SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

"Asla yalnız başına yemek yemeyin!" Epikuros

Yeni doğan bebeğin anne memesi ile ilk buluşmasına tanıklık ettiniz mi? Dünyaya geldiği ilk andan itibaren memeyi nasıl güçlü bir refleksle yakaladığını görünce, insan hayrete düşüyor. Freud' un 'oral dönem' dediği yaşamın ilk yıllarında hem karın doyuran, hem ruhu doyuran 'meme ve bebek ilişkisi' sağlıklı bir şekilde tamamlanırsa, 'temel güven' oluşuyor.

Memeyle beslenme ile birlikte yakınlığı, şefkati, istikrarlı ilişkiyi, sevgiyi ve güveni de beraberinde alan çocuğun beslenme alışkanlığı ve yeme davranışı, sonraki yıllarda da yine aile içinde oluşuyor.

Annenin veya bakıcının çocuğun ağzına sürekli yemek tıkmasından tutun da, birlikte yenilen yemekler, yemek sohbetleri ya da tam tersi düzensiz yemek yemeler, yemekteki sessizlikler hepsi yemekle ilişkiyi ve yemekle ilişkili olan ilişki örüntülerini belirler.

Ağız aynı zamanda haz organı olduğu için yemeğin verdiği haz, insan psikolojisi için de önemli bir yere sahiptir. Lezzetli yiyeceklerin aynı zamanda mutluluk verici gücü vardır. İnsanın ne zaman canı sıkılsa, tatlıya saldırması ondandır! Çikolatanın serotonini artırdığı bile bulgulanmıştır.

Yemek ve duyguların ilişkisi özellikle kilo almaya başlayan kişilerin, yeme davranışına baktığınızda ortaya çıkar. Olumsuz duygular hissettiren yaşam olaylarına karşı bir savunma olarak, tıkınırcasına yemek yiyen kişiler, yiyerek bazı sorunların üstünü örttüğünü düşünseler de işin aslı öyle değildir. Giderek kilo alan bu kişiler, kilo alarak diğer insanlarla aralarına mesafe koyduklarını düşünürler. Bu durum, insanların kendilerini kırmasına ve üzmesine izin vermeyecekleri bilinçdışı bir anlam taşır. Mutfakta uzun zaman geçiren veya gizlice yiyen bu kişiler için yemek yeme, aynı zamanda öfkenin kendine yönelmesidir.

Ancak bu öylesine bir kısır döngüdür ki, şişmanladıkça benlik saygısı azalmakta ve yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle sorunla yüzleşmek ve başetme becerileri geliştirmek için yardım almak önemlidir.

İnsanın yiyecekle ilişkisi sözkonusu olduğunda, söylenecek ve yazılacak çok şey olduğu bir gerçek.

Tüm dünyada yemek üzerine kurulan ve işleyen önemli bir sermaye akışı vardır. Ultra, macro, super marketlerden tutun da, binlerce dolar ödenen yemek adisyonları ile ünlü şık restoranlar, hergün yenisi açılan trendy mekanlar, fast food zincirleri, uzakdoğu yemekleri ile meşhur yerler, geleneksel mutfağı ile tanınan yerler, balık restoranları, artık sayısı çok azalan esnaf lokantaları, salaş tabir edilen yerler, pastaneler, cafeler... say say bitmez.

Yemek olgusu coğrafik olduğu kadar kültürel etmenlere de bağlıdır. Yiyeceğin cinsi, pişirilmesi, saklanması, sunumu ve yeme şekli yere ve kültüre göre farklılık göstermektedir. Hintliler sığır eti yemez, müslümanlar domuz eti, uzakdoğuda yenen böcekleri birçok batılı ve doğulu ülke insanının daha tezgahlarda gördüğünde yüzünü buruşturduğunu söyleyebiliriz. "Müslüman mahallesinde salyangoz satamazsınız" ama İspanya' da bir restoranda, yuvarlak bir tabağa dizili pişmiş salyangozları, sevgilisinin gözlerine romantik bakışlar atarak yiyen erkeği gördüğünüzde, "çok lezzetli" herhalde diye düşünebilirsiniz.

Avcı toplumunda mağarada bekleyen kadınına hayvan avlayıp yemek getiren erkek, bugün kadınla yaşayacağı ilişki başlangıcında kadını yemeğe çıkartmakta, dolayısıyla insanlık tarihi boyunca insanın duyguları ve ilişkiler örüntüsü bağlamında yemeğin yeri konusu önemini korumaktadır.

Yemeklere verilen adların dişi özellikte olması ayrı bir konudur ama aklıma ilk gelenler; kadınbudu köfte, hanım göbeği, dilberdudağı bir de dulavrat otudur.

Dostların biraraya gelmesi için buluşulan yemekler,, yılbaşı yemeği, düğün yemeği, mezuniyet yemeği, mezunların; pilav günleri, vb yemekler dostluk ve bağların devam etmesi için önemli ritüellerdir. Yemek bahane, sohbet şahane durumlarıdır bunlar. Yemeği bahane edip, iş konuşulan iş yemekleri vardır bir de; postmodern toplumun yaygın davranışlarından biridir. İşyerlerinin düzenlediği yemekler ise vur patlasın, çal oynasın, göbek ve stres atmaca amaçlı düzenlenmektedir.

Etnik toplulukları simgeleyen yemekler vardır ve bizi o kültüre yakın hissettirir; Çerkezlerin çerkez tavuğu, Ermenilerin topiği, Japonların suşhisi, Türklerin kebap ve ayranı, Lazların hamsi, kara lahana çorbası, Türkmen pilavı, Meksika yemeği fajita, Rusların borç çorbası, vs...

