SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Sınav Kaygısı

Üniversiteye giriş sınavının yaklaştığı şu dönemde gittikçe tırmanan bir duygu sınav kaygısı. Belki de çoğunun hayatlarındaki en büyük basamak olarak gördükleri bu sınav, onlara yeni bir hayatın ve geleceğin kapısını aralayacak. Önlerinde tek bir sınav var ve bu sınavın sonuçları onları hedeflerine, hayallerine ulaştıracak.

Eğitim sistemine baktığımızda elbette ki önemsenmeyecek bir sınav olduğunu söylememiz sadece bir kandırmacadan ibaret olur. Bireylerin ileride istedikleri meslekleri yapmaları ve mutlu olmaları sadece bu sınava bağlanıyor. Peki ya bazı düşünceleri, alternatifleri gözden kaçırıyor olabilir miyiz?

Kaygı, aslında hayatımız için oldukça koruyucu ve gerekli bir duygu. Hiç kaygılanmadığımızı düşünelim. Gelecekle ilgili hiçbir kaygımız olmadığını… Kaygı olmasa hayatla ilgili hedef ve amaçlarımız için gerekli motivasyonu sağlayabilir miydik? Her duygu gibi kaygının da hiç olmamasını istemeyiz. Kaygı, hüzün, öfke, korku gibi duygular zararlı gibi gözükse de hepsine belli ölçüde ihtiyacımız var. Bu duyguları dengede- ortalama bir düzeyde tutmak bizim için en ideali. Hiçliği ya da çok fazla olması bizim için sıkıntı yaratan durumları ortaya çıkarır. O halde istediğimiz şey kaygımızı, sınav kaygımızı yok etmek değil; dengede tutmak ve kontrol altına almak. Dolayısıyla he zaman sınavda ve hayatta daha başarılı olan kişilerin daha zeki ya da sınavdan yüksek puan almış kişiler olmasını bekleyemeyiz. Bu duygularını dengede tutan kişiler bilgilerini sınavda ve hayatta daha işlevsel olarak kullanabilirler. O halde sınav kaygımızı nasıl dengede tutarız bir bakalım.

Sınav Kaygısını Kontrol Altına Almak İçin Tavsiyeler:

Sınava az zaman kalması sebebiyle henüz bitmeyen ve eksik olan konularınız varsa onları bir an önce tamamlayın. Sonrasında kalan zamanınızda her gün deneme-çıkmış soruları çözerek, yapamadığınız soruları öğretmenlerinize sorarak ilerleyebilirsiniz. Bu dönemde deneme çözmek sınavı daha fazla deneyimlemenizi ve kaygınızı kontrol altına almanıza yardımcı olacaktır. Sınava son 2-3 gün kalaya kadar deneme çözmeye devam edebilirsiniz. Son 2-3 gün çalışmayı bırakın ve dinlenin.

Belirsizlik her türlü durumda kaygı yaratır. Hala mesleğinizi belirlememiş olabilirsiniz. Bir hedefinizin olmaması kaygıya sebep olabilir. Her zaman ne için çalıştığınızı bilmek ve ileriye dönük bir hedef belirlemek motivasyonu yükseltir. Yüksek motivasyonla daha çok çalışan kişiler daha az kaygılanır. Şu zamana kadar belirleyemediyseniz bu kısa zamanda aceleci davranmanıza gerek yok. Elinizden gelenin en iyisini yapın ve sınav sonrası tercih dönemine kadar bu konu hakkında araştırma yapın. Bu araştırmayı yaparken iki şeyi göz önünde bulundurun.

*

Kendinize, başarınızı ve değerinizi sadece kendinizin belirleyebileceğini hatırlatın.

Sınavlardaki başarınızı kendinize olan saygınızla eşdeğer görmeyin.

Gelecekle ilgili endişeleriniz olması güzel. Ancak fazlası zarar. Her zaman bir alternatif vardır. Gelecekte mutlu olmanın tek sebebi bu sınav değil. Kendinize hatırlatın. Dışarısı bu sınavda başarılı olamamasına rağmen birçok alanda devasa başarılara, girişimlere adım atmış insanlarla dolu unutmayın.

Bu yazıyı okuyorsanız ve sınav kaygınız varsa bu zamana kadar elinizden geldiğince çalıştınız demektir. Bundan sonraki süreci de iyi değerlendirin. Son düzlükte pes etmeyin.

Sınav yaklaştıkça, denemelerden önce ya da denemeler sırasında dikkatiniz dağılıyor, elleriniz terliyor, çarpıntınız oluyor, mideniz bulanıyor mu?

