SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Narsistik Sapkın

Geçtiğimiz günlerde psikanaliz dünyasının önemli isimlerinden Salman Akhtar Türkiye' de idi. Hem İstanbul' da hem Ankara' da konferanslar verdi. Son derece verimli ve zengin bir deneyim oldu katılımcılar için. Akhtar, konferansın bir bölümünde ikili ilişkilerde veya her grubun içinde cereyan eden ”sapkın iletişim" diye isimlendirdiği bir durumdan da bahsetti. P.C. Morelli ve P. Couderc’ in buna verdikleri isim ise “narsistik sapkınlık”.

Çevrenizde böyle iletişim kurmaya çalışan kişiler olabilir ya da bir şekilde denk gelmişsiniz ya da yollarınız kesişmiştir. Yukarıda bahsettiğim yazarlar ikili ilişkilerde manipülatif iletişim tarzları olan kişilerin özelliklerini ve karşısındaki mağdurun düştüğü durumu geniş vaka örnekleri ve söyleşiler üzerinden anlatmaktadırlar.

Manipülasyon terimi yaygın anlamında, kendi iktidarını yerleştirme yönündeki az çok bilinçli bir hedefe yönelik olarak kişiler arasında uygulanan küçük entrikaları kapsar. Ancak bunlar “narsistik sapkınlık” biçimini aldığında önemli bir soruna dönüşür. Günümüzde daha sık rastlanan bir ilişki modeli olduğu ileri sürülmektedir.

Narsistik bir sapkın kimdir?

“Ters dönmüş, devrilmiş” anlamına gelen Latince perversus’ tan gelen “sapkın” terimine kötülük ve acımasızlık, hatta sapıklık -özellikle cinsel düzeyde- eklenir. Yakın zamana kadar sapkınlık sadece cinsel alanı kapsıyordu. “Sapkın” kelimesi yaygın adetlere, iyiliğe, ötekine karşı empatiye ters bir tutumu belirtir. Narsist sapkın bir ya da birden çok maske seçer, bunları ustalıkla kullanır. “Tersine dönme, devrilme” veçhesi narsistik sapkında temel önemdedir. Durumları tersine çevirir (maruz kalan kişi aniden suçlu olur), karşısındakinin varlığını bile kabul etmezken (daha doğrusu, öteki ancak sağladığı yarara , sömürülme, onu “besleme kapasitesine” bağlı olarak vardır) kendini sadık biri olarak gösterir, onu sevdiğine inandırırken hiçbir kalıcı duygu hissetmez, sözel olarak bir yönde kendini ifade ederken diğer yönde hareket eder, örneğin “seni seviyorum” der ama son derece kötü davranır, çünkü bu sözler onun için hiçbir anlama gelmemektedir; bunlar içi boş sözlerdir, kısacası herşey tersine dönmüştür.

Narsist sapkın karşısındaki kişiyi ihtiyaçlarını acilen doyuracak bir nesne gibi görür.

Kendi sorumlu olduğu şeyden "iletişim eksikliği" dolayı karşısındakini suçlar. Kendini ortaya koymaz ama muhatabını buna mecbur eder bunun sonucu da partnerin otomatik olarak hatalı olmasıdır. Bu duruşmalardan sonra tutanağı imzalar. Sonra da "Tamam burada keselim, benim işim var" diye sıyırtarak geri çekilir. Son bir tokat atma etkisi gösterir ve saldırıya uğrayan kişi ne tepki gösterecek zaman bulur ne de imkan. Karşısındaki çoktan çekip gitmiştir. Partner işittiği hakaretlerle başbaşa kalır.

Tartışma, manipüle eden için ayrıcalıklı bir alandır ve dolambaçlı, hatta bayağı yollardan sık sık bir tartşmayı teşvik eder. Öteki neye uğradığını bilemez ve kendini şiddetli bir atışmanın ortasında buluverir; oysa ne böyle bir şeye niyeti vardır ne de gelişini sezebilmiştir. Zaman içerisinde, bu tür kriz anlarının meydana geleceği kaygısı yoğunlaşır ve bunları yatıştıracak yollar bulmak yerine, ne pahasına olursa olsun kaçmaya çalışır. Bu onu giderek daha fazla uzlaşmaya, şiddetli tartışmalarla karşılaşmamak için tahammül etmeye yöneltir. Bu dayanıksızlığı hisseden manipülatör de "bundan yaralanır"; saldırılarını yineler ve yoğunluklarını arttırır, çünkü ötekinin itaatini asla yeterli bulmaz. Bu itaat hem ona gereklidir hem de öfkelendirir.

Şunu belirtmek lazım ki, bütün narsistik sapkınlar elbette manipülatördür, anacak bütün manipülatörler narsistik sapkın değildir. Manipülasyona sapkınlık katan şey manipülasyon tarzının kendisinden ziyade bunların uygulanma ritm ve yoğunluğu ile tekrarıdır.

Salman Akhtar, bu türden ilişki kuran kişilere “militan ümitsizlik” dendiğini de belirtmiş ve “hem militan, hem sadistik tavrı vardır” şeklinde ifade etmiştir. Sapkın konuşmaya dönüşen her durumun bozulması gerektiğini söylemiştir.

Eşinizle veya partnerinizle kendinizi boğuluyor mu hissediyorsunuz?

İma yollu veya dolaylı olarak sizi hiç durmadan eleştiriyor mu, sizin kendinize dair imgenizi yavaş yavaş değersizleştiriyor mu?

Onu mutlu etmeye çalışırken, kendinizi bir hiç olarak, işe yaramaz biri olarak mı görüyorsunuz?

Evde ve dışarda çok mu farklı davranıyor?

Her eleştiriye karşı hırçın mı, sorgulanmayı, büyük ya da küçük hatalarını kabul etmeyi beceremiyor mu?

Sizi her konuda ve bir hiç yüzünden sürekli suçluyor mu?

Ne yaparsanız yapın onu memnun edemeyeceğiniz duygusu içinde misiniz?

Hiç dostunuz yok mu ya da pek az mı var; sizi yavaş yavaş onlardan uzaklaştırdı mı?