Ünlü filozof Epikuros' un arkadaşlarına düşkünlüğü o kadar fazlaymış ki, insanın asla yalnız başına yemek yememesini öneriyormuş. Bana yaklaşımı çok sıcak geldi, mutfak sanatının bu kadar ilerlediği günümüzde siz ne dersiniz Epikuros haksız mı? Buyrun tam olarak aşağıda ne dediğine yer veriyorum;

"Birşey yiyip içmeden önce, ne yiyip içeceğinizi değil, kiminle yiyip içeceğinizi düşünün; çünkü yanında arkadaşı olmaksızın yemek yemek ancak bir aslana ya da kurda mahsustur."

Yazının devamı...

Ayrılmanın da zarafeti vardır!

Biz terapistlerin terapi odalarında tanıklık ettiği insanın acıları, yalnızlıkları, kaygıları ve öfkelerine dair ne çok şey var. Çiftlerle de çalışan bir terapist olarak, çiftlerin birbirlerine olan öfkelerinin şiddetine tanık olmaktayım sıklıkla.

Surviving Picasso (Picasso ile yaşamak) filmini izlediniz mi? 1996 yapımı Antony Hopkins, Natascha McElhone, Julian Moore' un başrolünü oynadığı filmde, ağırlıklı olarak Picasso' nun yaşamına giren kadınlarla olan ilişkileri anlatılır. Bu kadınlardan Françoise Gilot ile olan ilişkisi ise filmin ana konusunu oluşturuyor.

Bu film niye çağrışım yaptı bende? Çiftlerle çalışırken, ilişkilerinin kriz dönemlerinde veya ayrılık aşamasına geldiklerinde, öfkenin ne kadar yıkıcı olduğunu ve birbirlerini durmaksızın suçladıklarını göruyorum.

İlişki normal seyrinde ilerlerken, en mahrem alanlar birbirine açılır, bir yastığa baş konur, birbirlerinin sıcaklığında kaybolur, huzur bulur, biri diğerini kucaklarken, öteki uykuya daha rahat teslim olur.

Birlikte planlar yapılır, yeni dünyalara açılınır. Kendi birikimleri ne ise, biri ötekine yepyeni katkılar sağlar, ufuklar açar. Biri öbüründen beslenir, büyür ve başkalaşır. Koca koca deneyimler yumağı oluşur.

Sonra birgün bu yolculuktan yorulan biri, yoldan ayrılıp başka bir yola devam etmek isteyebilir. İşte o zaman en acımasız söylemler, kızgınlıkla yapılan davranışlar ve tavırlara şahit olursunuz... Sanki hiç yakın olmamışlar, en güzel yıllarını birbirlerine adamamışlar gibi, hoyratça yaşadıkları güzellikleri de yok ediverirler.

Çok mutlu oldukları zamanları hatırlamaya engel olan "öfkeleri", yoğun bir emeğin ürünü olan anılarını da bir anda hiçe sayıp yok etmelerine neden olmaktadır. Oysa bu kendilerine ait olan bir hayat dilimini de inkar etmeleri anlamına gelmektedir.

Lütfen bir daha düşünün! İlişkinizde sahip çıkacak güzellikler yok muydu?

İşte yukarıda bahsettiğim film de, büyüklenmeci bir kişiliği olan ve ilişkilerinde kendi ihtiyaçlarını her zaman ön planda tutan Picasso, kadınlar tarafından tahammül edilmesi zor biridir. Ancak zekası ve espri yeteneği ile Françoise, uzunca bir zaman Picasso ile aşk yaşar. Eğlendiği de olur, üzüldüğü de ve çocukları da. En sonunda Picasso ihanet eder Françoise' e. Picasso' nun daha önceki kadınlarda alışık olmadığı şekilde şaşkın bakışları altında çekip gider yani ilişkiyi bitirir.

Benim için çarpıcı ve çok etkileyici kısmı ise filmin final sahnesidir:

İspanya' da Picasso' nun onuruna kalabalık bir arenada yapılan kutlamada, Picasso François' e kendisinin kadını olarak arenaya çıkmasını ister. Kabul eden ve at üstünde arenaya çıkan Françoise, herkesin önünde Picasso' yu selamlayarak; "Yaşattığın ve öğrettiğin herşey için teşekkür ederim." der; kadınlara karşı acımasız olduğu bilinen Picasso' nun yüzüne karşı minnet duygusu içeren bir ifadeyle... Gülümseyerek cevap verir Picasso ona...

Size yaşattıkları ve kattıkları için, bir zamanlar sevdiğiniz kişiye teşekkür etmeyi ve şükran duymayı bilmek; ne büyük yaşam ustalığı.

Yazının devamı...

Grinin Elli Tonu-Kadınlar erotik edabiyatı neden sevdi?

Vizyonda bir film var: "Fifty Shades Of Grey-Grinin Elli Tonu". Film, kitaptan uyarlandı biliyorsunuz...

Kendi çalışma pratiğimde, bundan daha birkaç yıl öncesine kadar kadın danışanlarımın büyük çoğunluğu ile pornografi üzerine konuşmakta bir hayli zorlanıyorduk. Eşlerinin pornografi izlediğini anlayan veya yakalayan danışanlarım müthiş bir öfke ile bunu seansa getiriyorlardı.

Ya da eşleri, birlikte porno film izleme teklifinde bulunduğunda buna şiddetle karşı çıkıyorlardı. İğrenç buluyor, bakamadıklarını söylüyor, utanıyor, konuşmaya bile tahammül gösteremiyorlardı.

Son birkaç yılda ne değişti de, terapi seanslarında çiftler birlikte pornografik filmler izleme konusunda daha yumuşak tepkiler vermeye, yurtdışı gezilerinde seks dükkanlarından fantezi oyuncakları aldıklarını daha kolay söylemeye başladılar.

Derken, son zamanlarda erotik kitap furyasının tüm dünyada dikkati çekecek şekilde ilgi gördüğünü, satış rekorları kırdığını ve ülkemizde de benzer bir durumun yaşandığını izler olduk. Kitaplardaki ana temalar arzu, aşk ve ağırlıklı olarak seks.