Bu belirtiler sınav kaygısına işarettir.

Nefes egzersizleri ve gevşeme egzersizleri bedensel tepkilerinizi yatıştırır. Bu belirtileri yaşadığınızda bir süre yavaşça nefes alın ve nefesinize odaklanın.

Olumsuz düşünceleriniz varsa onlarla savaşın. “Başarısız olacağım, her şey berbat olacak, insanlar beni eleştirecek” gibi olumsuz varsayımlarla üreyen düşüncelerin yerine “Başarılı olacağım, başarısız olmam için hiçbir sebep yok, her şey yolunda gidecek, elimden geleni yaptım, insanların ne düşündüğü benim değerimi ve başarımı etkilemez ve değiştirmez” gibi daha işlevsel ve gerçekçi olanları koyun.

Uzman Klinik Psikolog-Psikoterapist Eda Malkav

Gsm: 055 099 05 01

Web: www.edamalkav.com

E-mail: /

İnstagram: @psikologedamalkav

Yazının devamı...

Kallmann Sendromu

“Hiçbirinizin haberi yok! Ama zorlu bir gençliğim oldu benim. Ortaokulda arkadaşlarım hep dalga geçti; Çünkü sesim “kız” gibiydi. Erkek adamın sakalı gür olurdu; Benimse yüzüm tertemizdi. Hiçbir zaman bir bahar sabahı hava nasıl taze çiçek kokar bilmedim. Hiç bir kahve mis gibi kokmadı bana mesela… Neden mi? Çünkü koku alamıyorum ben. Bir kere bile deniz kokusunu içime çekemedim. Taze simidin kokusuna bir Karaköy kadar aşina değilim anlayacağınız. Ama en zor olanı neydi biliyor musunuz? Yalnızlık, tek başınalık… Hep gizlendim! Çünkü eksiktim ben!”

Kallmann Sendromu Konferansı tiyatrocu Köksal Ünlü’nün bu tiradı ile başladı. Evet bunlar kallmann sendromu olan birinin yaşadıkları ve hissettikleriydi. Bu cümleler konferansın başında aklıma kazınmıştı. O an düşünmeye başladım. En çok da koku almamanın nasıl bir şey olduğunu… Empati yapmaya, kallmann sendromlu birinin penceresinden bakmaya çalıştım. Bir çiçeğin kokusunu alamadığımı, denizin kokusunu içime çekemediğimi hayal ettim. Sevdiğimin kokusunun nasıl bir şey olduğunu bilmediğimi… Bunu düşünürken bile zorlandığımı fark ettim. Zordu sevdiğini koklayamamak; toprağın, çiçeğin, denizin kokusunu duyumsayamamak… Ama en zoru da belki bunu söyleyememek belli edememekti. Ben Kallmann’ım kitabının yazarı, kallmann ağı ve platformunun kurucu ve öncüsü Uygur Öztürk’ün koku almadığını gizlemeye çalıştığını anlattığını anımsıyorum. Ve üstelik tek gizlemeye çalıştığı da bu değildi.

Kallmann sendromlu kişiler ergenliğin uğramadığı, yaşıtları gelişip farklılaşırken kendilerinde fark edilir bir değişim gözlenmeyen bireylerdir. Kallmann sendromu doğuştan gelen, erkeklerde on binde bir, kadınlar da ise elli binde bir görülen, cinsiyetle ilgili hormonların salgılanmasıyla ilgili problemden kaynaklanan bir hastalık. Bu hastalık kişinin cinsiyet ile ilgili gelişiminin aksamasına sebep olurken bir yandan yukarıda bahsettiğim gibi koku almada da problemler görülüyor. Az koku alma(hiposmi) ya da hiç koku almama(anosmi) şeklinde eşlik eden bu problem bireyin hayatını olumsuz yönde etkiliyor. Yine hormonların kişinin gelişimini etkilediği bir diğer nokta erkeklerde cinsel organ-penisin küçüklüğü. Kallmann Sendromu Platformu bu konuyu da cesaretli bir şekilde dile getiriyor ve öne çıkarıyor. Bu yolda kullanılan cesur slogan ise şöyle:

