SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Psikolog & Psikiyatrist

Halk arasında çok karıştırılan farkları merak edilen meslek gruplarıdır : “psikolog” ve “psikiyatrist(psikiyatr)” .

Çoğu zaman psikolog olduğumu söylediğimde tam olarak anlaşılmaz ve sorular gelmeye başlar:

Bu sorular sonucunda bu yazımda bu iki meslek grubunu açıklamaya karar verdim. Öncelikle biraz tanımlardan yola çıkalım.

Psikiyatristin kim olduğunu araştıracak olursanız “ruh ve sinir hastalıklarında kişide görülen uyumsuzlukları önleme, teşhis ve tanıda görev alan uzman doktor” gibi tanımlara, psikoloğun ne yaptığını araştırdığınızda ise “ruh bilimiyle uğraşan, bireylerin duygu, düşünce ve davranış süreçlerini inceleyen, tanı ve tedavide görev alan ruhbilimci” gibi tanımlara rastlarsınız. Buradan da anlaşılacağı üzere psikoloji ve psikiyatri birbirinden çok farklı, bağımsız disiplinler değildir. Çoğu zaman yardımlaşarak birlikte çalışırlar, birbirlerine de ihtiyaç duyarlar.

Ayrıldığı noktalara kısaca bakacak olursak;

Psikiyatrist, psikiyatri alanında uzmanlaşmış tıp doktorudur. Psikiyatristler ruh sağlığı- sinir hastalıkları konusunda farmakolojik eğitim alırlar. Yani bir psikiyatriste gittiğinizde size ilaç yazar ve ilaç yazma yetkisi de vardır.

Psikolog ise, 4 yıllık psikoloji lisans programını tamamlamış kişidir. Psikologlar yüksek lisans yaparak uzmanlaşmaktadırlar. Hastane ve kliniklerde karşılaştığınız psikologlar genellikle Uzm. Klinik Psikologlardır. Psikologlar da psikiyatristler gibi hastane ve kliniklerde çalışabilir ancak farmakolojik eğitim almadıkları için ilaç yazma yetkisine sahip değillerdir. Psikologlar (klinik psikologlar) da ruh sağlığı ve sinir hastalıkları konusunda tanıya karar verme sürecinde ve bunun sonucunda seçmiş olduğu psikoterapi yöntemiyle kişinin tedavisinde etkin bir şekilde yer alır.

Genel olarak psikiyatristler ilaç ile tedavi yöntemi kullanırken (psikoterapi de uygulayan birçok psikiyatrist vardır.) psikologlar, psikoterapi yöntemleriyle tedavi de yer alırlar. Bu yüzdendir ki bir psikolog ve psikiyatrist birlikte çalışabilmektedir. Bir psikolog ilaçla tedavinin de gerekli olduğunu düşündüğü danışanlarını psikiyatriste yönlendirirken, bir psikiyatrist de ilaçla tedavinin yanında psikoterapiyle de ilerlenmesi gerektiğini düşünüyorsa yine bir uzman psikoloğa (psikoterapiste, klinik psikoloğa) yönlendirme yapabilir.

Son olarak konuyla ilgili bir tavsiyede bulunacak olursam, söz konusu ruh sağlığınızsa bir psikiyatrist veya klinik alanda uzmanlaşmış bir psikoloğa başvurmanız gerekmektedir.

Ruh sağlığınızı emin ellere bırakmadan önce mutlaka gideceğiniz, seçeceğiniz uzmanları iyi araştırmalı, uzman oldukları alandan emin olmalısınız.

Yazının devamı...

Sınav Döneminde Ergenlerin Kaygıları Üzerine…

Bir lisede çalışmam sebebiyle YGS-LYS hazırlık süreçlerinde ergenlerin sorunları ve kaygıları üzerine fazlaca gözlem yapma şansı buluyorum. Bu gözlemlerim sırasında onları zorlayan, yaşadıkları süreci daha da içinden çıkılmaz hale getiren durumlardan bahsetmek istiyorum.