Ancak bir tanesi var ki çıktığı günden beri daha önce benzer içerikte yayımlanan kitaplara açık ara fark atıp, dünyadaki kadın popülasyonunu peşinden sürükledi; devam serileri de aynı ilgiyi gördü: “Grinin Elli Tonu”.

Forumlardan okuduğum kadarıyla, kitapta anlatılan birçok seks içeriği ve fantezisini okuyuculardan bir grup özellikle erkekler “sapıkça” bulurken, kadınların hemen hepsi “normal ve erotik” olduğunu söylüyorlar. “BDSM (bondage, discipline, domination, submission, sadism, masochism)” kavramlarını okuyucu gündemine soktuğu açıkça görülen bu forumlarda, kitaptaki sado-mazoşistik öğeler çok mu dozunda verilmişti de, okuyucu bunu erotik bir kült olarak benimsedi?

Kitabı okurken kurgusunda, erkek kahraman Grey’in efendi ve kadın kahraman Anastasia’nın bir itaatkâr çerçeve içine oturtulduğunu görüyorsunuz ama sadistik beklenti ve uygulamaların şiddetinde de hep bir ölçüyü farkediyorsunuz. Hemen burada Psikanalist Rollo May’in bu konu ile ilgili bir görüşüne yer vermek isterim: “Seksi kadınsı bir biçimde kibarlaştırmamız bizi o kadar keyfi ve ayrık yapar ki, cinsel eylemin basit gücü buharlaşır ve kadın alıp götürülmenin, kendinden geçmenin hayati, temel keyfini yitirir. Genellikle orgazm anında olan ama tüm sevişmeye eşlik edebilen o düşmanlık ve saldırganlık anının erkek için ne kadar anlamlıysa, kadın için de o kadar, hatta daha fazla zevkli olan yapıcı bir psikofiziksel işlevi vardır. Buradaki tehlike, saldırganlığın kendisini çok fazla ortaya koymasıdır.”

Cinsellik için biraz agresyona ihtiyaç var mı? Ya da cinsellik kendi içinde agresyonu barındırır mı?

Yukarıda Rollo May, “Seksi kadınsı bir biçimde kibarlaştırmamız bizi ayrık yapar ve alınması gereken keyfi kaçırır” diyor. Yani kadın-erkek diyalektiğinde cinsel arzunun; erkeğin çekip alma, hükmetme, yönlendirme ekseninde karşılıklı alışveriş ve bırakılma ile beslendiğini ima ediyor.

Aslında biz terapistler de biliriz ki, olumsuz olan çıkmadıkça iyi olanın çıkmayacağını, evlilik terapisinde çiftler birbirine kızıp, hakaret ederken -alttan sevgiye dair duyguların çıkacağını bildiğimiz için- önce olumsuzun konuşulmasına izin verilmesi gerektiğini biliriz. Eşini sürekli suçlayan ve mutsuzluğunu dile getiren kadın sonra, “ama onu seviyorum” der, öfke çıkmış sevgi ifade edilebilir hale gelmiştir.

BU ROLLER NEDEN BENİMSENİYOR?

Bu üçlemede, okuyucu acaba ne ile özdeşleşti: Seks? Sado-mazoşizm? Aşk? Sahiplenilme? Lüks yaşam?

Henüz 30’una bile gelmemiş, son derece yakışıklı, başarılı, zengin, güçlü, kudretli bir adam Christian Grey’in, kadınların mükemmel erkek mitine oturduğu kesin. Yazar, Christian Grey’i efendi statüsüne koyup, Anastasia’yı ise itaatkâr olarak konumluyor. Erkeğin sadist, kadının mazoşistik özelliklerine vurgu yapan kitapta, kadının erkeğin hükmetme ve belirleyici olma özelliklerine doğru eğilimi ile ilişkide tencere-kapak örneğine uygun bir durum ortaya çıkıyor.

Psikanalist Paul Verhaeghe’ye göre, çiftler biraraya geldiklerinde göründüğü kadarıyla esas olarak birbirini tamamlayan iki fantezinin karşılaşması vardır; iletişim nadiren fevkalededir. Birisi öteki için fantezidir.

Peki öyleyse fantezilere niye sahibiz?

Freud; normal ya da nevrotik herkesin yaşamında sapık eğilimlerin veya geçici sapık eylemlerin ya da hiç değilse fantezilerin ortaya çıktığını, sapkınlıkların kökenini çocukluk fantezisinden aldığını ileri sürer.

Bunun ya gelişimdeki bir duraklamaya ya da regresyona bağlı olabileceğini de psikiyatri literatürü söyler. Buradan yola çıkarsak okuyucuda sado-mazoşist öğelerin karşılığı ne?

Okuyucuda uyanan merakı gidermek adına, kitapta Grey’in sadistik cinsel ilişki kurma tarzını anlamaya çalışırsak; sadistik öğeler içeren cinsel zevkin temelinde yatan duygu, kişinin kendisini güçlü olduğuna inandırması gerekliliğidir.

Kendi kastrasyon korkusuyla başaçıkabilmenin yolu eşini korkutmaktır. Eşin güçsüzlüğünden zevk alırlar çünkü bu güçsüzlüğün belirttiği “ondan korkacak birşeyim yok” fikri korkuyla bloke olacak zevkini yaşamaya olanak sağlamaktadır.

Kurbanına kendisini zorla sevdirmeye çalışan sadistin aradığı aşk, 'narsisistik bir destek' anlamı olan ilkel bir sevgidir. Yani aslında sadistin yönelimi korkusuna karşı güvenlik elde etmektir, bunu da korkutarak yapar.

Romanın erkek kahramanının karşısında itaatkâr olan kadın figürü Anastasia Steel’e gelince; daha baştan kırmızı odanın büyüsüne kapılan, seks oyunlarının şiddetine zevkle karşılık veren, kontrol manyağı Grey’in dominasyonlarına boyun eğen profiliyle mazoşizm koltuğuna oturuverir.