Gelelim işin sosyolojik ve psikolojik boyutuna. Erkekliğin öneminin üstüne basa basa vurgulandığı bir ülkede yaşıyoruz bilindiği üzere. Sadece kadınların toplumsal baskılara maruz kaldığını düşünmemiz gerçek dışı olur. Erkeklere de biçilmiş toplumsal cinsiyet rolleri var elbette. Erkek her yönden güçlü olmalı, evine bakmalı, para kazanmalı, tüm maddi yükü üstüne almalı, korumalı, kollamalı… Bunun yanı sıra, ergenlikten itibaren arkadaş çevresinde cinsellikten bahsetmek ve bunu deneyimlemek hatta başarılı olmak zorunda olan, birlikte olma sayısına ve cinsel organının büyüklüğüne göre “erkek” sayılan, acımasızsa yaftalanan, dizilerde bile karşımıza çıkan bir takım “light erkek” gibi lakaplarla etiketlenen, hatta sakalı çıkmayınca, sesi kalınlaşmayınca, boyu uzamayınca “tüysüz, kız gibi çocuk, süt çocuğu” gibi nitelendirilen bir varlık erkek. Bu baskıların altında ezilmesi, kendini yetersiz hissetmesi, özgüveninin düşmesi beklenen bir durum hal böyle olunca. Bu kadarıyla da kalmıyor elbet… Yetişkinlik döneminde bireyin çeşitli komplekslerle tekrar karşısına çıkıyor. Uygur Öztürk bunu kendi ifadesiyle “eziklik psikolojisi” olarak adlandırıyor. Toplumun kalıplarına göre tam bir erkek olmadığını düşünen birey ileriki yaşantısında bir kadına karşı kendisini daima yetersiz ve aşağı hissediyor. Bunu yaşamamak için de çoğu zaman yalnızlığı tercih ediyor.

Burada anlatacağımız, insanlara göstereceğimiz ve fark etmelerini sağlayacağımız şey zihnimize işlenmiş toplumun bize dayattığı kalıpların bir insana bakışımızı etkilememesi gerektiği belkide… Kalıpların dışına çıkmak, bakış açımızı değiştirmek, anlamak, empati yapmak… Bir insanın hayattaki doyumu ya da karşısındaki insanla mutluluğu cinsel organının boyuna, sakalına, ne kadar gelişmiş ve erkeksi olduğuna bağlı olmamalı. Kaldı ki hormon ve koku tedavileriyle kallmann sendromu, bireyin hastalığını fark etmesinden ve tedavi olmaya başlamasından itibaren olumlu gidiş gösteriyor. Psikoterapi ile birlikte de kendisinde gelişen yetersizlik duyguları üzerine çalışılarak hayatını daha iyi bir şekilde sürdürmesi destekleniyor.

Bizim amacımız ise bu hastalığı, sendromu duyurmak. Neden diğerleri gibi gelişip büyüyemediğini düşünen bireylere kallmann sendromlu olabileceklerini fark ettirmek ve tedavilerine en erken zamanda başlamak. Doğuştan olmasına rağmen bilinmediği için çok geç konulan tanılar yerine, belki çocuğunun koku almadığını ya da az koku aldığını fark eden, bunun için çocuğuna gerekli testleri yaptıran bilinçli ebeveynler ile kallmann sendromunun erken fark edilmesini sağlamak. Erken fark etmek ve doğru tedavi kişilerin fiziksel, cinsel gelişimini destekliyor ve hatta ileride çocuk sahibi olmalarını da sağlayabiliyor.

Siz de daha fazla duyurmak için destek olun.

Bir ağacın altında çekildiğiniz fotoğrafı #güçlükalmaniçinboyuönemsiz etiketiyle paylaşın.

Çünkü: “

Uzman Psikolog Eda Malkav

Web: www.edamalkav.com

E-mail:

İnstagram:

Yazının devamı...

#BenceKadınOlmak

Son yılların istatistiki verilerine bakıldığında Türkiye’de kadın olmak; Türkiye nüfusunun yarısını (%49,8) oluşturduğu halde erkeklerin istihdam oranının yarısından azına sahip olmaktır.

Kadının nüfusun yarısını temsil ettiği ülkemizde, TBMM’de milleti temsil etme sayısı 464 erkeğe karşılık sadece 75’tir.

Yine bildiğimiz gibi Türkiye’de kadın başbakan sayısı 1’i ve son 20-30 yıldır kurulan hükümetlere bakıldığında kadın bakan sayısı 3 ü geçmemiştir.

Kadının karar mekanizmalarındaki temsili bu şekildeyken bir de kadına şiddet rakamlarına göz atalım.

Son 1 yılda en az 409 kadın öldürülürken, yaklaşık 246 kadın cinsel şiddete uğramıştır. Bunun yanında 387 çocuk cinsel istismara uğramıştır.(Rakamlar yaklaşık rakamlardır. Farklı platformlarda rakamlar farklı olarak yansıtılmış olduğundan bir kesinlik içermemekle birlikte ortalama sayılardır.) Maalesef ki bu rakamlar her geçen yıl azalacağı halde gittikçe artmaktadır.