Eğer böyleyse, ilişkinizin sapkın bir zeminde gelişiyor olması mümkündür.

Böyle ilişki yaşayan kişilerde depresyon, gelişim güçlüğü, bağımlılık ve intihar gibi yıkıcı sonuçlara yol açan durumlar oluşacağı sebebiyle farkındalık geliştirmek çok önem arzetmektedir. “Narsist Sapkın” ı tanımak ondan korunmanın en önemli koşuludur.

Kaynak:

Morelli, P.C., Couderc, P. (2014): İkili ilişkilerde Manipülasyon. çev. Işık Ergüden, İletişim Yayınları, İstanbul.

Yazının devamı...

Biliyorsunuz, nerede kök bağlarımıza -annemize, babamıza, bakıcımıza- yakın bir yer varsa oradayız

Bir insanı unutabilirsin,

Bir insanın sana neler yaptığını da unutabilirsin,

ama o insanın sana ne hissettirdiğini asla unutamazsın.

Sigmund Freud

Duygularımız mı bizi yönlendiririr yoksa düşüncelerimiz mi? Duyguların gücü nereden geliyor? Bariyerin altında bulunan bilinçdışı yapılanma gücünü düşüncelerden mi alıyor, duygulardan mı?

Yaşamdaki ilk duygusal travmamız, çocukluk çağımızda bakıcımız olan kişiler tarafından terk edildiğimiz düşüncesi yaşadığımızda oluşur. Terk depresyonu da denen bu dönemdeki duygularımız, sonraki yıllarda da yaşadığımız ilişkilere bağlı olarak bilinçdışımızdan yüzeye çıkabilir.

Kızmak, üzülmek, sevinmek, sevmek, nefret etmek, mutlu olmak, acımak, öfkelenmek, korkmak, utanmak, kıskanmak… Ayrıca zevk almak, haz duymak gibi sıralayacağımız duygular var. Peki bu duyguları kendimiz hissettiğimizde bunların ne kadar farkındayız? Duygularımızın adını koyabiliyor muyuz?

Biliyor musunuz “Aleksitimi” diye adlandırılan; “Duyguları tanıma ve ayırt etmede zorluk” olarak açıklanan aleksitimik kişilikler de var. Bu kişilerde “Psikosomatik bozukluk” gibi çeşitli psikolojik rahatsızlıklar görülebiliyor.

Bir insanın duygularının farkında olması ve doğru bir biçimde ifade edebilmesi çok önemli bir durum. Ancak o zaman insan insana ilişki kurmak mümkün. Ayrıca duygularımızı ifade yeteneğimiz varsa, birçok psikolojik rahatsızlıklar da bizden uzak olmakta.

Düşünce ve duyguların bütünlüğü aynı zamanda ruh ve beden bütünlüğü anlamına gelir. “Akıllı ol”, “Aklını kullan” diye öğüt verenler aynı zamanda “Sakın duygularına yenik düşme” de demek isterler. Oysa duygularımızın işe yaradığı ne çok durum da vardır. “Aklım böyle söylüyor ama duygularıma engel olamıyorum” diyen birisinin içinde bulunduğu durumu ancak 'eşekten düşen anlar'.

Beynimizin sol yarımküresi mantık ve akıldan, sağ yarımküresi ise duygulardan sorumlu ama iki küreyi birbirine bağlayan sinir lifleri, ikisi arasındaki ilişkiyi ve alışverişi sağlıyor. Böylece akıl ve duygu birbirinden bağımsız çalışmıyor.

“Duygusal zekası” daha iyi olan kişilerin hayatı ve ilişkilerini daha iyi yönetebildiğinden sözetmek de mümkün. Bazı insanların diğerlerinden, kendi duygularını tanımlamada, başkalarının duygularını tanımlamada ve duygusal konularda problem çözmede daha iyi olabileceğini ortaya koyan araştırmacılar, bu kişilerin iş yaşamında ve ilişkilerinde de daha başarılı olduklarını ileri sürmektedirler.

Mevlana’ nın “Akıl, aşk ve can bu üçü üçgendir, her derde deva her yaraya merhemdir” sözlerini de hatırladım şimdi…

Peki psikolojinin babası Freud’ un söylediği “insanın insana hissettirdiklerinin asla unutulmadığı” na dair ne söylenebilir? Böyle birşeyi anlatabilmek kelimelere sığar mı? Bunu okuyan hemen hemen herkesin Freud’ un bu düşüncesine hızlıca onay verdiğini düşünüyorum. Bir insanın size ilişkiniz sırasında, değerli mi değersiz mi hissettirdiği duygusunu unutabilir misiniz? O insanın hiç anlayamadığınız bir şekilde size iyi geldiği hissinin, ne kadar zaman geçerse geçsin silinmesi mümkün mü? Ya da tam tersi ne kadar kötü geldiği!

Duygularımız; zenginliğimiz, insanlığımız, dünyaya fırlatılışımızdaki ilk “Ben varım” çığlığımız… Ve biliyorsunuz, nerede kök bağlarımıza -annemize, babamıza, bakıcımıza- yakın bir yer varsa oradayız.

www.esduyum.com

Yazının devamı...

Boşanan çiftler; çocuğunuzun yarısı anne diğer yarısı babadır, birbirinizi kötülemeyin!

Evli ve çocuk sahibiysek yaşamımızda meydana gelebilecek her türlü değişiklik çocuklarımızı da etkiler. Boşanma söz konusu olduğunda bu durum, çocuklar için yaşayacakları en önemli travmalardan biri olabilir. Onlar sadece ana-babalarının boşanmalarına değil, aynı zamanda onlarda meydana gelen değişikliklere de uyum sağlamak zorundadır. Bu nedenle çocuklarımıza elimizden geldiğince yadımcı olmalıyız.

Araştırmalar iki farklı görüş öne sürerler; kimi araştırmalar çocukların ömür boyu yara aldığını öne sürerken, kimileri de çocukların ana-baba boşanmasından yararlanabileceği görüşünü savunur. Evliliğiniz kötü gitmeye başladığında ya da boşanmaya dair tehlike başgösterdiğinde çocuklar bunu hemen sezinlerler. Hatta yetişkinlerden daha fazla farkında olurlar.