Öncelikle kısaca ergenlik döneminden söz edecek olursak: Ergenlik, çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemidir. Artık çocukluktan çıkıldığı ama hala bir yetişkinin özelliklerinin de taşınmadığı bir ara dönemden söz ediyoruz . Bu dönem ortalama 12-21 yaşları arasında kabul edilir. Bu sürecin başlangıç ve bitiş zamanı kişiden kişiye göre değişir. Bu sebeple bu yaş aralığının genişlemesi de mümkündür.

Bir yazıda ergenlerin kabuk değiştiren yengeçlere benzetildiğini okumuştum. Yengeçlerin kabuk değiştirdikleri dönemde zayıf ve savunmasız oldukları, bu dönemde bir yara alırlarsa bu yaranın izini yaşamları boyunca taşıdıkları yazıyordu. Gerçekten ergen de bir kabuk değiştirme süreci içindedir. Beden imajının değiştiği, bu değişime dair birçok sorularının olduğu bir süreç… Artık yeni bir görünüme, kişiliğe sahip olur ve yeni haline tam ulaşıncaya dek o ara dönemde karşılaştığı zorluklar benlik oluşumuna olumsuz olarak eklenir. Birey bu olumsuz izleri tüm hayatı boyunca yaşadığı bir zorlukta tekrar ortaya çıkarmak üzere cebinde taşır.

Ergenlik, aynı zamanda geleceğe dair düşüncelerin seçimlerin konuşulmaya başlandığı bir dönemdir. Bu dönemde ergenler kendi seçimlerini belirlemeye çalışır ve bu süreçte ailelerin dayattığı seçimler, onların yerine vermiş oldukları kararlar, ergenin kaygılanmasına sebep olur.

Ebeveynlerin neredeyse hepsi çocuklarının statü bakımından yüksek işlere sahip olmalarını ister. Çocuklarını daima “doktor, avukat, savcı, öğretmen, mühendis” olmaları için yönlendirirler. Bu yönlendirmeleri yaparken çocuklarının istek ve arzusunu gözden kaçırırlar. Bunun sonucunda kendi seçimleri ile ebeveynin arzusu arasında kalan ergen kaygılanmaya başlar. Özellikle ailenin arzu ettiği meslek alanına ulaşabilecek puanı yapamayacağını gördüğünde bu kaygı daha da artar.

Bir ergen meslek seçimi yapılırken ebeveynleri ve rehberleri tarafından kendi isteği ve kapasitesi doğrultusunda yönlendirilmelidir. Değerlendirilmesi gereken iki soru vardır:

Ergenin hedefleri bu iki sorunun etrafında aşamalı olarak sıralanmalı, bu sıralama en kolay ulaşabileceğinden daha zor ulaşabileceğine doğru yapılmalıdır. Böylece onun için alternatif seçimler belirlenmiş olur. Belirsizlik ne kadar belirli hale gelir ve netleşirse belirsizlik ve kararsızlıktan doğan kaygı o kadar azalır.

Ayrıca, ebeveynlerin çocuklarını bir yakınının çocuklarıyla kıyasladığına, başkalarını örnek gösterdiğine de fazlaca şahit oluyoruz. Ebeveynler bu yolla çocuklarına kendi beklentilerini yansıtırlar ve ergenin de en az o örnek gösterilen kişi kadar bir başarı elde etmesini isterler. Bu istek ve beklentiler de ergenin omzuna ağır bir yük olarak yüklenir. Bir yanda kendi istek ve hayalleri, diğer yandan ebeveynin arzu ve beklentileri, bir de ne kadar başarılı olması gerektiğinin işaret edilmesi üzerine ergen kendini büyük bir çıkmazın içinde bulur.

Eğer bir öğrenci yeterli bilgiye sahip ve yeterli düzeyde çalışıyor ama bunları sınavda yeterince kullanamıyor, sınav sonuçlarına artış olarak yansıtamıyorsa, orada sınav kaygısını düşünmeye başlarız.

Sınav kaygısı kişinin sınava yüklediği anlamla ilişkilidir. Kişi sınavın, hedeflerine ulaşmak için tek şansı olduğunu düşünüyorsa -ki bunlar genelde ailenin ona yansıttığı sınav algısıdır- “ya yapamazsam” korkusuyla oldukça kaygılanır. Bu kaygı da kendini sınav sırasında kalp çırpıntısı, terleme, dikkat ve konsantrasyon bozukluğu, ayrıca uyku düzeninde bozulma, kendini yetersiz-değersiz görme gibi semptomlarla gösterir.