Ve son olarak Türkiye İstatistik Kurumu’nun yaptığı araştırmalara göre aile yapısını inceleyecek olursak; kadınlar yemek pişirme, bulaşık yıkama, çamaşır yıkama, ev temizliği ve ütü yapmak gibi sürekliliği olan ev işlerini yaparken, erkekler ise tamir, boya badana, fatura yatırma gibi süreklilik gerektirmeyen işleri yapmaktadırlar. Aynı zamanda Türkiye genelinde yemek yapma işini %91,2 oranında kadınlar yaparken, erkeklerin yemek yapma oranı %8,8 olmuştur.

Bu rakamlarla gerçeği biraz daha açık ve çarpıcı bir şekilde yüze vurmak ve hatırlatmak istedim. Bir şeyi ne kadar iyi bilir ve tanırsak değiştirme ihtimalimiz ve umudumuz daha da artar diye düşünüyorum. Bu rakamlar cinsiyet eşitsizliği ya da ataerkil toplum yapısının ve toplumsal cinsiyetin getirileri olarak yorumlanabilir. Bir insan olarak bu tabloya bakmakla bir psikolog olarak bu tabloya bakmak arasında bir fark yok aslında. O yüzden belki de kadın olmanın ıstırabını nasıl dile getireceğim konusunda uzun süre kendimle savaştım ancak sonra sayıların bu durumu anlatmadaki en doğru ve gerçekçi yol olduğunu düşündüm.

Rakamlara ek ve son olarak söylemek istediğim ise “kadın olmak” toplumun ona çizdiği rolleri benimsemek zorunda olmakla birlikte sadece insan olmanın gerektirdikleriyle; özgür olarak, ayakları üzerinde durarak, kendi maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayarak, kimseye muhtaç olmayarak, kendi kariyerine geleceğine karar vererek ve inşa ederek, kendini gerçekleştirerek var olmak demek. Kadın demek anne demek, eş demek, abla demek, sevgili demek… Kadın cennet demek…Şefkat demek…Ama siz kadın olmayı baştan çıkaran, cehenneme gönderen, teşvik eden, tahrik eden olarak görmeye devam etmek istiyorsanız bu rakamlar hiçbir zaman olumlu yönde değişmeyecek.

Kadın dediğin… Edepli olacak, okumayacak çalışmayacak evine bakacak, gelişmeyecek, eşinin babasının abisinin sözünün üstüne söz söylemeyecek… Kadın dediğin erkeğini elinde tutmasını bilecek, yemek yapacak, marifetli olacak, cilvesini de eksik etmeyecek… İşte kadının ıstırabı tam da bu ikircikli durumun ortasında sıkışıp kalmak. Ve kadına bu bakış değişmedikçe kadının ruhu sıkışmaya devam edecek.

Gelin biz kadınlar ve kadına değer veren, kadını; güç, zeka, beceri ve yetenek olarak erkek cinsiyetinden ayırmayan herkesle bu ıstıraba son verip, kadınların daha cesur olduğu, boyun eğmediği, sporda, sanatta, edebiyatta, bilimde her zamankinden daha çok yer aldığı bir gelecek hayal edelim ve yarın hemen işe koyulalım.

Milliyet Pembenar ailesine bize fikirlerimizi aktarabildiğimiz bu platformu oluşturduğu, bize değer ve yer verdiği için teşekkür ederiz. Kadınlar Günümüz Kutlu Olsun…

İnstagram: @psikologedamalkav

E-mail: edamalkav@gmail.com / bilgi@edamalkav.com

Yazının devamı...

Çocuğun Gelişiminde Dikkat Edilmesi Gereken Nokta: Sevgi

-Hocam benim kızım konuşamıyor ve kendini ifade edemiyor. Her yeri dağıtıyor, ne desem anlamıyor. Bağırıyorum, çağırıyorum, vuruyorum, dövüyorum yine de anlamıyor. Sizce neden anlamıyor? Ben daha ne yapayım ?

Bu soruyu duyduğumu o kadar net hatırlıyorum ki... Duyduğumda bir süre algılayamadığımı, yanlış duymuş olabileceğimi düşündüğümü ve oldukça şaşırdığımı hatırlıyorum. Son derece kendinden emin, yaptığının doğruluğundan en ufak bir şüphesi yok annenin. Kaldı ki kendi annesinden aldığı tavsiyeler de bunu destekler nitelikte. Hiç aklımdan çıkmadığı haliyle şöyle anlatmaya devam ediyordu. Annem "İyice bir dövmüyorsun...Eline oklavayı al bakalım bir daha yapıyor mu?" dedi, diyordu.

