tatsızlığını diğerinin tadıyla örtmeye çalışıyoruz. Zira esas amacımız, hayatla baş etmek.

Ama öyle bir esaslı duygu var ki eksildiğinde veya yok olduğunda kazandaki tüm tatlar yok oluyor, sorular sorgulara dönüşüyor, bu duygunun adı güven…

Güven aslen süslü püslü olmayan sade bir duygu. Doğru hava sıcaklığı, toprak cinsi, nem, biraz sevgi, ilgi, isteğe göre su ilavesi ile kolayca serpilecek bir bitki gibi güven. Ama bir o kadar da narin, çabuk solar gider koşullar değişirse…

İş hayatında patrona güven, sisteme güven, iş arkadaşlarına güven, partnerine güven, ailene güven, arkadaşlarına güven, devlete güven, komşuna güven, içinde yaşadığın büyük sisteme ve bu sistemde yer alan tüm paydaşlara güven…

Çevremde gözlemlediğim acabalarla başlayan güven sarsıntısı son dönemde ciddi depremlerle yerinden oynuyor. Neye, kime, nasıl sorularının cevaplarını dipsiz kuyularda arıyan bizleri uykusuz, güçsüz bırakabiliyor. Hayal kırıklıkları, ihanetler, mış gibiler, yalanlar, kandırmacalar, adil olamayanlar, sevgisizlikler, dost bildiklerimiz aslında bilemediklerimiz havada gırla uçuşuyor. Plazada, sokakta, metroda, kafede, manşetlerde karşımıza bir anda çıkıveren sevimsiz bir virüs gibi güvensizlik. Bir anda kafamızda kalbimizde tekrar tekrar beliren bu duyguya “Yok yahu! Pişt! Git işine! Yok ol çabuk!” diye kaş göz işareti yaparken bulabiliyoruz kendimizi.

Güvendiğin dağlara karlar mı yağdı sorusunun cevabı bugünlerde pek çoğumuz için evet. Oysa ne demiş büyüklerimiz: “Güvendiğiniz dağlara karlar yağdığında en güzel çare, dağ ile karı baş başa bırakmak”

Peki, o zaman ne yapmalı? Nerden tekrar başlamalı? Cevapları biliyor muyuz? Zorlu bir sınavda kopya çeken öğrenciler gibi cevabı bilenler diğerlerine fısıldayabilirler mi? Güven tekrar süzüle süzüle gelip gönlümüzdeki tahtına oturmak için bizden ne bekler? O olmazsa olmaz sıcaklığı, toprak cinsini, nemi, suyu tekrar biraraya getirebilir miyiz?

Gücümüzü tekrar güven duymaya yöneltebilir miyiz? Bunun ilk adımı kendimize güven duymak olabilir mi? Bir durup soluklanıp kapıyı tıklatıp içeriye merakla bakabilir miyiz? Duruşumuzu, bilgimizi, özümüzü, sevgimizi farkedip güveni inşa etmek için tuğlaları tek tek üstüste koyabilir miyiz? Aynanın karşısında kendimize olan güveni mahçupca itiraf etmek ilk ve önemli adım olabilir mi? Bir şirketin öz sermayesini tüketmesinin zararı gibi kendimize olan güvenin sarsılması bir o kadar tehlikeli değil mi? Kuşun güvenip de üstüne konduğu dal değil, kendi kanatları olmalı değil mi?

Şimdi muhtemel soru şu: “Eee tamam kendimize olan güveni inşa edelim ama dışarıda neler oluyor? O dağlarda karlar nasıl ve ne zaman eriyecek?”

Size bir teklifim var. Tekrar gözlemci olmaya, olana bitene, içine kendimizi koymadan dışarıdan bakmaya, güvenebileceğimiz şeylerin bir listesini yapmaya ne dersiniz? Herkese herşeye sonsuz güven yerine bugünlerde biraz seçici olmanın keyfini çıkarmak, güveni parçalara ayırmak, dikkatli kullanmak önce gözlemlemek, sonra listeye dahil etmek tekrar rezervleri doldurmak için bir yöntem olabilir mi?

Sizi bilmem ama ben bugünlerde kendi değerlerime, beni ben yapanlara, yaşadığım, sonuçlarına maruz kaldığım olayların bendeki etkisine meraklı bir çocuk gibi kocaman gözlerle tekrar bakıyorum. Göremediklerimi yeniden keşfediyorum. Kendi bilgeliğime daha çok güveniyor ve gerektiğinde içime soruyorum yani kısaca kopya çekiyorum. Buna göre hayatımda güven duyabileceğim limanların listesini yapıyorum, listem tabii ki zamanla genişleyecek ama şu sıra pek çok şeyi once bekleme listemde dinlendiriyor sonra asil listeye davet ediyorum. Bugünlerde benim izlemeyi seçtiğim bilge reçetem bu. Bilgelik koşullar ne olursa olsun hayatla uyum içinde olmayı ve güvenle yol almayı öğrenmek değil mi?

Ne demiş Paulo Coelho: “Tekne limanda güvendedir. Ama teknenin amacı bu değildir.”

Sibel YÜCESAN

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.