Bunu azaltmanın, yok etmenin yolu yukarıda bahsettiğimiz konularda ebeveynlerin tutumlarını ve buradan yola çıkarak da ergenin sınavla ilgili algılarını değiştirmekle mümkündür. Sınavın ergen için anlamı sorgulanmalı, bunun son seçeneği olmadığı hatırlatılmalı, alternatif yollar gösterilmeli ve olabildiğince çabası desteklenmelidir. Kaygının ancak bu yollarla yatıştırılması mümkündür.

Yazının devamı...

Yağmurla gelen umut...

Size yağmurla başlayan bir hikayeden söz etmek isterim.

Bilirsiniz… Yağmur bolluk berekettir derler… Kimi sevmez yağmuru kaçar yağmurdan ıslanmaktan korkar, kimi ise sırılsıklam olana dek iliklerine kadar ıslanıncaya dek bırakır kendini yağmura…

İşte bu hikaye inatla yağmurdan kaçmayan kendini yağmurun kollarına bırakmış şemsiyelerin bile ıslanmalarına engel olamadığı iki kişinin hikayesi… Damla damla başlayan giderek artan bazen sağanaklarla boğuşan ve kara bulutlara rağmen yağmaktan hiç vazgeçmeyen yağmur gibi bir aşkın hikayesi...

Beş yıldır bana getirdiklerine şükrettiğim yağmur… Öyle yağdın ki kalbime tek bir kuru yer bile kalmadı… Her yer varlığınla ıslandı doldu taştı… Yağmur… İçi umut dolu damlaların hiç durmadan yağdı ruhuma… Öyle umutlar huzurlar mutluluklar taşıdılar ki bana, öyle içimi ısıttılar, öyle sardılar ki beni , öyle iyi geldiler ki yaralarıma… Şükürler olsun seni ilk farkettiğim güne, bana verdiklerine ve en çok da umuduma…

Geçen gün bir kitabın ilk sayfasını açtığımda şöyle yazmıştı yazar kitabı eşine armağan ederek;

“Birlikte geçen 60 yıl bana az geliyor”...

Okuduğumda gülümsedim… Beş yılın bir anda 60 yıl olduğunu düşündüm… Seni hayal ettim... Gözündeki o üç çizgi kaz ayaklarını... Gülümsemeni hayal ettim, hafifçe yana kayan güzel gülümsemeni… Aynıydın… Oradaydın… Bana baktın ve gülümsedin… Kaz ayakların daha yorgun… Hala üç çizgi ama çok daha belirgin… Bana aynı sevgiyle baktın… Beni nasıl gördüğünü düşündüm… Hala melek miydim senin için, prensesin miydim? Sonra “lokumum, şekerparem” diye seslendiğini duydum… Hala miniğim diye seviyordun beni...

Ben oradaydım, sen oradaydın, biz oradaydık… 60 yıl sonra biz yağmurun altında, yorgun ama hala ıslanmayı seven iki ihtiyar, yağmuru sevmekten vazgeçmeyen iki ihtiyar, birbirimize ilk günün sıcaklığı heyecanı tutkusuyla bakıyorduk...

Sana çok fazla zamanım olsun istiyorum… Yağmurlu geçireceğimiz, saçlarımızın kar beyazı olduğunu göreceğimiz nice günler aylar yıllar…

Gökkuşağını görmek için beklediğimiz nice senelerimiz olsun…

Düşün ki ben bir papatyayım ve yağmurla birlikte yağarsan üzerime açarım… Yağmurla gelmekten vazgeçtiğin gün solarım… Benimle kal…

Yazının devamı...

"AŞK"

“AŞK”

Aşkın genel bir tanımı olduğunu, herkese aynı şeyi ifade ettiğini ve sınırları çizilmiş belirli bir çerçeve içinde yer aldığını düşünmüyorum.

Aşk herkesin zihninde farklı çağrışımları harekete geçirir.