Evettt gelelim esas meseleye... Aslında durum oldukça açık ve tam da gözümüzün önünde. Ancak anne bunu göremiyor. Çocuk 4 yaşında. Henüz algılayamıyor ve konuşamıyor... Evde ne yapsa bir engellenme, sert bir tepkiyle karşılaşıyor. Bir şey döküyor mesela, döktüğü için azar yiyiyor... Kağıda boya yapacakken masayı boyuyor hemen eline bir fiske...Tam bir şey söyleyecek, çok konuşma sus deniyor. Her girişiminde ve merak arzusunda engellenen çocuk algısını kapatıyor ve konuşmaya gereksinim ve istek duymuyor. Anne de gelip yahu bu çocuk neden konuşmuyor, anlamıyor, yaramazlık yapıyor diye soruyor. Çocuğunuzun anlamasına, duymasına, konuşmasına, merak etmesine, keşfetmesine izin vermezseniz bunları yapmasını nasıl bekleyebilirsiniz ki... Son derece şaşkınlık içerisinde anneye şu cevabı verdiğimi hatırlıyorum.

- Bir de bağırmadan, vurmadan deneyin!

İşin daha da ilginçleştiği nokta ise annenin benim söylediğim cümle ile birlikte bir aydınlanma yaşamasıydı. Sanki dünyanın en ilginç ve hiç duyulmadık bir şeyini söylemişim gibi çok haklı olduğumu, neden bunu daha önce düşünemediğini söyledi.

Neden mi düşünememişti? Çünkü genç yaşta mutsuz bir evlilik yapıp, evliliğini kurtarmak adına tek umut olarak çocuk yapmış, çocuk büyütmek bakmakla ilgili en ufak bilgiye sahip olmadığı gibi hem kendi büyütüldüğü şekliyle hem de bizzat kendi annesinin tavsiyelerini, kulaktan dolma -kızını dövmeyen dizini döver- cümlelerini çocuk büyütmekte kendine ilke edinmişti.

Şimdi biz burada en çok kime kızalım. Hiçbir şeyden haberi yokken evlenmiş, evliliğini kurtarmak için çocuk yapmış, konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan anne babaya mı; yoksa çocuklarına yaramaz olmasın diye sevgi vermek yerine dayakla bir şeyleri öğreten, bunu bir eğitim biçimi olarak uygulayan ve tavsiye eden, çocuklarını okula göndermeyip, bir an önce sırf evde kalmasın diye evlendiren bu annenin ebeveynlerine mi?

Bilginin, olgunluğun, iyiliğin, öğrenmenin, farkına varmanın, bilinçlenmenin yaşı olduğunu düşünmüyorum. Bir çocuğun en önemli modeli, yol göstericisi anne babasından başka kim olabilir ki... Fark etmek, sonrasında öğrenmek için adım atmak, bu döngüyü bir yerde tersine çevirmek, zinciri kırmak en önemli mesele olsa gerek. O zincirin kırıldığı noktada değişim başlar. Ve bir sonraki nesli kurtarmış oluruz belki de... O sizin de içinde bir halka olduğunuz zinciri koparın, fark edin, değiştirin ve çocuklarınıza dayakla değil sevgiyle yaklaşmayı ilke edinin. Böylece sizden sonraki halkaların daha sağlam, isteyerek, kendiliğinden o zincire bağlandığını göreceksiniz.

Sorularınız, yorumlarınız, söylemek istedikleriniz ve danışmanlık konusunda bilgi almak çin;

İnstagram: @psikologedamalkav

E-mail: edamalkav@gmail.com/bilgi@edamalkav.com

Yazının devamı...

Sevgililer Günü Hediyesi

Kutlanması konusunda bir sürü karşı görüşün olduğu, sevgilisi olanların da bu konuda fikir ayrılıklarına düştüğü, sevgilisi olmayanların zaten kutlanmasına isyan ettiği o tartışmalı gün geldi çattı.

sorusunun sıkça sorulduğu bugünlerde insanların kafası oldukça karışık.

Bugünün oluşu ve doğuşu bile tartışılırken başka bir tartışma konusu ise sevgiliye ne alınacağıyla ilgili. Tabi bir yandan evlilerin de işin içinden çıkamadığı ve kaçamadığı, serzenişlerinin yükseldiği bir gün sevgililer günü.