Aslında çocuklar bu süreçte ailelerine destek bile olurlar. Çoğu zaman üzmemek için uslu olurlar. Ne kadar acı ve öfke yaşadıklarını belli etmezler, anne-babalarını mutlu etmeye çalışırlar. Anne-babalarını hırpalamamak için kendi uyum süreçlerini bir süre dondururlar. Ne zaman ana-babalar rahatlar, uyum sağlar ve güçlenirse dikkatli olmaları gerekir.

Çocuklar ana-babalarının toparlandığını sezinlediklerinde, artık tepki vermeye başlayabilirler. Ağlama, öfkelenme ve içindeki acıyı dışarı atma sırası ona gelmiştir ve şimdi “Sen beni anlamak zorundasın, buna ihtiyacım var!” demek istemektedirler.

Çocuklardaki en yaygın kanı “Tek başlarına kalacakları korkusu”dur. “Annem ve babam beni terk ediyor.” “Babam evden gidiyor, annem de gidecek mi?” “Ben tek başıma mı kalacağım?”

Çocuklarımıza verilmesi gereken açık mesaj şudur: Anne ve babalar birbirinden boşanabilirler, ama çocuklarından asla boşanmayacaklardır. Evlilik sona erebilir ama ana-babalık sonsuza dek sürer. Bu konuda sözleriniz ve hareketlerinizle vereceğiniz güvencenin çok büyük önemi vardır.

Boşanma sürecinde çocuklarınızda uyum gösterme davranışında artma olur ve size ana-babalık yapmaya çalışırlar, bazen bu durum yetişkinlerin işine gelir ve bunu teşvik ederler. Bu anlaşılır olmakla birlikte iyi bir fikir değildir. Kendi ihtiyaçlarınızı karşılamak için çocuklarınızı kullanmayınız. Çocuklarımızı ana-babalarına bakmak yerine kendileri olamlarını sağlamalı ve bağımsız olmaya teşvik etmeliyiz.

Çocuklar da anne-babalarının boşanmalarının ardından yalnızlık çekerler. Bu dönemde yeni aile düzeni içerisinde bir yerleri olduğunu, sevildiklerini ve önemli olduklarını bilmelerine yardımcı olunmalıdır.

Şurası çok önemli bir gerçektir: Anne-babanın öncelikle kendilerini yeniden toparlamaları gerekir ki, daha sonra çocuklarına etkin bir biçimde yardımcı olabilsinler. Bu yüzden kendi toparlanma sürecinize eğilip, çocukların sizden beklediği sıcak ve destek verici anne/baba davranışını göstermelisiniz.

Çocuklar evi terk etmeye karar veren tarafa (anne/babaya) karşı büyük öfke duyarlar. İlişkinin bitmiş olma suçunu onun üzerine atarlar. Ana-babalar çocuklarının farklı yollardan da olsa ilişkinin yolunda gitmemiş olmasının, her iki tarafın da eşit hataları olduğunun farkına varmalarını sağlamalıdırlar.

Çocuklar kendilerini yürümeyen evliliğin bir nedeni olarak görebildiklerinden, bundan dolayı suçluluk duyarlar. Çocuklara boşanmanın tamamen yetişkinleri ilgilendiren bir sorun olduğunu anlatmak gerekir. Ana-babalar, ayrıldıktan sonra da çocuklarıyla anlamlı bir ilişki sürdürebilirlerse, çocuklara bu duygularıyla başa çıkma şansı tanımış olurlar.

Çocuklarınıza birbirinizi kötülemeyin çünkü; çocuğunuzun yarısı anne, diğer yarısı babadır. Birbirinizi kötülediğinizde çocuğunuzu kötülemiş oluyorsunuz.

Çocuklar sandığınızdan daha güçlüdür ve kendileriyle doğrudan iletişim kurulacak olduğunda sunulan gerçekleri kaldırabilirler. Yaşadığınız gerçekleri çocukla paylaşmazsanız size olan güveni sarsılır. Çünkü, çok küçük olanlar dışında diğer çocuklar olan biteni çoktan sezmiş olurlar.

Tüm çocuklar aynı olmadıkları gibi, gereksinimleri de farklıdır. Her çocuk ayrı bir bireydir. Gereksinimleri cinsiyetlerine, kültürel birikimlerine, geniş bir aileye, dostlara ve fiziksel çevreye sahip olup olmadıklarına, kendi ana-babalarının evliliklerinin çözülme biçimine ve kişisel özelliklerine bağlıdır. Bu nedenle onların bireyselliklerine saygı göstermelisiniz.

Çocukların uyum yetenekleri yetişkinlerden daha iyidir. Yeniden toparlanma sürecinden sizinle birlikte geçerek büyürler.Lütfen çocuklarınızı bu süreçten geçerken destekleyin ve yüreklendirin!

Unutmayın iyi bir boşanma kötü bir evlilikten daha iyidir.

Uzman Psikolog, Psikoterapist Ruşen Nur Arıkan

www.esduyum.com

https://www.facebook.com/rusennur.arikan

Yazının devamı...

Erkeğin aşık olma kaygısı

Ünlü psikanalist Rollo May, kadın-erkek ilişkisi için "Tuhaf nedenlerle en çok önem taşıyan

şeyleri paylaşmakta utangacız. Böylece insanlar kendilerini, bir ilişkide daha tehlikeli

ve zedelenebilir kılacak fantezilerini, umutlarını, korkularını ve arzularını

paylaşmaktansa, bedenlerini paylaşıyorlar, hemen yatağa atlayıp kısa-devre yapıyorlar."

diyor.

Bağlanma kaygısı hem kadınlarda hem erkeklerde görülebilir. Yapılan araştırmalarda ilişki

yaşamak konusunda kaygı ve kararsızlık erkeklerde daha fazla görülmekte. Yani ait olma,

yakınlık, sıcaklık kurmaya engel olan bağlanma kaygıları kendisini; sürekli yaklaşma-kaçınma,

kararsızlık, ne istediğini bilmemek, güvensizlik şeklinde gösterir.