Freud’un mazoşizmi çevreden kendine dönmüş, yani bir objeden regresyon yoluyla egoya yönelmiş bir sadizmden kaynak aldığı yönünde görüşleri, sadizmin suçluluk duyguları sonucu mazoşizme dönüştüğünün ifadesidir. Korkulan şeyin zevk verici bir biçimde tasarımsal olarak önceden yaşanması, herhangi bir anksiyete ile savaşmayı sağlar.

Tıpkı bazı sadistlerin kendilerine eziyet edebileceği fikrini yadsımak ereğiyle başkalarına eziyet etmesi gibi, mazoşistler de beklenmedik bir biçim ve derecede eziyet edilme olasılığını yok etmek için kendilerine eziyet ederler.

Mazoşistler, orgazma ulaşma yetenekleri açıkça anksiyete ve suçluluk duyguları ile bozulmuş kimselerdir. Son zevk yeteneğini bloke eden korkuyu gidermek için gelişmiş, karmaşık fanteziler kurarlar. Kişinin başına gelecek şeyin zevk vermesi için önceden düzenlenmesi zorunluluğu karakteristiktir. Mazoşistler sürprizlerden korkarlar, fakat ne olacağını önceden bildikleri sürece korkularını kontrol edebilirler.

Erotik anlatımlara sado-mazoşist eklemeler yaparak, bu fanteziler bir hikâye kurgusu içinde okunduğunda daha mı erotik geliyor kadına? Bu sahneler salt pornografi görselliği ile verilse, aynı etkiyi yaratır mı?

Sahiplenilmeyi kadının, tüm hayatını kapsaması olarak istediğini bilen yazarın devam serilerini yazarak aşk ve evlilikle de süslediği romanı, kadına sunulan iyi bir paket gibi görünüyor.

Ancak daha önemli bir konu var: Kitapta erkeğin yani yakışıklı ve güçlü Grey’in Anastasia’ya olan şiddetli arzusu, okuyan tüm kadınları etkileyen en önemli konudur. Nihai olarak kadın erkeğin “arzu”su peşindedir. Erkekle yarış halinde cereyan edecek seksüel teknikler, kadın cinselliğinin merkezinde değildir. Ama kabul etmeliyiz ki ülkemizde de bu erotik, sado-mazoşistik romanlar serisine kadınlar kendilerini fazlasıyla kaptırdılar. Kitapta sözü edilen fantezi oyuncaklarını mesela topları, kadınların alıp kullandığı ve eşlerinin bundan büyük keyif aldığını anlatmaları kulaktan kulağa yayılıyor.

Evet, ne oldu ki? Birden kadının fantezilerini mi patlattı bu kitap?

CİNSEL YAŞAM DEĞİŞİYOR

Sosyolog Antony Giddens’a göre, “Derin dönüşümler geçiren toplumsal dünyada kadının cinsel kimliğini algılaması, hissetmesi ve ifade etmesi de değişiyor hiç kuşkusuz. Kişisel hayat kadın için yeni istekler yaratan bir proje haline gelirken, cinsel değişim bunların başını çekiyor.”

Giddens “Mahremiyet’in Dönüşü” adlı kitabında, Lillian Rubin’in bir araştırma bulgusundan sözediyor. Araştırmaya göre: “Erkekler, kadınların cinsel olarak daha elde edilebilir konumda olmalarını çoğunlukla hoş karşılıyor ve uzun dönemli her cinsel bağda entelektüel ve ekonomik olarak eşitleri olan bir eş talep ediyorlar. Ama bu tercihlerin içerikleriyle karşılaştıklarında açık ve derin rahatsızlıklar gösteriyorlar. Evlilikten kadınlar önceki kuşaklara göre çok daha fazlasını bekliyorlar. Kadınlar cinsel zevk vermenin yanında almayı da bekliyorlar ve çoğu tatminkâr bir cinsel yaşamı doyurucu bir evliliğin çok önemli bir gereği olarak görmeye başlamış.”

Farklı sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel topluluklarda bu konuda değişik veriler elde edilebilir ama kadının sosyal ve cinsel yaşamında birşeylerin değiştiği kesin.

Kadın kendi bedeni ile çok daha ilgili. Güzellik endüstrisi, estetik cerrahlar, spor salonları, beslenme konuları fazlasıyla kadının gündemini işgal etmiş durumda.Kadınlar kendi kariyer planını yaptıktan sonra artık çok beğenilmek, bir de âşık olmak istiyor. Kendi ekonomik özgürlüğünü kazandıkça da, daha cüretkâr bir biçimde bunu talep ediyor. Evlilik gibi bir kurum bile buna kimi zaman engel teşkil etmiyor. İşin ahlaki kısmı tarşılır ve burada bizim konumuz değil şimdilik ama kadının tarihsel gelişiminde bugün geldiği noktayı anlamak durumundayız

Ülkemizde genç nesil, cinsel devrimi gerçekleştirme yolunda önceki nesillere göre bir hayli yol alsa da, bu konuda bilimsel veriler elimizde olmadan kesin bir yorum yapmak çok zor. Değişimin yarattığı bir değerler çatışması, sekse aşırı anlam yükleme ve bunun sonucu olarak genç kız ve erkeklerde, hatta bunun orta yaşa da yansıdığı bir ilişki terörü de olmakta elbette.

Ben bir terapist olarak bu değişimi sadece seanslarıma yansıyan yönüyle görüyorum ama buna rağmen cinselliğin önemli bir kadın popülasyonunda da hâlâ kuytularında saklı, dışavurumunun suçluluk duyguları yaratacağı kaygıları ile yaşayan, bastırılmış cinselliğin sağlıklı cinsel yaşama izin vermeyecek kadar belirgin, mesela; unorgazm (orgazm güçlüğü) gibi sorunlara yol açan bir boyutunun da olduğu bir gerçek. Belki kitabı bu kadar sahiplenmeleri bir manifesto! Belki en önemli sorun, serinin ilk kitabı olan “Grinin Elli Tonu”nda kitabın sonuna doğru karşımıza çıkıyor: Anastasia “Biz aslında düzüşüyoruz, halbuki ben onunla sevişebilirdim” diyor. Bütün mesele bu; sevişebilmek.