Elbette ki nereden çıkmış, nasıl bu kadar büyük bir gündem ve özel bir gün haline gelmiş, kapitalizmin parçası olmuş...o konulara girmeyeceğim. Sadece bu sevgi-lilik ile ilgili kendi fikirlerimi paylaşacağım.

Eşimle birlikte flört ettiğimiz dönemlerde aldığımız bir kararla konuya giriş yapmak istiyorum. Bu karara varmamızın sebebi aslında 14 Şubat'ın bizim için bir anlam ifade etmeyişiydi. İkimize ait özel günleri kutlamayı severiz. Ama o günlerin tarihleri ve özelliği sadece bizimle ilgilidir, herkesle ilgili değil. Herkesin aynı anda kutlayıp birbirine maddi hediyeler uzattığı günler pek ilgimizi çekmez. Benim ve bizim olanı sahiplenmeyi önemseriz daha çok. Yine de bizim de bir zamanlar etkisinden kurtulamadığımız bir gündü sevgililer günü. O zaman şöyle bir karar almıştık: Sevgililer gününde birbirimize bir hediye almak yerine kendi ellerimizle yaptığımız bir şeyi birbirimizle paylaşacaktık. Nitekim de öyle yaptık. Bu özel gibi gözüken ama aslında kimseye özel olmayan günü yine kendimize özel bir hale getirmeye çalışmaktı belki de arzumuz.

Demek istediğim ve anlatmaya çalıştığım bu günü kutlamamak, yok saymak veya kapitalist düzene karşı çıkmak zırvaları değil elbette. Günü ve kendimizi bir kalıba sokmak yerine sevgili, evli, yalnız olup olmamaya bakmadan sevgi-liler gününde ve yılın diğer tüm günlerinde de sevdiğimiz insanlara maddi hediyelerden ziyade onlara sevgimizi uzatmamızdan bahsediyorum. Belki ellerimizle yaptığımız, emek verdiğimiz, ya da sadece sarıldığımız...Aradığımız gerçek sevgileri bulduğumuzu düşündüğümüz, gerçek sevgiyi bize koşulsuzca veren kişilere maddi bir eşya aramaktansa gerçekten onlara içten sarıldığımız, sevdiğimizi söylediğimiz, bir sınırsızlığın içinde yer alabildiğimiz bir sevgi-lilikten bahsediyorum. Pahalı hediyelerin, kırmızı mum ve kalpli balonların ötesindeki sevgililikten.

Sevginin kendisi de öyle değil midir? Sınırları olmayan, derecesini ölçemediğimiz, içimize sığmayan koca bir güç. Bu gücü hediyelerle ve sadece bir kişiye göstermek yerine tüm sevdiklerimizin yanaklarına birer öpücük kondurduğumuz ve onları sevdiğimizi söylediğimiz bir sevgililer günü geçirmek dileğiyle...

Sorularınız, yorumlarınız, söylemek istedikleriniz ve danışmanlık konusunda bilgi almak için;

Instagram: @psikologedamalkav

E-mail: edamalkav@gmail.com / bilgi@edamalkav.com

Yazının devamı...

Siber Zorbalık!!!

Şu sıralar çokça konuşulan ve özellikle bugün (13 Aralık), hakkında farkındalık paylaşımları yapılan ve dikkat çekilmeye çalışılan konu: siber zorbalık.

Peki nedir bu siber zorbalık? Zorbalık kelimesinin anlamını biliyoruz aslında. Zorbalık, birinin ötekine zarar verici fiziksel, sözel, cinsel vb. davranışlarıdır. Siber kelimesi başına eklendiğinde ise, bunu teknolojik bilgi ve iletişim araçlarının kötüye kullanılarak karşıdaki kişiye zarar verme davranışı olarak tanımlayabiliriz.

Siber zorbalığın daha çok yaşandığı yaş grubu ise ergenlik dönemi, özellikle 13-18 yaş aralığıdır. Araştırmalara bakıldığında, 13-18 yaş ergenlerinin yarısının siber zorbalık mağduru olduğu ve her beşinden birinin ise siber zorba olduğu görülmektedir. Bu konuyla ilgili yine ergenlik dönemindeki bireylerle Türkiye'de yapılan bir araştırmaya göre ise her üç kişiden biri siber zorbalık mağduruyken, her dört kişiden biri siber zorba olarak hayatını sürdürmektedir. Rakamlar incelendiğinde, teknolojinin bu kadar hayatımızın içine işlemesi ve bizi kendine bağımlı hale getirmesi sürecinde aslında bu oranların oldukça ciddi olduğu görülmektedir.