Kimi için bir tutkudur “aşk”, kimi koşulsuz sevgiyi “aşk” diye tanımlarken kimi çok zor kazanılmış emek verdiği şeye “aşk” der. Kimi bir kokuyu “aşk” olarak tarif eder kimi ise mide kramplarını…

En nihayetinde yüzyıllarca tartışılmış, insanlık tarihinde her zaman var olmuş ve hatta tüm yaşantılar aşk üzerine sarmalanmış, niceleri aşk uğruna dağları delmiş, canını vermiştir.

Geçmişten günümüze uzanan efsaneler aşkı ulaşılamaz yaşantılanamaz bir yere koymuş, bir türlü kavuşamayan aşıkların anlatıldığı o efsaneler bize aşkın zorluğu ve imkansızlığını anlatıp durmuştur.

Hem ulaşmaya çalışırız aşka hem de ulaşılmaz olsun isteriz. Hem çekeriz aşkı kendimize bir yandan da iteriz. En büyük aşklar nefretle başlar deriz. Yani aşkın içinde nefreti de barındırdığını biliriz. Tüm zıtlıklar aşkın içindedir. Yoksa nasıl imkansızı zorlar aşk…

Bu yüzdendir ki durmadan aşkı yaşadığımız kişinin sınırlarına dayanırız. Bunu yaparken amacımız karşıdaki kişinin gidip gitmeyeceğini kontrol etmek, onu yoklamak, nereye kadar dayanabileceğini, ne kadar durabileceğini görmektir. Karşı taraftan ne kadar mükemmel sevildiğimizi görmek isteriz. Sevgi de aşk da kusur kabul etmeyiz. Çünkü aşk koşulsuz ve kusursuz yaşanandır diye düşünürüz.

Ancak bize en başında annemiz tarafından sunulan sevgidir. Her ağladığımızda bizi sütüyle besleyen, o bütünleşik, onun daha hala bir parçası olduğumuz, henüz ayrışmadığımız zamanlardaki o herşeyin mükemmel olduğu bağdan bahsediyorum.

Daha sonrasında büyüdükçe annemizden ayrışır, kendi ihtiyaçlarını dile getiren ve karşılayabilen, sorumluluk alabilen, yaşamını idam ettirebilen bireyler haline geliriz.

Ancak o bağın izleri bizimle birlikte kalır ve yine o koşulsuz-mükemmel sevgiyi aramaya koyulduğumuzda “aşk” işin içine girer. Aşkı ararken aslında annemizle olan o bağı tekrar bulmak için yola çıkarız. Sınırları zorlamamız da çatışmalarımız da bu yüzdendir. İşte o çok geride kalmış arkaik duygular bizi kendisine çeker ve biz ona ulaşmak için “aşk” dediğimiz şeyi aracı olarak kullanırız.

Bence, “aşk”ı ulaşılabilir kılmak için karşınızdaki kişiyi yıpratmak ve zorlamak çözüm olmayacaktır. Aşkı imkânlı hale getirmek bizim elimizdedir.

Elbette “aşk” diye adlandırdığımız o duyguyu yakaladığımız kişiyi ve ona neden bunları hissettiğimizi anlayarak…

Karşılıklı olarak birbirini anlayan çiftler “aşk” olarak adlandırdıkları bu yoğun duyguları sürekli hale getirmek ve hareketli tutmak için emek vermelidirler.

Aşk sizin için her neyse onu yaşanabilir kılan şey karşılıklı gösterilen emek ve özendir diye düşünüyorum. Bunu yakalayabildiğiniz sürece imkansız olan “aşk”ı en azından yaşantılanabilir hale getirebilirsiniz…

Psk. Eda ŞENTÜRK

edasenturkk@hotmail.com

Yazının devamı...

Kendinizi Affedin...

