SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

İlişkilere Nasıl Başlayamıyoruz?

Yoğunlukla gelen soru alanlarından bir tanesi de ilişkilerin başlama süreciyle ilgili.

Gerçekten de bir şey oluyor o arada. Bize o kadar yakın, o kadar bizden ki, biz ne olduğunu farketmiyoruz tabii o arada fakat şemalarımız aktive olmuş oluyor ve biz farketmeden, bize çok da doğal gelen bir şeyler yaptırıyor ya da söyletiyor.

İlk devreye girenlerden birisi reddedilme korkusu. Bu, elbette kuracağımız ilişkileri fakirleştiren, bizi harekete geçmekten alıkoyan, reddedildiği anda içeriden cezalandırıcı bir sesin geleceğine emin olduğu için olduğumuz yerde durmamıza sebep olan bir şema. İçerisinde utanç duygusunu da barındırıyor. diyen bu ses bize çokça fırsat kaçırtıp beraberinde de pişmanlık getiriyor.

Bir diğer sebep ise aceleci davranıyor olmamız. Bu, genellikle kuşkuculuk şeması ile örtüşmektedir. Karşımızdaki kişiyle ilişkinin seyrinde doygunluğu yaşayarak ilerlemektense diğerinin niyetini anlamaya çalışıyor, tetikte bekliyoruz. Beklentilerimiz, isteklerimiz paralel değilse baştan peşin peşin söylenmesini bekliyor, durum buysa da ilişkiye başlamamayı tercih ediyor olabiliriz. Halbuki ilişkinin seyrinde bizim de karşı tarafın da düşünceleri, beklentileri, istekleri, korkuları, hayalleri değişebilir. Bu durumda sabırsızlık, korkuyla paraleldir – reddedilmekten, terkedilmekten ya da ilişkinin bir yerde bitmesinden korkuyor olabiliriz.

Stratejik davranmaya çalışmak da başka bir ilişki handikapı olarak karşımıza çıkabilir. Ne kadar istekli olduğumuzu çaktırmamak, o aramadan aramamak, 3. buluşmaya kadar kendimizi açık etmemeye çalışmak… Bunların hepsi “ilişki kodları”na göre bizi eksiye düşürecek hareketler olarak tanımlanmıştır. Halbuki ancak dürüst bir paylaşım bizi gerçek ve doygun bir ilişkide tutabilir, paylaşımı arttırır.

İlişkilerin temelinde aslında en önemli olan belirsizlikte kalabilmek, duygularımızın sorumluluğunu alıp kontrolü biraz olsun elden bırakmak, yaşanabilecek her türlü senaryonun olası ve kabul edilir olduğuna hemfikir olmak, anda kalmak, anı yaşamaktır. Ancak bu sayede tatmin edici bir ilişkiye ulaşabilir ve onu sürdürebiliriz.

Uzman Psikolog Özlem Ataoğlu


Web:
Instagram: psikologozlemataoglu

Yazının devamı...

Hep Aynı İlişkileri Yaşıyorum!

Eminim çoğu kişi hep benzer insanlarla beraber olduğunu, benzer bir şekilde ilişkiye başladığını, benzer süreçlerden geçerek benzer sorunlar yaşadığını ve böylece ilişkilerinin hiç istemese de benzer şekilde sonlandığını hayatının bir döneminde aklından geçirmiştir.

Peki neden böyle oluyor?

Öncelikle doğumumuzla beraber getirdiğimiz, genel duygusal yapımızı oluşturan, olaylara nasıl tepki verdiğimizi belirleyen mizacımız tutumlarımızı etkilemektedir. Bunun dışında çevreden maruz kaldığımız, erken çocukluk dönemi yaşantılarının da bugün yaşadığımız ilişkiler üzerinde etkisi bulunmaktadır. Bu erken çocukluk dönemi yaşantılarının en önemlisini de aile deneyimlerimizden ediniriz.

Örneğin dayanıksızlık şeması olan bir bireyi düşünelim. Bu şema öncelikle aynı şemaya sahip bir ebeveyn tarafından çocuğa farketmeden öğretilmiştir. Hastalıklara karşı kaygı, güvenlik konusunda abartılmış bir tehdit algısı, kontrolü kaybetmekten korkmak gibi alanlarda ortaya çıkmış olabilir. Bu tür ebeveynler, dolayısı ile çocuklarına karşı aşırı koruyucu olma eğilimindelerdir. Aşırı koruyucu tavır ise çocuğa hayatın günlük, olağan akışı ile başedemeyecek kadar güçsüz ya da yeterli kaynaklara sahip olmadığı mesajını vermektedir. Sonuçta ne olur? Çocuk korunmak için aileye ihtiyacı olduğunu, yeterli beceriye sahip olmadığını düşünür ve bağımlı bir ilişki geliştirir.