Bağlanma kaygısı olan bir erkek, ilişkisinde yakınlaşma başladığında sıklıkla birlikte olduğu

kadını; beklenmedik bir zamanda randevuya gelmeme, ortadan kaybolma, telefonlara cevap vermeme, soğuk davranma, öfke ve aldatma gibi davranışlara maruz bırakabilir.

Genellikle yaşamlarının önemli bir bölümünde kısa süreli ilişki yaşayan, daha çok fiziksel

beraberlikleri olmuş erkek danışanlarımın, bir gün 'aşk' a düştüklerinde, sudan çıkmış

balık gibi ne yapacaklarını şaşırdıklarını, nasıl davranacaklarını bilemediklerini,

endişeye kapıldıklarını, kaybetme korkusunu çok yoğun yaşadıklarını görüyorum.

Birini tanımaya yakın durdukça, karşınıza çıkacak olan yeni durumdan hem heyecan, hem kaygı

duymak anlaşılır birşeydir ancak kendimizi bir ilişkiye bıraktığımızda, kırılmaların olabileceği riskini

göze aldığımızda, bu kırılmaları açık bir biçimde karşılıklı dile getirip, yüzleşebildiğimizde kendimiz ve

ilişkimiz için bir adım ötesi olur ve gerçek anlamda bir yakınlık oluşur.

Sadece bedensel bir yakınlığın arkasından gelen duygu, boşluğun sesidir. Birbirini

tanımayan iki kişinin sevişme sonrası yaşadığı yabancılaşma bu nedenledir.

Erkek danışanlarım, duygusal ilişkilerinde daha önce hiç tatmadıkları coşkuyu, huzuru,

adanma isteğini, birine birşeyler vermenin hazzını ve nasıl değiştiklerini anlattıklarında

benim de gözlerimin içi parlıyor... Neden mi? Kendileri için çok iyi birşey yaptıklarını

düşündüğümden!

Artık bundan etkilenmeksizin çıkamayacaklarını biliyorum, bundan sonra hep bu tadı

arayacaklarını biliyorum, artık o kadar korkmadıklarını ve birini sevmeye ve birilerinin

onu sevmesine izin verdiklerini biliyorum ve cesaret gösterdiklerini biliyorum.

Üzülüp, kırılabilme riskine karşı cesaret gösterebilme...

Arka arkaya yaşadığı kısa süreli veya tek gecelik ilişkilerin arkasından bir erkek

danışanım "O kadar hızlı yaşıyordum ki, hemen hemen herşeyi denedim ama giderek daha

mutsuz oluyordum, hatta bir ara panik atak yaşadım. Hiçbir şey zevk vermemeye başladı,

herşeyin ....nu çıkartmıştım." diyerek anlattığı durum, yukarıda bahsettiğim "yakınlık"

ihtiyacının öneminin özeti gibi.

Tabii ki bu türde yaşanan bir ilişki de yani paylaşımların yoğun olduğu, sürekliliği olan,

sevdiğiniz ve alıştığınız, değer verdiğiniz kişi ile olan ilişki devam etmeyip birgün

bitebiliyor. İşte ne olursa ondan sonra oluyor. İşinde başarılı, daha önce kendi doğrularına göre yaşayan ve hayatını devam ettiren erkek danışanlarımın; ciddi bir sarsıntı geçirdiğini, alkol kullanımını artırdığını, iş veriminin düştüğünü, uykusuzluk ve 'yaygın kaygı bozukluğu' gibi bazı psikolojik sorunlar yaşadığını görmekteyim.

Kayıp duygusunu çok ağır yaşadıklarını gözlemliyorum. "Bir daha böyle bir ilişki

yaşayabilecek miyim?", "Yalnız kalmak istemiyorum." "Çok acı çekiyorum, bir daha buna

izin vermeyeceğim." düşünceleri kendilerini esir alıyor.

Aslında kayıp duygusunu bu kadar şiddetli yaşamalarının nedeni, daha önceleri bir savunma

durumu olarak duygusal ilişkileri aşağılamaları ve bundan kaçınmaları. Eğer olması gereken

zamanlarda ilişkilerde derinleşmeye izin verseler, risk alabilseler, yüzleşmekten

kaçmasalar, bu kadar hazırlıksız yakalanmayacaklar. Ayrılık olacaksa yine üzülüp, yine yas

tutacaklar ama bunu normal sürecinde yaşayıp atlatacaklar.

Sonuç olarak, bu süreci sıkıntılı geçiren danışanlarım ile birlikte süreci; kendisini

anlama, bundan sonraki ilişkilerinde yeni bir anlayış kazanma ve güçlenme hedefine yönelik

olarak çalışıyoruz.

Afyon etkisi yaratan yaşantılardan uzaklaşıp, yaşadığınızı hissetmeye doğru giden yolun

önemli duraklarından birisi olan bu dönemler, inanın çok kıymetli.

rusennur@hotmail.com

www.esduyum.com

Yazının devamı...

Boşluk depresyonu

Gabriel Garcia Marquez, ünlü Güney Amerika' lı yazarı en çok 'Yüzyıllık yalnızlık' kitabından bilirsiniz. Marquez' in ölmeden önce yakınlarına, dostlarına yazdığı bir 'veda mektubu' var, okumadıysanız lütfen okuyun. Fantastik kurgunun da önemli temsilcilerinden olan yazarın, ölüme giderken 'keşke' lerini okuyunca durup tekrar tekrar düşünüyorsunuz; "İyi de nereye koşuyoruz?" diye. Marquez "Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım." diyor. Sizin de 'Hayatın sizin için anlamı' konusunda kimi zaman düşündüğünüz olmuyor mu?

Günümüz toplumunda profesyonellere başvurma nedenleri arasında; 'Boşluk depresyonu' diye tanımlayacağımız anlam yoksunluğu sorunu oldukça fazladır. Hızlı iş temposu, rekabet ortamı, başarıya endeksli bir hayat kişinin kendi ihtiyacı olan şeyin ne olduğu sorusunun çoğu zaman karşılığı olmamaktadır.