Bir davranışın zarar verici olması için sadece fiziksel olması gerekmez. Daha çok ergenler arasında yapılan, hakaret içerikli paylaşımların yapılması, birinin diğerini aşağılayıcı yorumları, birinin hesabını izni olmadan ele geçirme gibi durumlar da kişilere zarar vermektedir. Bu davranışlar ergenlere sorulduğunda bunu yapma sebepleri olarak: "arkadaş ortamı, sosyalleşme, eğlence (makara yapma), can sıkıntısı ve intikam" gibi cevaplar alınmaktadır. Bunu yaşayan kişiler ise en çok öfke ve intikam duygularını hissettiklerinden bahsetmektedir.

Peki, bir eğlence olarak başka birinin hayatına zarar vermek ve karşılıklı olarak intikam duygularını beslemek ne kadar doğru olabilir ki ? Aileler ve öğretmenler(rehber öğretmenler) bu konuda neler yapabilir ?

Bu durumun sonlanması ve daha ileriye gitmemesi için öğretmenlerin, ailelerin sorumluluğu oldukça büyük. İşe çocukları, öğrencileri konuyla ilgili bilgilendirmeyle başlanabilir. Bunu yaptıklarında aslında karşılarında sanal bir karakter olmadığı, gerçek insanların var olduğuna dikkat çekilerek konuyla alakalı bilgilendirme seminerleri düzenlenebilir. Sonrasında ise bu internet ve mobil telefonlarının kullanımı ile ilgili de bilgi verilerek bu kullanımların takip edilmesi, sınırlandırılması izlenecek yollardan biri olabilir.

Çocuklara arkadaşlarından geri kalmaması için daha ilkokul çağında en lüks mobil cihazları almak ne kadar yanlışsa, alındığı halde nasıl kullanacağını, ne için kullanacağını anlatmamak, öğretmemek de o kadar yanlıştır. Lütfen ebeveyn ya da öğretmen olarak bu konu hakkında önce kendiniz bilinçlenip sonrasında çocuğunuzu da bilinçlendirmekten kaçınmayın. Çocukların sanal dünya üzerinden birbirlerine karşı intikam duyguları beslemelerine engel olun.

Sorularınız için yorum bırakabilir ya da edamalkav@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz.

İnstagram hesabı: @psikologedamalkav

Yazının devamı...

Ama Bu Haksızlık !

Haksızlık duygusu hakkında epeydir birşeyler yazmayı düşünüyorum aslında. Haksızlık...Biraz üstünde düşünelim. Herkes hayatında bir haksızlığa uğramıştır ve o haksızlık duygusunu hissetmiştir mutlaka. Ne kadar çırpınsanız da bir öğretmeninizin sizi hiç farketmediğini anladığınızda ya da bir arkadaşınızın kırdığı camı oradan kaçmadığınız için üstlenmek zorunda kaldığınızda...Birinden daha çok ders calısıp onun daha yüksek aldıgını gördüğünüzde...Çok istediğiniz bir işe sırf torpili olduğu için sizden daha vasıfsız biri alındığında... Bir yarışmada adil olmadığı halde sizin denginiz olmayan rakiplerle yarıştığınızda... Çok sevdiğiniz birini etrafınızdakilerden daha erken kaybettiğinizde belkide...ve size ait olan bir şey çalındığında en çok da... Çok severek okumuş olduğum bir kitabın beni en çok etkileyen altını defalarca karalıdığım bir sözünü hep hatırlarım bir haksızlığa şahit olduğumda. Şöyleki: "Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun.." Evet bu cümleleri okuduğumda hayatın yaşanan tüm o keyifsiz anlarında aslında hep bir hırsızlık ve haksızlık olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Sizden birşey çalındığında siz ne hissediyordunuz? Zihninizden hangi düşünceler geçiyordu? "Ama bu haksızlık!" cümlesini hiç kurmadınız mı ? Birinin kalemi çalındı birinin hayalleri...Birinin cüzdanı çalındı birinin emekleri...Birinin arabası çalındı birilerinin inancı...Birilerinin hayatı... Peki sizi bu haksızlıklarla savaşırken ayakta tutan şey ne oldu? Nasıl tekrar ayağa kalkabildiniz? Nasıl devam edebildiniz ? Hayatta yaşadığınız haksızlıkların sadece sizin başınıza geldiğini düşünseniz başa çıkabilir miydiniz ? Yoksa "yaşayan tek ben değilim o da atlattı." , "Şunun da başına geldi." demek, tek olmamak, yalnız olmamak sizi hep rahatlatan şey mi oldu ? Evet. Haksızlık duygusuyla, yaşadığınız şeyi diğerlerinin de deneyimlediğini, tek olmadığınızı düşünerek bir de hakkınızı arayarak, haksızlığın karşısında durarak başa çıkabilirsiniz. Unutmamanız gereken şeyse o haksızlığa uğramış olmanın sizinle ve sizin değerinizle alakalı olmadığıdır. Onu siz istemediniz ve sizin yüzünüzden yaşanmadı. Evet haksızlıkla karşı karşıya kaldığınızda birçok duyguyu bir anda yaşıyor olabilirsiniz aslında. Çünkü haksızlık duygusu içinde birçok başka duyguları da barındırır. Öfke, nefret, hayal kırıklığı gibi...Bu yüzdendir ki haksızlığa uğramış kimsenin kolayca sakinleşemediğini, bir şekilde bir çıkış yolu aradığını görürsünüz çoğu zaman. Rahatlama yaşayabilmesi için o haksızlık duygusuyla başa çıkması bir çıkış yolu bulması gerekir. Bunu bazen tek başına yapması güç de olabilir. Yakınlarının ya da bir uzmanın desteğine ihtiyaç duymaları oldukça doğaldır. Böyle zamanlarda yakınınıza olabildiğince anlayışlı olmak, uğramış olduğu haksızlığı anladığınızı yalnız olmadığını hissettirmek kişiye iyi gelebilir.En önemlisi ise şefkattir.İstemediği halde birşeyi çalınmış ve haksızlığa uğramış kişiye verebileceğiniz en iyi şey şefkattir. Eğer bu haksızlığı yaşayan kişi sizseniz kendinize uygulayabileceğiniz en iyi tedavi de yine şefkattir. Kendinizi anlamak, kendinizi duymak, kendinizi sevmek, kendinize şefkat göstermek.