Çocuk yetişkinliğinde de hayatın akışına karşı hep tetikte, algıları açık olarak beklemektedir. Yetişkinlik döneminde kurduğu ilişkilerde de kendisini tehlikelerden, hayatın beklenmedik sürprizlerinden korumak isteyen bireylerle olmaya eğilimli olacaktır. Aileden bu öğrenilmiştir – korunması gerektiği. Dolayısı ile partner, kişinin güçlü olarak değerlendirdiği biri olacaktır. Bu bazıları için para, bazıları için fiziksel güç, bazıları için cesaret, bazıları için psikolojik dayanıklılık, bazıları içinse bunların hepsidir. Bu partnerinizden sizin kaygılarınızı yatıştırmasını beklemeniz, güvence aramanız da oldukça beklendik olacaktır.

Döngü kırılabilir mi?
Bu döngüye mahkum muyuz peki? Elbette değiliz. Öncelikle bu noktada hangi şemaya sahip olduğumuzu belirlemek en önemli noktadır, ki ne ile çalışacağımızı bilelim. Belirledikten sonra bu şemanın çocukluk çağı yaşantılarıyla bağını anlamak ve ilişkilendirmek ikinci adımımız olacaktır. Davranış örüntülerine nasıl yansıdığını anladıktan sonra – şemanın geçerliliğini çürütmek adına – düşünce ve davranış kalıpları geliştirip, bunları bıkmadan denememiz olmazsa olmazımızdır. Her zaman yeni planı uygulayamayabiliriz. Bu bir yenilgi demek değildir, bu şemanızın halen varolmaya çalışmasıdır. Planınızın sürdürülebilir olması esasımızdır.

Bu zorlu süreçte mutlaka bir psikoterapistten yardım almanızda fayda var. Bibliyoterapi, yani psikoterapi kitaplarıyla bir sürece girmek destekleyici bir unsur olsa da her şema kişiye özgüdür. Dolayısıyla sadece bu alanda kitap okumak yeterli olmayacaktır. Pek çok danışanım, önerdiğim kitapları psikoterapi sürecinden önce de okumuş olduğunu ama bu süreçte tekrar okuduğunda aslında hiç anlamamış olduğunun farkında vardığını söylemişlerdir.

Web: www.ozlemataoglu.com.tr

Instagram: psikologozlemataoglu

Yazının devamı...

Öfke Güzeldir - Doğru Kullanıldığı Sürece!

Pek çoğumuzun düşüncesi öfkenin kötü, negatif, istenmeyen bir duygu olduğu yönündedir. Bastırmaya, başka bir yöne çevirmeye ya da başka davranışlarla maskelemeye çalışırız. Öfke, bizi düşünmeden hareket ettirebilir, kendimizi istemediğimiz durumlar içinde bulmamıza neden olabilir. Öfke; kendimizi yıkıcı, kendimize zarar verici davranışlarda bulunduğumuzda istenmeyen bir duygudur.

Öfkeyi bastırmanın doğru olduğu bilgisi de bilinen en yaygın yanlışlardan biridir. Esasında öfke bastırıldığında, yokmuş gibi davranıldığında ve ifade edilmediğinde fiziksel sağlığımızı etkilemeye ve psikosomatik dediğimiz psikolojik gerginliğe bağlı fiziksel belirtiler (yorgunluk, baş ağrısı, vb.) ortaya çıkarmaya başlamaktadır.

Aristoteles de bundan bin yıllar önce öfkenin kolayca deneyimlenebilir olduğunu ama “… doğru insana, doğru derecede, doğru zamanda, doğru amaç için, doğru bir şekilde öfkelenme”nin zor olacağını vurgulamıştır. Kronik, düşmancıl, saldırgan, bastırılmış öfke zararlı iken kontrollü ve doğru koşullar altında öfke, bize oldukça yardımcı olan bir duygudur esasında.