Her zaman bir şeyler için üzülür birine kırılır kızar ya da küseriz. Bir süre sonra bu kızgınlık ve kırgınlıklar bazen bir çözümle bazen de bir çözümsüzlükle yerini rahatlama ve huzura bırakır. Çünkü daima birine kızgın ve kırgın olarak hayatımızı devam ettiremeyiz. Gerilimin azalması için bir yerden sonra kişileri ve yaşananları affetmemiz gerekir. Affederiz de zaten… Affederiz ve atarız omuzlarımızdan affetmemenin yükünü…

Her zaman kendimize herkese olduğumuzdan daha acımasız davranırız. Kendimizi affetmekte hiç de cömert olmayız. Yaptığımız küçük bir hatayı bile kabullenemez, büyütür de büyütür, yargılar, hüküm verir ve o cezayı da sonuna kadar çekeriz.

Ne saçma, ne özrü, ne affetmesi diyebilirsiniz. Emin olun ki en çok kendi kendinizi affetmeye ihtiyacınız var. Kendinizi affedin...

Zihnimiz gün boyunca hiç durmadan kendi kendine konuşur. O sırada ardı arkası kesilmeyen otomatik düşünceler bizi esir eder, etkisi altına alır. Siz fark edin ya da fark etmeyin otomatik düşünceler dönen çarklar gibi birbirini harekete geçirirler.

Kötü bir gün geçirdikten sonra zihninizdeki düşünceleri dinlerseniz şunları duyabilirsiniz: “Çok kötü bir gün” , “Zaten her günüm böyle geçiyor”, “ Zaten tüm kötü şeyler beni buluyor”, “Ben dünyanın en şanssız insanıyım”. Bu düşünceler ardı ardına gelir ve kendinizi affetmenize asla izin vermezler. Sadece sizi kendinizle ilgili ne kadar olumsuz şey varsa bunlara inandırmaya çalışırlar.

Bu düşünceleri tetikleyen ise çocukluğunuzdan itibaren zihninizde oluşan kalıp düşünceler, şemalardır. Bu şemalar sizin kendinizle ilgili değer-kalıp yargılarınızı barındırırlar. Biri sizinle ilgili olumsuz bir yorum yaptığında bunu: “Çünkü beni sevmiyor” - “Ben kötü biriyim” diye anlam yüklemenizin altında: “Ben değersizim” şeması-kalıbı yatar.

Otomatik düşünceleri fark edip, onların hangi şema veya kalıp düşüncenizi tetiklediğinizi bulabilirseniz işiniz daha kolay olacaktır. İlk önce otomatik düşüncenizi fark edip bulmalısınız. Daha sonra bu otomatik düşüncenizdeki bilişsel çarpıtmalarınızı görmeniz gerekecektir.

Bilişsel çarpıtmalar gerçekçi olmayan düşünce hatalarıdır. Örn; bir sınavdan kötü bir sonuç aldıktan sonra bunu büyütüp; her sınavda başarısız olacağınız, zaten hep hayatta başarısız olduğunuz, düşüncesine kapılabilirsiniz. Bir sınavdan başarısız olmanız tüm sınavlarda ve hayatınızda başarısız olduğunuz ya da olacağınız anlamına gelmez. Bunları fark edip bilişsel çarpıtmaların yerine mantıklı açıklamalar koyduğunuzda işlerin daha kolay yürüdüğünü görebilirsiniz.

Bu anlattıklarımı daha iyi anlayabilmeniz için bilişsel - şema terapi tekniklerini inceleyebilir hatta bu konuda çıkarılmış olan “İyi Hissetmek” (Dr. David Burns) kitabıyla kendi kendini affetmenin, anlamanın, tedavi etmenin yollarını bulabilirsiniz.

Yazının devamı...

Çocuk Eğitiminde Ödül-Ceza Yöntemi Nasıl Uygulanmalı?

Çoğu ebeveyn çocuklarının yaptığı ya da yapmadığı birtakım davranışlardan şikayetçidir. Anne-baba çocuklarını büyütürken onlara kurallar koyar ve bu kurallara uymalarını beklerler. Bazı çocuklar için bu kurallara uymak oldukça kolayken bazıları için zor olabilir. Ebeveynler koydukları kurallar konusunda tutarlı davranmalıdır. Anne babanın farklı kurallar koyması farklı beklentiler içinde olması ve birbirlerini desteklememeleri çocuğun kafasında çelişki yaratır ve çocuk doğruyu yanlışı ayırt edemez. Bu sebeple her gün değişkenlik gösteren değil mantıklı açıklamalar içeren tutarlı kurallar çocukların eğitiminde işe yarayacaktır. Bu kurallara karşı sergilenen davranışlar ise ödül metodu ile devamlı hale getirilebilecektir.