Mutsuzluk, hayatı anlamlandıramama, yaptığı işlerden ve katıldığı ortamlardan zevk almama, sanki sürüklenircesine geçen bir hayat yani 'Anlam yoksunluğu' en önemli varoluş sorunlarından biridir.

Victor E. Frankl; "Kişi hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendini de o kadar çok gerçekleştirir." demiş. Kimdir Victor E. Frankl? 1943-1946 yılları arasında Hitler Almanya' sında Auschwitz ve Dachau ölüm kamplarına eşi, annesi, babası ve kızkardeşi ile birlikte tutuklanarak gönderilen bir nöropsikiyatrist. Kızkardeşi dışında bütün aile üyeleri gaz odasında öldürülen Frankl, toplama kampından sağ olarak çıkmayı başarmıştır.

Buradan yola çıkarak; insanın en kötü şartlara bile dayanabileceğini ve bunun için mücadele etme gücünü acının karşısında durabilme, bunu bir deneyim olarak düşünme ve trajediyi zafere dönüştürme, hedef belirleme ve bu amaca yönelik sorumluluk alma gibi konular üzerinde çalışıp 'Logoterapi' yani 'Anlam terapisi' adını verdiği tedavi yöntemini geliştirmiştir. Tüm dünyada kabul gören bu yöntemle, hastaların kendisi için hayatın anlamını oluşturmadan, iyileşmenin mümkün olmayacağını vurgulamaktadır.

Özetlersek Frankl; toplama kampında kaldığı hergün gaz odasına gitme ihtimaline rağmen onu ayakta tutan şeyin; inanç, acının da bir anlamı olduğu düşüncesi, umit etmeye değer şeyler olduğu sürece yaşama enerjisinin bitmeyeceği ve tünelin sonunda ışığı görenlerin her türlü zorluğun üstesinden gelebileceği duygusunun yaşamın en temel gerçeği olduğunu anlatmaya çalışmıştır.

Bugünün dünyasında insanların yalnızlık, anlamsızlık duygusundan müzdarip olduğu ve sorunun nereden kaynaklandığını anlamaya çalışanların yardım almak için başvurduklarında, 'hayatlarındaki anlam kaynakları' nın ne olduğu sorusunun cevabını aramak lazım.

Bir ilişkiye adanmadan, bir üretim ilişkisi olmadan, toplumsal ya da bireysel anlamda insanlık ve dünya için birtakım projelerin içinde bulunmadan hayatın anlamını bulmak mümkün değil. 'Sevgi' yi en önemli kurtarıcı olarak gören Frankl; "Anlamın içsel birşey olduğunu ve insanın anlamı yaratabileceğini ve bu anlam onun hayatını sürdürmesi için bir neden oluşturur." demektedir.

Birine bağlanma, derin ve anlamlı bir ilişki en önemli anlam kaynaklarımızdandır. 'Bağ kurabilme' çok önemli bir sağlıklılık göstergesidir. İhtiyacımız olan şey ilişkidir ve sevdiğimize veya sevdiklerimize olan bağlılığımız yaşamın içinde bizi korur, iyileştirir.

Gelin hayatınıza anlam katacak şeyler konusunda farkındalığınızı ve kapasitenizi geliştirin. Herşey geçici, sağlam bir ilişkiniz ve dostluklarınız varsa onlar gerçek ve kalıcı. Uğruna yaşanmaya değer şeylerimiz için bu dünya anlamlı ve güzel...

rusennur@hotmail.com

www.esduyum.com

Yazının devamı...

Spor zarafet ve gücü birleştirir

Geçtiğimiz günlerde, spora önem veren anneler tarafından başlatılan ve bir sivil toplum hareketi olan "Olimpik Anneler Projesi" hayata geçirildi. Konu, sporun insanın ruh ve beden sağlığına olan iyileştirici etkisi sebebiyle oldukça önemli ve desteklenmesi gereken bir hareket.

Sporun çocuğun hayatındaki olumlu katkıları bizzat kendi çocuğumla olan yolculuğumda birebir deneyimlediğim bir durum. Çocuk büyüten her anne-baba bilir; çocuğun kendi doğasının getirdiği özelliklerin yanında bizim onların hayatına katmaya çalıştığımız şeyler konusunda çocuk kendisinin de keyif aldığı, heyecanlandığı ve yeteneklerini ortaya çıkaracak aktivitelerin içinde kalır. Bunların dışında ne kadar zorlarsak zorlayalım çocuk sevmemişse iflah olmaz bir biçimde hoşnutsuzluğunu belli edecektir. İster mızmızlanarak, ister sabahları kalkmak istemeyerek veya gitse de mevcut aktivitenin içinde ağırdan alıp, verilen yönergeleri yerine getirmeyerek.

Ancak çocuklarını çeşitli hobi ve aktivitelerle tanıştırma sorumluluğu taşıyan ebeveynler bilirler ki veya göreceklerdir ki mevcut spor dallarından birisinin kendi çocuklarının yakın duracağı bir dal olma ihtimali çok yüksektir. Çocuğun esnek, hareketli ve oyuncu doğası spor oyunlarına çok uygundur.

Burada önemli olan çocuğa spor alışkanlığı kazandırmaktır. Her çocuk şampiyon olacak diye bir zorunluluk sözkonusu değil. Çocukların fiziksel, bilişsel ve duygusal gelişimlerine yardımcı olan spor faaliyetlerinin sonraki yıllarda bireylerin kendi bedenleri üzerinde daha iyi kontrol kurabilen, düşünce ve duygularını daha iyi yönetebilen, lider özellikleri gösterebilen, daha özgüvenli, takım çalışmasına yatkın, risk alabilen, kazanmayı ve kaybetmeyi hayatın içinde de deneyimlenen bir durum olarak görebilen, kendi kendini motive edebilen, disiplinli bireyler olma konusunda önemli katkıları olduğu bilinmektedir.