Yazının devamı...

Tiyatro ve psikoloji

Tiyatro ile psikolojinin çok iç içe olduğunu ve birbirinden fazlaca beslendiğini hep düşünmüşümdür.

Özellikle bir "psikoterapi"yi çoğu zaman, bir tiyatro sahnesinde sahnelenen tiyatro oyununa benzetirim.

Her bir tiyatro oyunu farklı bir hikaye anlatır bize farklı karekterler, yaşantılar... Ve birçok empati kurma olanağı sağlar.

Bir psikoterapide de daima farklı hikayeler vardır. Bir danışanın hikayesi diğerine asla benzemez. Her defasında çok kendine has deneyimler, yaşantılar, benlikler dinleriz.

Hatta bir tiyatro oyuncusuyla bir psikoterapistin işini de şu yönden benzetirim: Bir tiyatro oyuncusu sahneye çıktığında kendi hayatını tamamiyle dışarıda bırakarak bambaşka bir karektere bürünür ve kendinden bambaşka bir anlatı içinde bulur kendini.

Psikoterapist de sanılanın aksine bir terapi seansında kendi yaşantısını, duygu ve düşüncelerini dışarıda bırakır ve bırakmalıdır da. Çünkü koşulsuz kabul, önyargısız ve etkin dinleme, objektif bir bakış ancak bu şekilde gerçekleşebilir.

Orada sadece danışanın hikayesine sadık, dinleyici konumunda ve merkez noktası asla kendisi olmadan, sadece bir psikoterapist olarak yer alır. Kendi kişiliği ve yaşantısını olabildiğince (belki yüzde yüz olamasa da) terapinin dışında tutar.

Bir tiyatrocuyu da bir psikoterapisti de özel ve sundukları şey bakımından büyülü kılan en önemli şey belkide bu kendi hikayelerinin gizliliği ve bilinmezliğidir.

Tiyatro, drama aynı zamanda zaten birçok terapi yönteminde (sanatla terapi, sosyodrama, psikodrama gibi) kullanılmaktadır. Çünkü bilindiği gibi sanatın, tiyatronun, bireyin içsel(ruhsal) süreçlerini dışarıya aktarma ve dönüştürme konusunda, yani ruhsal sağaltım sürecinde etkisi oldukça büyüktür.

Tüm bu sebeplerden bir psikolog olarak sanata ve tiyatroya olan bakışı önemsiyorum ve kişinin kendi yolculuğunda hikayesini oluştururken buralardan faydalanması gerektiğine inanıyorum. Ve yine bu yüzden çocuk, ergen, yetişkin herkesin tiyatroya dahil olmasını, hatta içerisinde yer almasını ya da en azından izleyici konumunda bu deneyimi sık sık yaşamasını tavsiye ve temenni ediyorum.

İletişim: edasenturkk@hotmail.com / @psikologedasenturk

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.