Çocuklarda istenen olumlu davranışı pekiştirmek ya da istenmeyen olumsuz davranışı söndürmek için ödül-ceza sistemi geliştirmek ve kullanmak etkili olacaktır. Çocukların olumlu davranışları ödüllendirildiğinde çocuk bu davranışı tekrar yapmak isteyecektir. Peki bu ödülün niteliği ve niceliği nasıl olmalıdır? Ödül derken rastgele bir ödül sisteminden bahsetmiyoruz aslında. Çünkü her ödül olumlu pekiştirmeyi sağlamaz. Doğru kullanılmadığında olumsuz sonuçlara yol açar.

Öncelikle ödülden kastımıza bir açıklık getirelim. Şöyleki: Ödül sistemi her çocuk için farklı geliştirilebilir; ancak işin en başından itibaren bu ödüllerin neler olacağına sizin şekil vermeniz de sınırlarını çizmeniz mümkün. Bir çocuk için en doğru ödül şekli ona gülümseyerek ve sarılarak doğru davranışını tebrik etmektir. Bunu yaparken ona övgüde bulunabilir onu sevdiğinizi söyleyebilirsiniz. Çocuğunuza övgüde bulunurken ona “çok zekisin” demek yerine “başarını ve çabanı takdir ediyorum” diyerek çabasına ve emeğine iltifat ederseniz çocuk bu çabayı sürdürmeye devam edecektir. Ancak çok zeki olduğuna dair verilen mesajlar zaten bir şey yapmasına gerek olmadığı algısını yaratabilir ve bu tarz övgüler çocuğun narsisizmine gönderimde bulunur.

Çocuklarınıza her olumlu davranışı için büyük hediyeler, pahalı oyuncak ve giyecekler alırsanız çocuğunuzun her defasında daha fazlasını istemesine sebep olursunuz. Bunun sonucunda doyumsuz küçük şeylerle mutlu olamayan çocuklar ortaya çıkar. Çocuk bu şekilde doğru yapması gereken davranışa odaklanmak yerine alacağı ödüle odaklanıp asıl öğrenmesi gereken şeyi öğrenemeyecektir. Sadece sahip olmak istediği şeyi elde etmek için bilinçsizce istenen şeyi yapmak için uğraşacaktır. Bu sebeple ödülün niceliği ve niteliği önemlidir. Maddi değeri yüksek büyük hediyeler oyuncaklar yerine ona sevginizi vererek bunu dile getirerek ona doğruyu öğretmeniz onun kendisini değerli hissetmesine sebep olacaktır. Bu şekilde “ben değerliyim” düşüncesine ve hissine sahip olan çocuk kazandığı özgüven duygusuyla daha kısa sürede doğruyu yanlışı kendi ayırt eder hale gelecektir.

Cezaya gelecek olursak, tabii ki çocuğa zarar verecek şiddet içeren fiziksel cezalardan bahsetmiyoruz. Bu şekilde çocuğunuza değersiz olduğu sevilmediği mesajını verir, özgüvenini yerle bir eder ve ilerde aynı yöntemleri kullanan yetişkinler haline getirmiş olursunuz. Çocuklar bu yöntemle davranışlarının yanlış olduğunu korku yoluyla anlasalar da yerine hangi alternatif davranışı koyacaklarını bilemezler bu yüzden aynı hatalı davranışı sürdürmeye devam ederler. Hatta halk arasında “dayak arsızı” diye geçen tamlama da bunu ifade etmektedir. Çocuğu istediğiniz kadar dövün ona yanlışın ne olduğunu anlatmadığınız ve yerine koyması gerektiği doğru davranış için yönlendirmediğiniz sürece çocuk ne olduğunu anlamadan aynı şeyi yapmaya devam edecektir.