*Bu yazım daha önce 'Vatan Kitap' ekinde yayınlanmıştır.

Yazının devamı...

'Karar vermek' bazı kişiler için neden zordur?

Yalnızca evet diyemediği için değil hayır da diyemediği için felç olan kişiler...

Karar, dilemek ile eyleme geçmek arasındaki köprüdür. Karar vermek , kendini bir eylemin akışına adamak demektir. "Eğer ardından hiçbir eylem gelmiyorsa gerçek bir karar olmadığına, bunun kararla flört etmek olduğuna, başarısız bir karar olduğuna inanıyorum ben." der psikanalist Irvın Yalom.

Samuel Beckett' in "Godot' yu Beklerken" i yarıda kesilen kararlar abidesidir. Karakterler düşünür, plan yapar, bunu kesinleştirir, fakat karar veremezler. Oyun şu konuşmayla sona erer.

Vladimir: Gidelim mi?

Esragon : Hadi gidelim.

[Sahneleme talimatı]:] Kimse kıpırdamaz.

Bazı danışanlar bir karar sancısı yaşamaları yüzünden terapiye girerler. Bu karar genellikle de bir ilişki veya meslekle ilgilidir. Terapist danışanın kararla ilgili kaygısının bilinçdışı anlamını kavramasına yardımcı olur. Geçmişteki kararlara yönelik krizleri tarar ve tedavi hedefi özellikle hastanın belirli bir kararı vermesine yardım etmek de olabilir, hastanın o kararı ve ilişkili olanları uyuma yönelik bir biçimde vermesini sağlamak için çatışmalı alanları çözmek de.

Çok az sayıda karar tam olarak bilinçli çabayla verilir. İnsan kararlarının büyük çoğunluğu çaba harcamadan verilir.

William James "Akla uygun karar" diye adlandırdığı karar verme biçimini şöyle tarif etmektedir: Belirli bir hareket tarzının lehinde ve aleyhinde iddiaları düşünür ve bir alternatif üzerinde karar kılarız. Hesapların mantıklı bir şekilde dengelenmesidir; bu karara tam bir özgür olma duygusuyla varırız.

Bireyin karakter yapısı, izi sürülüp ortadan kaldırılabilecek olan çok önemli tek bir kararın sonucu değil, hayat boyu yapılan sayısız seçim ve vazgeçilen alternatiflerden oluşmaktadır.

Kararlar neden zordur?

Karar ve karar verilen eylem arasında ne olur? Neden bazı kişiler karar vermeyi olağanüstü derecede zor bulurlar? Gerçekten danışanların hemen hemen hepsinin bir kararla boğuştuğu görülmektedir: Önemli bir ilişki ile ilgili olarak ne yapmak gerektiği, evli kalmak mı boşanmak mı, okula dönüp dönmemek, çocuk sahibi olup olmamak.

Diğer danışanlar ne yapmak zorunda olduklarını bildiklerini söylüyorlar -içkiyi ya da sigarayı bırakmak, kilo kaybetmek, insanlarla tanışmaya çalışmak veya yakın bir ilişki kurmaya çalışmak- ama karar veremiyorlar yani kendilerini bunu yapmaya adayamıyorlar.

Hatta bazıları neyin yanlış gittiğini bildiklerini söylüyorlar örneğin; çok kibirliler, işkolikler veya ilgisizler ama değişmeye nasıl karar vereceklerini bilmiyorlar.

Bu verilmemiş kararlarda oldukça acı veren birşeyler var. Kararlar birçok neden yüzünden zordur: bazıları belirgin, bazıları bilinçsiz ve bazıları varoluşun en derin köklerine dokunmaktadır.

Kararların zor oluşunun temel nedeni; seçeneklerin dışlanmasıdır.

Her evet için bir hayır olmalıdır. Bir şeye karar vermek her zaman başka bir şeyden vazgeçmek anlamına gelir. Vazgeçmeye karar eşlik eder hep. İnsan seçeneklerden, çoğu zaman bir daha ele geçmeyecek seçeneklerden vazgeçmek zorunda kalır. Kararlar acı verir, çünkü olasılıkların sınırlılığını ifade eder ve insanın olasılıkları ne kadar sınırlıysa insan ölüme o kadar yaklaşır.

Wheelis, kararın yolculuktaki dörtyol ağzı ve vazgeçişin de seçilmeyen yol olduğu şeklindeki metaforda konuyu çok güzel bir biçimde ifade etmektedir:

Bazı insanlar dörtyol ağızlarında oturur, aynı anda ikisine de giremedikleri için iki yola da girmezler, orada yeterince otururlarsa yolların sonunda birleşeceği ve böylece her ikisini seçmenin de olası hale geleceği yanılsamasının tadını çıkarırlar. Olgunluk ve cesaretin büyük bir kısmı böylesi feragatlerde bulunabilme yeteneğidir ve aklın büyük bir kısmı da insanın mümkün olduğunca az şeyden vazgeçmenin yollarını bulma yeteneğidir.

Karar tek başına bir harekettir ve bizim kendi hareketimizdir; kimse bizim yerimize karar veremez. İnsan ancak kendi verdiği kararın sorumluluğunu alabilir.

Bazı insanlar için karar vermek, bütün kararlarının kötü ve yasak olduğu deneyimini yaşatan anne ve baba yüzünden suçluluk duygusu yaşandığı için zordur. Böyle kimseler karar vermeye hakları olmadığını hissederler. Yetişkinlikte büyük kararlar, hem ayrılık korkusundan ve hem de baskın olan diğerine karşı çıkmanın verdiği suçluluktan kaynaklanan sıkıntılı bir durum yaratırlar.