Diğer tüm duygular gibi öfkeyi de yorumlamanın ve kullanmanın çok çeşitli yolları var! Evet, öfkeyi doğru kullanma yolunu bulduğumuzda, yardımcı olmasının yanında istenen de bir duygudur.

Öfke duygusunu yaşadığımızda vücudumuzdaki değişimler bize bir şeylerin yolunda gitmediğini göstermektedir. Yani aslında öfkenin fiziksel yansımaları size kendinizi korumanız gereken bir durum olduğunu söyler, tehdit altında olabileceğinizi vurgular. Bu durumda yukarıda bahsettiğim gibi kendimize zarar verici davranışlara da girebiliriz, üretken, amaca ve değişime dayalı bir davranış göstermeyi seçebiliriz.

Öfke ilişkilerimizi güçlendirmek, davranışa motive etmek, istenmeyeni değiştirmek için de kullanılabilir. Bir şeyden çok sıkıldığınızda değiştirmeye karar vermediniz mi? O kararın arkasındaki duygulardan biri de öfkedir – içinde bulunduğunuz durum ile beklentileriniz, düşünceleriniz aranızdaki uyumsuzluğun duygusudur bu, davranışa itici bir güçtür. Ya da biten bir ilişkinizin arkasından öfke duymadınız mı? Öfke, yas döneminin beklendik bir getirisidir. Geride kalmak, varolanın ortadan kaybolması, beklentilere ulaşılamamış olması da dengenin değişimi dolayısıyla uyumsuzluğa işaret etmektedir. Bu da öfke uyandıracaktır.

Yani aslında öfke size uyarıcı bir ışık yakar, dikkat çeker. Olası bir zarardan korumayı hedefler. Önemli olan sizin bu uyarı ışığını nasıl görüp nasıl yorumladığınızdır.

Her öfke anı; farkındalığın bir adım ilerisinde, değişimin de bir adım gerisinde bir yerlerdedir.


Yazının devamı...

Özyeterlilik Nedir? Neden Bazılarının İnancı Daha Düşük?

Özyeterlilik, kendi davranışsal standartlarımıza ve hedeflerimize ne kadar ulaştığımız olarak tanımlanabilir. Kendi standartlarına ulaşan, yani kendisini yeterli hisseden bireyler kendi hayatları üzerinde etkili, yetkin, yeterli becerilere sahip olduğuna inanan bireylerdir.

Kendi hayatımız üzerinde kontrolümüz olduğu algımız ne kadar gelişmişse o kadar kendi isteklerimize, kontrol gücümüze ve irademize inanır, kendimizi güvende hissederiz. Güvende hissetmek aslında öngörülebilirlikle alakalıdır; kendi davranışlarımızın sonuçları etkileyeceğine inandığımız ölçüde bir sonraki adımın ne olacağını biliriz. Yani bilmek, güvende hissettirir. Böylece bir sonraki adıma daha adaptif bir şekilde hazır olabiliriz.

Peki bazı bireyler kendilerini çok daha yeterli hissederken neden bazıları çok daha düşük hissediyor özyeterliliğini? Bunu etkileyen dört faktör sıralayabiliriz:

Önceki başarılarınız bir konu üzerindeki yetkinliğinizi, becerilerinizi, güçlü ve zayıf yanlarınızı belirlemektedir. Aynı zamanda bir görev üzerinde çalışılırken dışarıdan (bu sizi değerledirecek bir öğretmen ya da sizin yetkin gördüğünüz biri olabilir) aldığınız pozitif geribildirimler de kendinizle ilgili yetkinlik ve beceri algınızı geliştirecektir. Bu elbette olmayan pembe bir dünya yaratmak anlamına gelmiyor fakat olumlu yanları ön plana çıkararak gerçekçi bir tablo çizmekte yarar vardır.

Çevrenizdeki insanların başarılı olduğunu görmek sizdeki motivasyonu da arttıracaktır. Bu sebeple özellikle ergenlik döneminde arkadaş grubunun önemi büyüktür. İçinde bulunduğu çevrenin gerektirdikleri ile ilgilenmeyen bireylerin başarıları daha düşük olacaktır. Çevresine uyum sağlayabilenlerin ise özyeterliliği gelişmiş olacaktır; bu bizim de kendimize olan inancımızı arttırır, sorunlarla başetme becerileri öğrenmemizi sağlar.