Araştırmalar, spor yapan gençlerin şiddete daha az başvurduklarını, daha hoşgörülü olduklarını, arkadaşlık ilişkilerini daha iyi kurabildiklerini ve insan ilişkilerinde daha başarılı olduklarını gösteriyor. Ayrıca ergeni sigara ve madde bağımlılığından da koruyor.

Sporun bir diğer önemi ise, zihinsel ve duygusal zorlukları olan çocukların gelişimlerine olumlu katkılar sağladığı araştırmacılar tarafından bulgulanmış olması. Sosyal katılım becerileri, öfke, paylaşım, başkalarıyla etkileşim gibi konularda sporun önemli katkıları olduğu izlenmiştir.

Ben uzun yıllar spor yapmış olduğu için kendi çocuğuma spor ile ilgili ne düşündüğünü sorduğumda; "Eğlenceli, bana hep oyunda olduğum duygusu veren, disiplini öğreten, bedenimi sevmemi sağlayan, iyi arkadaşlıklar kurduğum, akıllı riskler almayı öğrendiğim, zihnimi açan, strateji geliştirme konusunda çok şey öğrendiğim, kendimi hep dinamik hissetiğim gibi şeyler..." diye yanıtladı. Ne dersiniz, tüm bunlar çok çekici değil mi?

Yaşları uyanlar bilir, televizyonun siyah beyaz olduğu dönemlerde sosyalist ülkelerin sporcularını büyük bir zevkle izlerdik. Olimpiyatları izlemeyi asla kaçırmazdık. Jimnastik şampiyonu Nadia Comaneci ya da Paten şampiyonu Katarina Witt' i nasıl unuturuz! Bu efsane isimler, küçük yaşlarda spor alışkanlığı kazandırmanın önemini bilerek bunu çok iyi bir şekilde uygulayan sosyalist ülkelerde yetişen sporculardır. Bu ülke insanlarının çoğunda sonraki yıllarda sporun yaşamın bir parçası olarak devam ettiği bilinmektedir.

Bu sebep ile çocukluk döneminden başlayarak çocuklarımıza uygun spor faaliyetleri kazandırma çalışmalarının bilinç düzeyi arttırılarak ve örgütlü bir şekilde hayata geçirilmesi büyük önem taşımaktadır. "Olimpik Anneler Projesi" çocuklarımız için en faydalı sivil toplum hareketlerinden biri olarak yürekten desteklenmesi gereken bir oluşumdur. Başarılı olmasını diliyorum.

Yazının devamı...

Çiftlerin sevişirken birbirlerine teslimiyeti, cinsel olgunlaşmanın en önemli göstergesidir.

Cinselliğe dair inanç ve tutumlar, son yıllarda kadınlar lehine büyük değişikliğe uğrasa da, profesyonellere yapılan başvurularda cinsel yaşamı olumsuz yönde etkileyen inanç, görüş ve değer yargılarının, hala sayısı azımsanmayacak derecede çiftin, cinsel yaşamında problemler yaşamalarına neden olmaktadır.

Eskiye oranla günümüzde kadın da, en az erkek kadar; cinsellikten zevk almak istediğini erkeğe belli etmeye, cinsel baskılardan kurtulmaya, sorunlarını kavramaya ve bu konuda kendini geliştirmeye çalışmaktadır ancak, bazen eğitim düzeyi oldukça iyi, modern görünen kentli kadının bile cinsellik konusunda önemli güçlükleri olduğu görülmektedir.

Bu durum çoğu kadında, ilk cinsel birleşme deneyimi esnasında ortaya çıkan "vaginusmus" adı verilen cinsel fonksiyon bozukluğundan tutun da, cinsel açıdan zevk alamama, orgazm bozukluğu ve cinsellikten kaçınma gibi evlilik ilişkisinin bozulmasına yol açan sorunlar ortaya çıkarmaktadır.

Peki sebepleri nelerdir?

Birçok danışanda problemin nedeni, katı tutumlarla yetiştirilmeleridir. Ana-babalar, çocuklara cinselliği öğretirken aynı zamanda iyi birer model olurlar. Cinselliğe yönelik tutumları bastırma ve suçluluk duyguları ile dolu anne-babalar, utanç duymayan ve özgür davranan anne-babadan farklı olacaktır.

Çocuğun kendi bedenini keşfettiği dönemde utandırılmayan, cinsellikle ilgili müstehcen şakalara biraz izin verilen, birbirine şefkat ve sevgi gösteren, sarılan, cinselliği onun anlayacağı dilde konuşabilen anne-babası olan çocuğun da, ileride sağlıklı bir cinsel yaşamı olacaktır.

Erkeğin cinsel gelişim döneminde daha çok desteklendiği ve kız çocuğun ise bastırıldığı durumlarda; kız çocuklar cinselliğin ortaya konması gereken durumlarda zorluk yaşamakda, erkek çocukda ise cinsel eylem sırasında bencil tutumlar gelişebilmektedir.

Kadın ve erkeğin, evlilikde cinsel yaşamını olumsuz yönde etkileyen, en çok rastladığımız yanlış inançlar nelerdir?

İlk gece korkusu denilen; "Çok acıyacak." ya da "Cinsel birleşme ağrı vericidir." inancı. Vaginusmusa yani (Kadının ilişki sırasında vagina kaslarında meydana gelen istemsiz kasılma nedeniyle, cinsel eylemin gerçekleşememesi durumu.) yol açan en önemli sebeblerden biridir.

Kadınların; "Cinsel birleşme örtü veya yorgan altında olmalı." düşüncesi.

"Kadınlar pasif olmalı ve cinsel eylemi başlatmamalıdır." inancı. Kadının cinsel hazzı kendi sorumluluğundadır ve bu da bir partnere nasıl bir uyarı uygulanması gerektiğini göstermeyi ve anlatmayı kapsar. Araştırmalar kadınların; hemcinslerinin cinsel eylemi başlattığı öykülerden daha çok uyarıldıklarını bildirmektedir. Bu saptama, erkeklerin cinsel eylemi başlatması gerektiği miti ile tamamen ters düşmektedir.