Bir de varoluşsal suçluluk vardır; kişi eğer büyük bir değişim kararı verirse sahip olduğu tek hayatında ne kadar çok şeyi feda ettiğini, gereksiz yere harcadığını düşünebilir. Geçmişteki enkazdan sorumlu olduğu ve çok uzun zaman önce değiştirebileceği anlamı çıktığında geçmişteki hareketlerinin ezici sorumluluğunu kabul etmesi gerekir ve bu kolay değildir.

Suçlulukla başa çıkmanın en iyi -belki de tek- yolu telafidir. İnsan geriye doğru iradesini kullanamaz. Ancak geleceği değiştirerek geçmişi telafi edebilir.

Karar her başarılı terapi seyrinde merkezi rol oynar. Değişim mekanizmasını harekete geçiren şey karardır. Çaba olmadan hiçbir değişim olası değildir ve karar çabanın tetiğidir. Terapistin görevi hastayı özgürce seçim yapabileceği noktaya getirmektir.

Karar vermenin, bir kararla ya da karar vermemeyle sona ermediğini hatırlamak önemlidir. İnsanın tekrar tekrar yeniden karar vermesi gerekebilir. Bir kararı uygulayamama onu sonsuza dek "boşa harcamak" anlamına gelmez ve bir sonraki karar için herhangi bir anlam taşıması da gerekmez; ama böylesi bir başarısızlıktan çok şey öğrenilebilir.

Ayrıca, danışanın bir karar vermeye hazır olmadığı veya karar veremediği zamanlar olabilir. Terapist danışanın böyle bir zamanda karar vermeme kararını destekleyerek ona rahatlık sağlayabilir.

Karar kaçınılmazdır ve her yerde vardır. Eğer kişi kararlarının her yerde bulunma özelliğini tamamen kabul ederse otantik tarzda varoluş durumuyla karşı karşıya gelir. İnsan hayatta kalmak için bile karar verir.

İnsanın karar verme şekli büyük önem taşımaktadır. Karara aktif yaklaşım, insanın kendi gücünün ve kaynaklarının aktif kabulüyle uyumludur.

Her kararda bir ödül vardır. Eğer kişi bir karara bağlı kalamazsa, içinde kendine ait bir ödülü barındıran başka bir karar verdiği varsayılmalıdır. Ancak dikkat çekilmesi gereken nokta, ödüllerin kişiyi ketleyici değil ileriye doğru geliştirici olması durumudur. Örneğin danışanımın değişmek istememesi bir karardır ve somut veya sembolik ödülleri vardır örneğin; yakınlarından ilgi görmek, sürekli yardıma ihtiyacı olduğunu göstermek. İşte bu ödül insanın ileriye doğru gelişimini engelleyen bir ödüldür.

Yarattığınız dünyayı ancak siz değiştirebilirsiniz ve değişimde tehlike yoktur.

Kaynak:

Yalom, I.(1999): Varoluşçu Psikoterapi. Çev. Zeliha İyidoğan Babayiğit. Kabalcı Yayınevi, İstanbul.

www.esduyum.com

https://www.facebook.com/rusennur.arikan

Yazının devamı...

Yeni yıla girerken, ilişkilerde kabule doğru anlayış geliştirme

Yalnız olmaktan şikayet eden, ama herkese bir kulp bulan kişiler vardır. Onlar da hep insanların 'olumsuz' olarak gördükleri yanlarına odaklanırlar.

Bir de kendileri de çok kırılgan oldukları için, karşısındakiyle ilişkinin gelişmesine izin vermeden, uzaklaşanlar da var.

Hepimiz çok farklı ailelerden, farklı kültürel etkileşimlerden geçerek bu yaşlarımıza geldik. Bu nedenle de bireysel farklılıklarımız var. Herbirimizin farklı kırılma noktaları, farklı travmaları dolayısıyla ilişkilerde de farklı algıları ve tepkileri var. Biz biriyle etkileşime geçtiğimizde, bu kişiyle ilişki kurma tarzımız mutlaka geçmiş ilişkilerimizden köken almakta.

Eğer ilişkilere biraz da böyle bakabilirsek karşımızdakini daha iyi anlayabiliriz. Mesela; "A" kişisi, bir "B" durumuna beklemediğimiz bir tepki veriyorsa, bu "B" durumunun o kişinin dünyasında neyi tetiklemiş olabileceğini bir düşünelim. Neyi tetiklediğini bilmenize imkan olmayabilir ama birşeylerin o anda sizin gördüğünüzden başka bir anlamı da olabileceğini farkedebilirsiniz.

Bu durumda, karşınızdaki kişi ile yaşadığınız ve olumsuz olarak adlandırabileceğiniz durumu; "kişiselleştirmeme" yoluyla yani sizinle ilgili bir durum olmadığını anlayıp üzerinize alınmadan, ilişkiyi de koruma altına alma şansını yakalayabilirsiniz ancak daha da önemli birşeyden sözetmek istiyorum; "İnsanları olduğu gibi kabul etmek". Olgunlaşmak ve olgun sevgi bunu içerir. Hepimizin ayrı ayrı çeşitli zorlukları olabilir; birimiz ötekine göre daha kırılgan, daha cimri, daha öfkeli, daha hassas ve alıngan, daha kıskanç, daha çekingen, daha kaygılı, daha şüpheci, daha dominant, daha pasif, daha konuşkan, daha bencil, fazla verici, vb. olabilir.