Dışarıya ne yansıttığımızdan çok kendimize ne söylediğimiz de çok önemlidir. “Boşver, nasılsa yapamayacağım.”, “Yetişmez artık.”, “Geçen sefer de böyle olmuştu zaten.”, “Yaparım aslında ama boşver.” gibi içsel konuşmalar kendimize alt metin olarak yapamayacağımızı, başetme becerilerimizin yeterli olmadığını söylemektedir. Bu da dışarıdan aldığımız geribildirimler gibi gerçekçi olmalıdır elbette. Örneğin “Bir saatte 100 sayfa çalışabilirim!” diyen bir öğrenci bu hedefini gerçekleştiremediğinde bir dahaki sefere kendi içsel konuşmalarına olan inancını da azaltmış olacaktır. Dolayısı ile burada da gerçekçi bir çerçeve çizmek önemlidir.

Karşımıza bir problem çıktığında vücudumuz gerginlik, nabızda yükselme, terleme, titreme, mide ağrısı gibi fiziksel belirtiler gösterebilir. Buna duygusal gerginlik, sinirlilik, kaygı, ağlama nöbetleri de eşlik edebilir. Sorunun üstesinden gelebilmek içinse bunları kontrol edebilmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Kontrol edebildiğimizi gördükçe de özyeterliliğimize olan inancımız artacaktır. Ortalama bir seviyede gerginlik bizi motive ederken yoğun belirtiler bizi harekete geçmekten alıkoymaktadır.

Yukarıda bahsedilen dört madde göz önüne alındığında özyeterliliğine olan inancı düşük olan bireyler kendilerini genellikle yetersiz, beceriksiz, çaresiz, kontrol becerisi gelişmemiş, faydasız bireyler olarak değerlendirirler. Problemlerle karşılaştıklarında özellikle önceden başarısız bir deneyimleri varsa çok da uğraşmadan vazgeçen ya da belki hiç denemeyen bireylerdir. Bunun sebebi kendi hayatları ve hayat sonuçları üzerinde kendilerini kontrolsüz görmeleridir. Tüm bunların sonucu olarak da motivasyonları ve istekleri düşer, bilişsel yetkinliklerini sorgular, hatta bu fiziksel sağlıklarına kadar etki edebilir.

Özyeterlilik inancı yüksek olan bireylerse problemlerle etkin bir şekilde başedebileceklerine inanır, böylece performanslarını yapabileceklerinin en üst seviyesinde gösterirler. Özgüvenleri daha yüksektir, kendilerinden şüphe ve bunu dile getirme eğilimler daha düşüktür. Yenilikleri bir çeşit meydan okuma olarak görür, başedebileceklerine inandıkları için de bu deneyimlerden çekinmezler. Bunun sonucunda başarısızlıktan korma/kaygı duyma ihtimalleri azalır, istekleri artar, her yeni görevde yeni bir problem çözme ve analitik düşünme becerisi kazanırlar.

Web: www.ozlemataoglu.com.tr

Instagram: psikologozlemataoglu

Yazının devamı...

Panik Atağı: "Delireceğim!"

Panik atağı son yıllarda sıklıkla rastladığımız, üzerine çok konuşulan, psikiyatri ve psikolojiye başlıca başvuru sebeplerinden biridir. Panik atağı başlı başına bir ruhsal rahatsızlık değildir. Panik atağını iki şekilde ele alabiliriz;

1. Panik bozukluğu tanılamak için bir kriter

2. Panik bozukluğu dışında kalan diğer ruhsal rahatsızlıklar için belirleyici bir faktör

Bunları incelemeden önce, panik atağının ne olduğunu tanımlayalım. Çok kısa sürede çok yoğunlaşan, doruğa ulaşan fiziksel belirtilerin yaşantısıdır. Bu fiziksel belirtiler arasında titreme, terleme, kalbin çok hızlı atması ya da kalpte çarpıntı, boğuluyor gibi olma, nefes daralması ya da nefes alamıyor gibi hissetme, göğüste ağrı, sıkışma ya da baskı, bulantı, baş dönmesi, bayılacak gibi olma, ateş basması, uyuşma, kendinden ve bulunulan ortamdan kopma, kontrolü kaybetme, çıldırma ve ölüm korkusu vardır. Bu belirtilerden en az dördünün olduğu ve aniden ortaya çıkan yoğun derecede korku, kaygı ya da iç sıkıntısının eşlik ettiği durumlarda kişinin “panik atağı” geçirdiğini söyleyebiliriz.