Kadınların partneriyle cinsel eylem sırasında; "Rahat davranırsam yanlış anlaşılırım." düşüncesiyle içinden geldiği gibi davranmaktan utanması.

Cinsellikle ilgili konuşmaktan çekinmek.

"Seks yorar." düşüncesi. Masters ve johnson; cinsel ilişkinin 45-50 metre koşmak kadar bir enerji gerektirdiği ve sağlıklı bir insanda bu miktarın rahatlıkla karşılanabileceği görüşündedirler. Cinsel eylem tatmin edici ise ardından gevşeme ve rahatlama duygusunun gelmesi gerekir.

"İyi sekste amaç her zaman cinsel ilişkidir." inancı. Bir çift için cinsel ilişki her zaman en fazla zevk veren eylem olmayabilir. Karşılıklı mastürbasyon veya masaj gibi cinsel eylemler de zevk verici olabilir.

"Erkekler cinsel eyleme her an hazır ve isteklidir." miti. " Bu söylemi hem erkek hem de kadınlar pekiştirmektedir. Sorun erkeklerin cinsel eylemlerini övme ve yarışma eğilimlerinden kaynaklanır. Erkek sevişmek istemediği zaman tıpkı kadın gibi "hayır" diyebilmelidir.

"Seks öğrenilemez." düşüncesi. Gerçekte bir öğrenme ve koşullanma meselesidir. Bir noktaya kadar biyolojik olarak belirlenmişse de cinsel davranışın büyük bölümü öğrenilir.

"Evde misafir kaldığında cinsel ilişkide bulunulmaz." diye düşünmek.

"Evliyken mastürbasyon yapılmaz." düşüncesi.

"Cinsel ilişki pistir." düşüncesi.

"Eşini porno film izlerken gören birçok kadının, bu nedenle ciddi kavgalar çıkartmaları ve kendilerini aldatılmış gibi hissetmeleri.". Çifler birbirlerinin fantazi kurmalarına izin vermelidir.

Cinsel eylem sırasında erkeğin; "Kadın birden fazla orgazm olmalı veya kendi gücünü göstermesi için "İki ya da daha fazla kereler boşalmalıyım." diye düşünmesi.

Cinsel birliktelik sırasında "Şu kadar süre olmalı ya da şu kadar zaman sevişmeli, haftada belirli bir sayıda cinsel ilişki olmalı." gibi zamanlar belirlemek. Önemli olan karşılıklı doyumun nasıl olduğudur. Bu durum her çiftte farklılık gösterebilir ve farklı olması anormal değildir.

Evet, cinsel yaşam kadın ve erkek arasında ilişkinin mihenk taşıdır. Ruh ve beden bütünlüğü gibi ilişkide de sağlıklı bir iletişim ve ruhsal doyum olmadan, sağlıklı ve doyumlu bir cinsellik de olamaz. Kadın ve erkeğin yatakda birbirlerine teslimiyeti çok önemlidir. Cinsel eylem sırasında teslim olamayan kişi, olgunlaşma sürecini de tamamlayamamış demektir. Yani gerçek anlamda bir cinsel teslimiyet, olgunlaşmanın göstergesidir.

Yararlanılan kaynak:

Gillan, P.(1987): Cinsel Sorunlar ve Tedavileri El ve Kitabı. çev. Eker, E., Özmen, M., Özmen, E.. Menteş kitabevi,1. Türkçe Baskı, 1993, İstanbul.

Yazının devamı...

Psikoloji eğitimi ve psikolog unvanını taşımak ciddi bir iştir, sorumluluğu büyüktür!

Bu hafta Açık Öğretim Fakültesi bünyesinde Psikoloji Bölümü açma konusunda bir çalıştay yapılacak. Psikoloji eğitimi aldığım yıllarda Hacettepe Üniversitesi' ndeki saygıdeğer hocalarımın nasıl bir titizlikle bizi yetiştirmeye çalıştıklarını, mesleki etik anlayışımızın oluşması üzerinde tüm öğrenim yaşamımız boyunca özellikle tavizsiz yaklaşımlarının bugün ne denli önemli olduğunu çok daha iyi anlamaktayım. Sadece benim bildiğim dönem arkadaşlarımın, meslektaşlarımın bu ciddi eğitimin sonucu olarak çalışma prensiplerini de yıllar içinde en iyi şekilde sergilediklerine tanık oldum.

Bizler, insanla çalışmanın ve ruhsal sağaltımın ne denli önemli olduğunu biliyoruz. Sınırlarını bilmeyen psikoloji eğitimi almış veya almamış kişilerin keyfi ve populist yaklaşımlarına maruz kalan insanların çok değerli ve özel olan ruhsal dünyalarına zarar verilmesine kimsenin hakkı olmadığını düşünüyoruz. Olaylara yaklaşımımız bu nedenle hassa ve kararlı olacaktır.

Psikoloji lisans ve lisansüstü eğitim süreci çeşitli deneysel ve uygulamalı derslerin de olduğu zorlu bir eğitimdir. Bu konuda yeterli alt yapısı olmayan, uygulama ve deneysel çalışmaların yapılamayacağı aşikar bir girişimden sözedilmektedir. Bu nedenle Açık Öğretim Fakülteleri' nde psikoloji lisans eğitimi vermek oldukça yetersiz ve eksik kalacaktır. Her psikoloji lisans diploması alanın kontrolsüz bir şekilde adım başı yer açtıklarını gözlemlemekte ve duymaktayız. Bizler uzun yıllar mesleki deneyim, eğitim ve süpervizyon almadan danışan göremeyeceğimiz konusunda, değerli hocalarımızın hiç acımadan bize koydukları kurallarla yetiştik. Erken mesleki dönemde danışan görmekten çekindik hatta çok korktuk; çünkü "insan değerlidir" i ve sınırlarımızı bilmeyi öğrendik.

Bugün bu konularda iyi niyetli meslektaşlarımın çabaları takdire değer ama yetersiz kalmaktadır. İçinde akademisyenlerin de bulunduğu birçok meslektaşım bu konudaki mucadelelerini sürdürüyor ve sürdürecek.