Bir defasında bir veli bana çocuğunu sürekli olarak dövdüğünü her hata yaptığında fiziksel ceza verdiğini ancak hala aynı şeyleri yapmaya devam ettiğini söylemişti. Çünkü çocuğunuzu dövmeniz ona kendini sadece değersiz hissettirir; doğru yolu göstermez. Bu yüzden bir çok çocuğun gelişimi yavaş ve geç olmaktadır. Korktukları için her attıkları adımdan çekinen özgüveni düşük içedönük kişilik yapısına sahip çocuklar yetişecektir. Unutmayın ki çocuklarınız için siz güven kaynağı ve rol modelsiniz. Güvenini elinden alırsanız bir de şiddeti örnek almasını sağlarsanız çocuk da ilerde iletişimi bu şekilde kurmaya çalışacaktır. Bu sebeple çocuklarınıza uygulayacağınız ceza yöntemi onu sevdiği şeylerden mahrum bırakmak olmalıdır. Örneğin yemesi gerekenden fazla şeker yiyen çocuğunuza bir hafta boyunca bu sebeple şeker yiyemeyeceğini çünkü daha önce koymuş olduğunuz kuralı aştığını ve bunun onun sağlığı için zararlı olduğunu açıklayabilirsiniz. Kısaca başka bir yöntem olan mola yönteminden de bahsedecek olursak bu yöntem çocuğa ceza olarak uygulanmaktan çok yanlış yaptığını anlaması düşünmesi için bir vakit sağlar ve oldukça öğreticidir. Okul öncesi ve özel gereksinime sahip çocuklarda da bu yöntemler kullanılır. Oyun sırasında arkadaşına zarar veren çocuk o sırada oyundan bir süreliğine alınarak beklemesi sağlanır. Bu şekilde oyundan mahrum kalan ve mola veren çocuk bir daha oyundan çıkmamak için aynı davranışı sergilemez.

Sonuç olarak çocuklarınıza rastgele ve her zaman değil; belirli zamanlarda kendini iyi hissetmesini sağlayacak manevi yönden ağır basan ödül sistemleri geliştirmelisiniz. Doğru davranışı ödüllendirmeli, yanlış davranışı ise konuyla ilgili sevdiği bir şeyden mahrum bırakarak anlamasını sağlamalısınız. Unutmamanız gereken en önemli nokta ise yaptığınız açıklamadır. Mantıklı ve tutarlı bir açıklamanız yoksa çocuğunuza doğruyu da yanlışı da öğretmeniz zor olacaktır. Mantıklı ve tutarlı açıklamanızla birlikte onu değerli hissettirir ve “ödül” kavramının sınırlarını çizebilirseniz o zaman ilerde hayata, olgun, kendine güvenen, çalışmanın değerini bilen, sağlam kişilikte iyi bir anne-baba ve yetişkinler katabilirsiniz. Toplumumuzda oldukça yaygın olan fiziksel ceza ile bir şeyler öğretme metodu yıllar geçtikçe yerini eğitimli ve bilinçli ebeveynlerin uyguladıkları bu yöntemlere bırakmaktadır. Bu yöntemlerinde birçok aile tarafından yanlış kullanıldığı toplumumuzda eski nesillerle yeni nesillerin yöntemleri daha ne kadar kıyaslanır bilinmez. Ancak şu bilinmelidir ki güçlü ve sağlam kişilikte bireyler ve toplum oluşturmak; çocukları sevmek, onlara saygı duymak, değerli olduklarını hissettirmek, onları incitmeden hepsinin ayrı ayrı potansiyelini göz önünde bulundurarak onlara doğru ve yanlışı anlatmakla mümkündür.

Yazının devamı...

"Kadına şiddet"

Gün geçmiyor ki bir gün kadına şiddet içeren bir haber görmeyelim. Her gün haber kanallarında, haber içerikli internet sitelerinde, hatta an be an sosyal medya üzerinden (facebook, twitter vs.) bu haberleri takip ediyoruz. Duymak istemesek de bu haberlere maruz kalıyoruz: Çünkü kadına şiddet durmaksızın devam ediyor. Peki … “Kadına şiddete hayır!”, “ Kadın cinayetlerine son!” hashtag-leriyle sosyal medya üzerinden yapılan kampanyalar ne kadar işe yarıyor? Sesimizi kimler duyuyor? Ya da aslında çözüm bu kadar kolay değil mi?