Peki panik bozukluğu nedir? Yukarıda bahsettiğimiz panik ataklarının tekrarlayan bir şekilde ve beklenmedik anlarda yaşanması birincil kriterimiz. İkinci olarak ise bu atakların birinden sonra bile olsa en az bir ay süreyle yaşanan tekrar atak geçirme ya da atağın sonuçlarıyla – kalp krizi geçirmek, delirmek, kontrolü kaybetmek, vb. – ilgili olarak aralıksız bir kaygı yaşama ve bu ataklarla ilgili olarak belli davranış değişiklikleri gösterme, örneğin arkadaşlarla buluşmamak, kalabalık yerlere gitmemek, spordan kaçınmak, vb. – diyebiliriz.

Panik bozukluğu diyebilmemiz için bu atakların başka bir durumun etkisinden bağımsız olması gerekmektedir. Örneğin alkol, madde ya da herhangi bir ilacın kötüye kullanımı bizi bu tanıdan uzaklaştırmaktadır. Bununla beraber bu atakları başka bir tanıyla açıklayamamamızı bekleriz. Obsesif Kompulsif Bozukluğu (Takıntı Zorlantı Bozukluğu) olan bir bireyin yalnızca takıntılarına maruz kaldığında geçirdiği panik atakları bizi panik bozukluğu tanısından uzaklaştırmaktadır.

Panik atağını panik bozukluğu dışında diğer tüm ruhsal bozukluklarda da gözlemleyebiliriz elbette. Panik atağı geçirdiğimiz ve panik bozukluğu tanısı koyamadığımız durumlarda, bu panik atakları bizim için belirleyici olmaktadır. Örneğin major (yeğin) depresyonu olan bir danışanımız da beklenmeyen anlarda, beklenmeyen yerlerde panik atağı geçiriyor, yoğun kaygı ve iç sıkıntısı deneyimliyor olabilir. Bu durumda, bu danışanımız için “panik atakları ile giden major (yeğin) depresyon” diyebilir ve tedavi sürecini buna göre şekillendirebiliriz.

Bir sonraki yazımda panik atağının bilişsel yapılanmasından ve bu yapılanmanın bizi nasıl bir döngüye soktuğundan bahsedeceğim.

Web: www.ozlemataoglu.com.tr

Instagram: psikologozlemataoglu

Mail: info@ozlemataoglu.com.tr

Yazının devamı...

Erteliyoruz... İyi de neden?

Belki de en yaygın rastladığım başvuru şikayetlerinden biri de sürekli erteleme, işleri yetiştirememe ve zaman yönetimi yapamama. Bunun başka bir ortaya çıkış biçimi ise planı ve organizasyonu en ince ayrıntısına kadar yapıp son anda vazgeçme, televizyonun karşısına geçip Survivor izlemeye karar verme. Peki neden yapıyoruz bunu? Defalarca deneyimlemiş olmamıza, sonuçlarından da memnun kalmamamıza rağmen son anda işleri yetiştirmeye çalışırken stres seviyemizin en üst seviyelere çıkmasına, işleri istediğimiz gibi yapamamamıza hatta belki eksik yapmamıza, belki yapacaklarımızdan vazgeçmemize neden izin veriyoruz? Neden kendi kendimizi sabote ediyoruz?

Bunun için birkaç neden sıralayabiliriz, eminim içlerinden herkesin kendinden parça bulacağı bir kısım olacaktır. Öncelikle önem verdiğimiz işleri en doğru ve yeterli şekilde yapmak, hayatımızdaki değer verdiğimiz, önemli kişilerin onayını almak ve sevgilerini bu yolla kazanmak isteği sonucu kendimize söylediğimiz cümle “Ne olursa olsun bunu yapmalıyım, yapmak zorundayım, başka yolu yok!” olacaktır ve bu cümle de üzerimizde büyük bir baskı ve kaygı yaratacaktır. Zorunluluklar, ya da dayatma da diyebiliriz, isteklerimize ulaşamadığımız anda büyük duygusal yıkımlar yaşatabilir, bizi çökkünlük, çaresizlik, umutsuzluk, özgüven problemlerine sürükleyebilir. Dolayısıyla önceden deneyimlenmiş bu acı senaryodan kaçınmak ve bu duyguları deneyimlememek amacıyla acıyı geciktirir, ertelemeye ya da yapmamakla ilgili kendimizce geçerli bahaneler bulmaya başlarız. Bu, işten ya da yapmakta olduğumuz işten alacağımız zevkten bizi alıkoyar, başkaları üzerine düşünmeye başlar, işi yapmak için yeterince iyi bir sebebimizin olmadığına inanırız. Dolayısı ile işi yapabilmek için gerekli beceriyi geliştirememiş olarak işi tamamlamamız giderek zorlaşır. Kurulması daha ideal olan cümle “Bunu kendim için yapmak istiyorum, yapmak için de elimden geleni yapacağım” olacaktır, bu da üzerimizdeki baskıyı ve kaygıyı kaldıracaktır.