Yani; bir mesleki edep ve terbiyeden de söz ediyorum ve bunun son yıllarda çok önemli olduğunu düşünüyorum. Konu ile alakalı daha önce yazdığım yazıya tekrar yer vermek istiyorum:

Mesleki pratiğimde, 'değişimi gerçekten arzu eden' danışan sayımın gittikçe arttığını gözlemlemekteyim. Çağımızın insanı kendi mutsuzluğuna çare aramakta daha kararlı olabilir mi acaba? Bireysel ihtiyaçlarının daha çok farkında olan ve bu ihtiyaçlarını karşılamak için daha çok çaba harcayan insanlar çoğunlukta artık.

Niye psikoterapi almak gerekir?

Gittikçe karmaşıklaşan dünyada kişiden yeni ve değişik uyum çabaları beklenmektedir. Toplumsal ve siyasal alandaki güvensizlikler, ekonomik baskı, iş yaşamındaki rekabet, romantik ilişkilerdeki değişim süreci, hızlı tüketim gibi birçok yaşam gerçeği ruhsal dünyamız üzerinde olumsuz etkiler yaratmaktadır.

Günümüz bireyi, karşılaştığı zorluklara karşı koymakta kendini yetersiz ve güçsüz görmekte ve uyumu gittikçe bozulmaktadır.

Bireysel gelişimin önünü açan en önemli şey 'bilme' halidir. Bilme bir taraftan acı verici gibi görünse de öte yandan uyanışın getirdiği aydınlanma kişiye zamanın ve mekanın kesiştiği her durumda kendi varoluşuna ilişkin bir alan verir. Bu varoluş hali artık hayata dair kontrolün daha çok kendisinde olduğu ve benliğin daha çok güçlendiği bir hissetme halidir.

Psikoterapiyi, kişinin kendini tanıması ve anlaması yani kendi ile uğraşmayı göze alması süreci olarak tarifleyebiliriz. Kendi gelişim sürecindeki aktörleri ve duygularını terapist ile birlikte "oda" da yeniden deneyimleyen ve bunların yeni anlamları ve kabulleriyle kendi hayatında düzenlemelere giden danışanların terapinin ilerleyen süreçlerinde, hüznün ağır bastığı bir duyguyla bununla ilgili olarak dile getirdikleri ifadeler şunlardır:

"Nasıl oldu da bugüne kadar bu şekilde yaşadım?

"Neleri kaybettim?"

"İlişkilerimi ve seçimlerimi şimdiki farkındalığımla deneyimleseydim, hayatım farklı olur muydu?

"Sanki yarı uykuda gibi yaşamışım"

"Keşke size daha önce gelseydim..."

Freud, "Şeytanı kağıt üstünde ya da yokluğunda öldüremezsiniz, önce onu diriltmeniz gerekir" demiştir. Biz terapistlerin yaptığı da danışanlarımızla bir ortaklık içerisinde geçmiş ilişkilerindeki kişileri ve duyguları tekrar diriltmek ve bu sefer oyunu kazanmaktır.

Ancak psikoterapi almaya karar veren kişileri konuyla ilgili olarak maalesef bir kaos ve güvensiz bir ortam beklemektedir. Bu konuda yardım vermeye hazır, etik olmayan işler yapan, profesyonel çalışan kişiler olduğu ve adeta terörize bir ortamın olduğu mesleği gerçek anlamda yapmaya çalışan kişiler tarafından kaygıyla izlenmektedir.

Psikoterapi almaya karar verdiğinizde kimden alacağınız konusunda iyi bir araştırma yapmanız gerekmektedir. Psikoterapist olmak oldukça uzun soluklu ve yıllarca süren bir eğitimi ve çalışmayı gerektirir. Bu alanın son yıllarda popüler olması sebebiyle meslekten olmayan, hatta hiçbir şekilde ilgisi bulunmayan bazı kimselerin bu işe soyundukları, yaptıkları görüşmelere "terapi" kendilerine gelenlere de "danışan" dediklerini meslektaşlarımla birlikte üzülerek izlemekteyiz.

Bu işin şakası yoktur. İnsan ruhuna bodoslama dalamazsınız. Gelen kişiye hazır olmadığı yorumlar yaptığınızda o kişide geriye dönülmesi zor olan yaralar açabilir hatta dağıtabilirsiniz. Meslekten yeni mezun, ya da kendilerine ilişki danışmanı, kişisel gelişimci, ilişki koçu, yaşam koçu tanımlamasıyla "danışan"(!) gören bazı kişilerin kapalı odalarda neler yaptıklarını zaman zaman bize gelen danışanlarımızdan üzülerek işittiğimiz sıkıntı duyulacak öyküler olabilmektedir.

Klinik tecrübesi olmayan, psikoterapi eğitimi almayan, meslekte yeterliliği kabul edilmiş kişilerden uzun süre süpervizyon almamış, bu konuda yeterliliği bilinen yurtiçi, yurtdışı okul ve enstitülerden gerekli eğitim ve sertifikaları bulunmayan yani meslekten olmayan kişilere en mahrem alanınızı açmak ve profesyonel yardım beklemek son decere sakıncalıdır. Aşırı süslenmiş, birtakım kongre ve toplantıları terapi eğitimi gibi gösteren özgeçmişler, birkaç aylık ne olduğu belli olmayan eğitimlerle farklı farklı meslek gruplarından kişilerin kendilerine terapist görünümü vermeye çalışmaları çok rahatsız edici bir boyuta ulaşmıştır.

Konu "insan" olunca hassasiyet de bu kadar keskin olmalıdır diye düşünüyorum. Bu konuyu, uzun bir çalışma ve zahmet sonunda psikoterapi yapmaya cesaret edebilen saygıdeğer meslektaşlarıma yapılan bir haksızlık olarak gördüğümden daha fazla sessiz kalmak istemedim.

Siz ve yaşamınız biricik. Bu yazının yazılma amacı, sizinle en özel yaşamsal öykülerinizi bilimsel bir zeminde ve bir sanatçı duyarlılığı ile çalışacak profesyonellere ulaşmanız ve daha titiz bir yaklaşımda bulunmanız içindir.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.