Herkese girilebilecek bir yol olabileceğini düşünüyorum. Bir düşünün, çevrenizde tanıdığınız yukarıdaki özelliklerden birine veya birkaçına sahip ama aynı zamanda çok keyif alınabilecek özellikleri de olan kişiler yok mu? Ya aynı zamanda mizah anlayışı çok iyidir, muhabbetine doyum olunmaz veya entellektüel kapasitesi müthiştir ya da çok yardımseverdir ve zor zamanlarda yanınızda olur, vs. Yani o kişiyle alışverişinizin olacağı pek çok alan olabilir veya sizin yaşamınıza başka güzellikler anlamında çok şey katabilir.

İnsanların sizin hoşlanmadığınız özellikleri olabilir, önemli olan bu özellikleri tanımaktır, peki bu neye yarar? Kendinizi o ilişki içinde 'koruma' ya yarar. Yani siz de bunu bilerek o kişiyle ilişki kurarsınız. Böylece hoşunuza gitmeyen yönlerin sizi rahatsız etmesine izin vermezsiniz.

Bir de tabii işin hoşgörü kısmı var. Hata olarak gördüğünüz bir durumu, affetmeyi de bilmek lazım; konuşmaya çalışmak, kendini ifade etmesine izin vermek gerekebilir. Ders alma becerisi varsa, o kişi de bundan büyüyerek çıkar, yargılamaktansa önce anlamaya çalışmak lazım. Zaten eğer küskünlük durumu uzarsa 'öfke' artar, bu yüzden çok uzatmadan konuşmak gerekir.

Elbette ahlaki zaafı olan ve bize zarar veren kişi ve ilişkilerden sözetmiyorum. Böyle ilişkilere zaten hayatınızda yer vermezsiniz. Benim sözünü ettiğim ilişkiler, kabul edilebilir sınırlar içinde olup, yargılayarak ve empati kurmadan reddettiğiniz ilşkiler.

Tabii ki sevgili ve eş olma hali olduğunda, birbirinizi olduğu gibi kabul etmeye çalışırken 'öteki' için daha dikkatli ve esnek olduğunuz durumlar hiç kuşkusuz olmalı, bu bir ilişki sorumluluğudur. Burada ortak yaşam alanı da olduğu için; "nelerden vazgeçebilirim, nelerden vazgeçemem?" konusu çok iyi düşünülmeli.

Evet, hayatımıza aldığımız veya almaya çalıştığımız insanları, olduğu gibi kabul edebilmek de bir 'güç' dür. Bu ancak kendimizi de olduğu gibi kabul ettiğimizde daha mümkün hale gelir. Farklılıklarımız olabileceğini ve onu böyle de sevebileceğimizi karşımızdaki anlarsa "yakınlık" gelişir. Güzel ayna tutarsanız, insanlar güzelleşir. Karşımızdakine saygı duymak ve değer vermek böyle birşeydir.

Hoşgörü ve sevgiyle kalın. İyi seneler diliyorum...

www.esduyum.com

Yazının devamı...

Eşimi tanıyor muyum?

Bu yazımda evli çiftlere faydası dokunacağını umduğum, Amerikalı psikologlar; Dr John Gottman ve Nan Sılver'ın evlliliği sürdürmek için eşlerin birbirlerini tanımalarının ne kadar önemli olduğundan bahsettikleri görüşlerine yer vereceğim.

Eşinizi ne kadar tanıyorsunuz?

Sevgi haritalarınızı genişletin:

Eşlerin birbirlerinin yaşamındaki ayrıntılara önem vermediklerini ve büyük bir dikkatsizlik gösterdiklerini tespit eden Gottman, evdeki köpeğin adını ya da evin arka kapısını nasıl bulacağını bile bilmeyen eşlerin olduğundan sözediyor.

Çiftlerin birbirlerinin neden keyif aldıklarını, hoşlanıp hoşlanmadığı şeyleri, korkuları, stresleri hakkında bir fikre sahip olmaları çok önemli; rock müzik mi seviyor? Eğer öyleyse en sevdiği sanatçı kim?

Eşinizin işyerindeki problemlerinin ne olduğunu anımsıyor musunuz?

Duygusal zekalı çiftler birbirlerinin dünyası ile yakından ilgili oldukları için Gottman buna "Bir sevgi haritasına sahip olmak" diyor. Bu deyimi beyinlerinde, eşlerinin yaşantısı ile ilgili tüm bilgileri sakladıkları yer olarak kullanıyor. Eşler birbirlerinin geçmişindeki önemli olayları hatırlar ve eşlerinin dünyasındaki olgular ve duygular değiştikçe, bilgilerini güncellemeyi sürdürürler.

Kadın kocası için salata siparişi verdiğinde yanında sosunu da istemeyi unutmaz.

Erkek, eğer eşi geç saatlere kadar çalışıyorsa onun en sevdiği televizyon programını banta alır, çünkü hangisi olduğunu ve ne zaman gösterildiğini bilir. Eşinin patronu hakkında ne hissettiğini de bilir.

Birbirlerinin hedefleri, endişeleri, umutları hakkında bilgi sahibidirler.

Gottman, "Böylesi bir sevgi haritanız yoksa karşınızdakini tanıyamazsınız. Birbirinizi tam olarak tanıyamazsanız, onu gerçek anlamda nasıl sevebilirsiniz" diyor.

Birbirinin dünyasına yönelik ayrıntılı sevgi haritaları olan çiftler, stresli olaylar ve çatışmayla başetmede daha hazırlıklıdırlar.

Başlangıçtan itibaren birbiriniz hakkında derin bir bilgiye sahip değilseniz, yaşantınızda ani ve çok büyük bir değişiklik olduğunda evliliğiniz kolayca yolunu yitirebilir.

Yalnızca hobiler, spor, vb gibi yaşamlarının genel hatlarıyla değil, ayrıca birbirlerinin en derin özlemleri, inançları ve korkularıyla da ilgili olan çiflerin aralarında derin bir bağ oluşur.

Bir çiftin birbirine vereceği en büyük armağan, tanıdığını ve anlaşıldığını hissetme keyfidir.

Hadi o zaman eşinizle oyun oyun oynamaya başlayın;

En sevdiğim çiçek hangisi?