Diğer bir sebep ise ebeveynlerden çok duyduğum “Sıkıntıya hiç gelemiyor, azıcık zorlanınca vazgeçiveriyor.” cümlesidir. Bunun elbette psikolojide bir karşılığı var – engellenme/katlanma eşiğinin düşük olması. Birey daha sonra, uzun vadede kazanacakları için şu anki anlık hazlarından vazgeçmeyi büyük bir zorluk, hatta belki bazen haksızlık gibi görebilir. Bunun danışan ağzından dışavurumu ise “İstemediğim şeyleri yapmak istemiyorum, böyle bir zorlanmaya katlanmak istemiyorum”dur ve ne yazık ki gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bu, yapacağımız işi korkunç, katlanılmaz olarak görmemize neden olacaktır. Dolayısı ile hedefi altından kalkılamayacak kadar zorlu bir yol olarak değerlendirir, gözümüzde aşırı büyütmüş oluruz. Ufak aksaklıklar büyük duygusal reaksiyonlara yol açabilir. Gerçekçi olanı, zaman zaman zorlanacağımız, istemediğimiz yollardan geçecek, çok da hoşumuza gitmeyen aktiviteler yapmak zorunda kalacağımızı kabul etmek fakat nihai, varmak istediğimiz amacımızı kendimize sürekli hatırlatarak arada ertelemeler, geriye dönmeler olsa da eski rayımıza kolaylıkla oturabileceğimizdir.

Üçüncü değerlendirilebilecek durum ise başkaları ile etkileşimde olduğumuz, beraber yürüttüğümüz işlerde ortaya çıkmaktadır. “Herkes üzerine düşen görevi yapmak zorunda, herhangi bir gecikme olmamalı, düşünceli olunmalı” düşüncesi rasyonel dursa da maalesef hayat akışında herkes yapması gerekenleri yap(a)mayabildiğinden bu bizde öfke, engellenmişlik, yok sayılmışlık ve düşmanca duygulara yol açmaktadır. Bu duygular bireyde pasif bir direnç geliştirebilir ve işleri geciktirme ya da erteleme yoluna gidilebilir. Kendimize söylediğimiz “Kimsenin bunu yapmaya hakkı yok!” gibi keskin cümleler işin akışından bizi uzaklaştırır. Geliştirdiğimiz negatif duyguları da ertelemek amacıyla bir bahane olarak da kullanıyor, bireysel kaynaklanan sıkıntılarımızı göz ardı ediyor olabiliriz. Gerçekçi bakış açısını bir deyimle yakalamak gerekirse kendimize şu soruyu sorabiliriz; “Benim amacım üzüm mü yemek, bağcıyı mı dövmek?” Geliştirilen negatif duygular sebebiyle işi geciktiren, engelleyen, amaca ulaşma yolunda kendisine ket vuran bireyin kendisi olduğunda yine bu engeli kaldırmak da bireyin kendi elinde olacaktır.

Web: www.ozlemataoglu.com.tr

Instagram: psikologozlemataoglu

Yazının devamı...

Asosyal mi? Antisosyal mi?

Günlük hayatımızda sıkça kullandığımız asosyal ve antisosyal kelimelerinin genellikle eş anlamlı olarak kullanıldığını duyuyorum. Hatta çoğu zaman bu iki kavramın yanlış anlamlarıyla, bazen birbirlerinin yerine kullanıldığını farkettim. Oysa asosyal ve antisosyal birbirinden çok uzak kavramlardır. Gelin bu iki kavram arasındaki farka bakalım:

aslında çoğu kişinin kullanmaya çalıştığı anlamıyla sosyal olmayan bireyleri tanımlamak için kullanılmaktadır. Asosyal bireyler genellikle durumlarından memnunlardır, daha az insanla temasta olmak onların tercihidir diyebiliriz. Çok kişiyle iletişimde olmayıp bu durumdan memnun da olmayan bireyleri olarak tanımlayabiliriz. Bu bireyler yargılanacaklarından, kabul görmeyeceklerinden, istenmeyeceklerinden ya da reddedileceklerinden duydukları kaygı ile isteseler dahi sosyal ortamlara çok fazla katılım gösteremezler. Bunun bir başka sebebi de gelişmemiş iletişim becerilerinden dolayı olası beceriksizliklerinden duydukları kaygıdır.