Aslında o kadar çabalara, çıkan seslere rağmen tüm bunların sonlanması, çözüm yolunun bulunması o kadar da kolay değil: Çünkü toplumun temelinden gelen kadına ve erkeğe farklı bir bakış, bir cinsiyet ayrımcılığı söz konusu. Aslında temelden bu görüş ve düşünceleri “eğitimle” sarsmadan, yerinden oynatmadan çok farklı tablolarla karşılaşılacağını düşünmüyorum. Ve hepimizin de bildiği gibi eğitim önce ailede başlıyor.

Doğdukları andan itibaren kız ve erkek çocuklarına konulan isimlerden tutun onlar için hazırlanan eşya renklerine kadar onları direkt cinsiyetlerine göre konumlandırmış oluyoruz aslında. Kız çocuklar pembe odaya doğarken erkek çocuklar mavi odaya doğuyor. Ya da bir erkek çocuğunun odası Spiderman figürleriyle doldururken kız çocuğunun odası Barbie figürleriyle dolduruluyor. Yani erkek çocuğu bir Spiderman kadar güçlü ve belki saldırgan olmak zorundayken kız çocuğu bir Barbie bebeği kadar güzel narin özelliklerini taşımaya zorlanıyor. Biraz daha büyüdükçe erkek ve kız çocuklarının birbirlerine karşı merakları başlıyor. Bu dönemle birlikte kız çocuğuna söylenen sürekli olarak derli toplu oturması, üstünü başını toplaması kavga etmemesi iken erkek çocuklarının saldırgan davranışları “Afferim oğluma” diye tebrik ediliyor. Hatta bildiğimiz gibi “Göster amcaya” gibi sözlerle erkek çocuğuna bunun ayıp olmadığı mesajı veriliyor. Erkek çocuğu böylece saldırganlığının kabul gördüğünü hatta ödüllendirildiğini gördükçe her şeyi yapabileceğini buna izni olduğunu düşünmeye başlıyor. Biraz daha büyüdükçe ilk önce evde varsa kız kardeşlerine bu düşünceleri uygulamaya koyuluyorlar. Çoğu Türk ailesinde gördüğümüz gibi kız kardeşler erkek kardeşlerine ve abilerine hizmet etmeye başlıyorlar. Çünkü bu hem aile tarafından hem de erkek çocukları tarafından istenen bir durum. Kız çocukları terbiyeli namuslu olmak eve erken gelmek üstünü başını toplamak bacakları kapalı bir şekilde oturmakla yükümlüyken erkek çocukları küfür ettiklerinde, bir kıza karsı ilgi duyduklarında, hatta cinsel bir girişimde bulunduklarında sırtları sıvazlanıyor; eve istedikleri saatte gelebiliyor ve hatta kavga ettiklerinde “Aslan oğlum” denilerek gururlanılan varlıklar haline getiriliyorlar.

Burada en büyük sorumluluğun anne ve babada olduğu oldukça açık. Cinsiyete göre davranışları yönlendirme biçimleri çocukların düşünce yapılarını karşı cinse olan tutumlarını belirliyor. Sonuçta her yaşta olduğu gibi kendini erkeklerden korumak ve savunmak zorunda olarak yetişen kadınlarla ; kadınlara her istediğini yapabileceğini öğrenen erkekler karşı iki kutup oluşturuyor. Ve her gün duyduğumuz cinayetler işte kadınlara her şeyi yapmayı kendine hak gören erkekler tarafından işleniyor. Yani çocuklarınıza bu katı cinsiyet rollerini yüklemekten ziyade onları iki cinsiyetin de birbirine eşit olduğu düşüncesiyle büyütür, karsısındaki insana önce insan olduğu için sevgi ve saygı duymayı öğretir ve özgürlüklerinin ötekinin sınırlarının başladığı yerde sonlandığını her fırsatta anlatırsanız belki gelecek nesillerle bu bilinçle kadına olan şiddetin yok olduğuna hep birlikte şahit oluruz...Kimbilir...

Psk. Eda Şentürk

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.