En çok neden korkuyorum?

En beğendiğim televizyon programı hangisi?

Hobilerimden birini söyle.

Evlilik yıldönümümüzün tarihi ne?

Şu an hangi sıkıntılarla karşı karşıyayım?

En büyük rakibimin ya da düşmanımın adını söyle.

Tanıdığımız insanlar arasında, en az hoşlandığım kişi kim?

Arzu, umut ve dileklerimden ikisini say.

En sevdiğim şarkı hangisi?

En beğendiğim tatlılardan birisini söyle.

..............

Yazının devamı...

"Hayır dersem, yalnız kalırım!"

Kişilerarası ilişkilerde kendimizi sağlıklı ve mutlu hissetmemiz için olması gereken özelliklerin başında, 'kendini korumayı bilmek' gelmektedir.

Çeşitli nedenlerle yardım almak için başvuran danışanlarım arasında azımsanmayacak sayıda kişinin, "hayır" deme konusunda güçlükleri olduğunu izlemekteyim.

Öğrenim hayatında arkadaşlarına karşı, işyerinde çalışma paylaşımı konusunda, evliyse kocası ve çocuklarına, ailesine, akrabalarına ve dostlarına "hayır" demesi gereken durumlarda bunu söyleyemeyen kişilerin ne kadar tükenmiş, yorgun ve öfkeli olduğunu gözlemlemekteyim.

En söylenmesi gereken yerde bile "hayır" diyememek, insanın iç dünyasında nasıl bir baskı oluşturur hiç düşündünüz mü? Bir türlü içinden geldiği gibi olamamak, devamlı insanın eksilmesine yol açmaz mı? Ya biriktirdiği öfkeler? Bu eşiniz ve çocuklarınız olsa bile kendinizi 'kurban' gibi hissetmenizi sağlamaz mı?

Bir kere "hayır" derseniz sanki herşey kırılıp dökülecek ve bir daha toparlanamayacak gibidir...Ve ben sorarım "ne olur hayır derseniz?" diye... Önce "Birşey olmaz, ne olacak ki?" cevabı gelir.

Ben de "Öyle olsa bunu söylersiniz zaten" derim. Sonra biraz üzerinde çalıştığımızda, daha derinlerdeki hatalı öğrenilmiş inançlar ortaya çıkar; "Ya kırılırsa?", "Ya üzülürse?", "Onu kırarsam aramız bozulur, benden uzaklaşır", "Hakkımda kötü düşünür, beni sevmez" cümleleri sıralanır. "Böyle olursa ne olur?" diye sorduğumda ise "Yalnız kalırım" denir ki işte, hatalı düşünce sisteminin esas tetikleyicisi de budur ama yanlıştır ve hatalıdır.

Siz, yaşamınızın bir döneminde böyle davranmanın iyi bir şey olduğunu öğrendiniz. Erken çocukluk döneminde sizin için özel olan kişiler; ebeveyn ya da bakıcılarınızla sevgi bağı oluşturmadaki başarısızlık, reddedilme veya terkedilmeye bağlı olarak kalıcı bir kaygı geliştirdiniz. Bundan sonra da ödünleyerek ilişki kurmaya başladınız.

Sürekli veren taraf olarak ilişki kurma davranışını, rol modeliniz olan annenizden de öğrenmiş olabilirsiniz. Başka bir modeliniz olmadığı için, bu da anlaşılır bir durum sonuçta.

Oysa sürekli vererek ilişki kurmak insan doğasına uygun bir ilişki modeli değil. Sürekli veren kişi bir süre sonra aynı şekilde karşı taraftan da beklediği için devamlı hayal kırıklığına uğrar ve öfke biriktirir. Sonra da hiç ilgisi olmayan yerlerde öfke patlamaları yaşar. Bu kez karşısındaki insan onun neye kızmış olduğunu anlamadığı için ilişki bozulmaya başlar.

Yazının başında "kendini koruma" demiştik. Bu kavrama tekrar dikkatinizi çekmek isterim. Kendini korumak demek, insan ilişkilerinde daha doyumlu ve mutlu yaşamanız için, psikolojik kaynaklarınızı tüketmeden ve karşınızdakini tanıyarak ilişki kurmak demektir. Siz sürekli veriyorsanız, karşınızdaki bu konfora alışır ve kim bundan vazgeçmek ister?

İlişki iki insanın dansıdır; iki ileri bir geri, iki geri bir ileri, bazen ikiniz birlikte yana doğru gibi düşünürseniz uyum da o zaman oluşur.

Bedenimiz yeterli oksijen ve gıdayı aldığında ancak verimli olabiliyorsa, bedenimiz gibi tıpkı ruhumuz da kendi ile ilgili ihtiyaçlarını giderdiğinde başkasını besleyebilecek hale gelir.

Sonuç olarak, 'kurban olmak da bir seçimdir' ve bu durumu farkettiğinizde bunu değiştirebilirsiniz. "hayır" demek öğrenilebilir, önemli olan bunu nasıl söyleyeceğinizi bulmaya çalışmaktır ve geliştirmektir.

Şunu aklınızdan çıkarmayın; "hayır" dediğinizde reddettiğiniz şey karşınızdaki kişi değil, onun istediği şey konusunda yeterli gücünüz, zamanınız veya bilginiz olmadığı konusudur. Ayrıca neden yapamadığınız konusunda karşı tarafı açık bir şekilde bilgilendirirseniz, sizi anlamasına olanak vermiş olursunuz.

Başlangıçta, "hayır" demek konusunda çocuğun yeni ayaklanıp yürümesi gibi bodoslama duvara çarpabilirsiniz ama zamanla bu durum, tıpkı yürürken olduğu gibi kendiliğinden gelen bir ifadeye dönüşür. Siz de hiç kimsenin gitmediğini ve sadece sizi sevdikleri için orada olduklarını görürsünüz.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.