ya da diğer bir yaygın kullanım ismi ile psikopat ise en kısa tanımıyla başkalarının haklarını umursamayan, başkasına zarar vereceğini bilse dahi kendi çıkarı için yalan söyleyen, düşünmeden davranışta bulunan, tasarı ve organizasyon becerisi düşük olan bireyler için kullanılmaktadır.

Peki antisosyal kişilik özellikleri olan bireyleri hangi davranışlarından tanıyabiliriz? Yasalar ile sık sık başı derde giren bu bireylerin toplumsal kurallara uyum sağlamada da sıklıkla problem yaşadığı söylenebilir. Tipik örnekler olarak yalan söyleme ve bu şekilde iletişimde oldukları kişileri manipüle etme, dolandırıcılık, hırsızlık, eşyaları vurma, kırma, dökme ve buna bağlı kendine fiziksel zarar verme gibi davranışları sıklıkla gösterdikleri söylenebilir. Antisosyal bireyler tutuklansalar dahi bu davranışlarında devamlılık gösterirler. Başkalarının haklarını umursamaz, kişisel çıkarları için yalan söylerler. Rencide edici takma isimler takabilirler.

Bu bireyler kendileri ve başkaları için sonucu düşünmeden, öngörüsüz bir biçimde harekete geçerler. Tipik örnekler olarak ani iş değişiklikleri, ani ilişki sonlandırmalar, başkalarının güvenliğini umursamadan davranmak sayılabilir. Sık sık aşırı hız yapma, sarhoş araba kullanma, sık sık trafik kazası geçirme de bu örnekler arasında sayılabilir.

Kolay kızan, ani öfke patlamaları yaşayan, sık sık fiziksel kavga eden bireylerdir. Özellikle aile içi şiddete sıklıkla rastlanır. Alkol/Madde kötüye kullanımı, bağımlılığı, madde etkisi altındayken kendine fiziksel zarar verme (örneğin kolları jiletle kesme) yaygın olarak gözükmektedir.

İş yaşamına karşı da belirgin bir kayıtsızlık olduğu söylenebilir. İmkanlar varken çalışmamak, çalışmak istememek hatta bunu gereksiz bulmak, gerçekçi hayat planları olmadan çalıştığı işten ayrılmak, geçerli bir sebep olmaksızın işe gitmemek sıklıkla görünen işlevsizliklerdir ve sonucunda yaşanan iş kaybı da kaçınılmazdır. Aldığı borçları ya da faturaları ödememe, bunlar talep edildiğinde öfkelenme, kendisine bakım olarak bağımlı olan kişilerin sorumluluğunu almama yaşadıkları hayat problemlerindendir.

Antisosyal kişilik özellikleri olan bireyler, tüm bu yaşanan sonuçlardan ya hiç pişmanlık duymazlar ya da çok az duyar fakat bunun için herhangi bir davranış değişikliğinde bulunmaz, düzeltme yoluna gitmezler. Kendilerine ve başkalarına verdikleri zarardan kaygı duymayan bu bireyler, yaptıklarının sonuçlarını küçümser ya da kendilerince bir mantığa bürüyerek aslında bu kişilerin aptal, çaresiz olduklarını söyler, yaşadıklarını haketmiş bireyler olarak yorumlarlar.

Web: www.ozlemataoglu.com.tr

Instagram: psikologozlemataoglu

Yazının devamı...

Depresyonda olduğunuzun farkında olmayabilir misiniz?

Çevrenizde çok mutlu görünen, her gün gülücükler saçan, neşeli insanlar mutlaka vardır. Peki zaman zaman ne kadar mutlu diye imrenerek baktığınız bu kişilerin de aslında depresyonda olabileceğini biliyor muydunuz? Evet, bu neşeli, gülen, günlük işlerini çok planlı bir şekilde halleden arkadaşınız, komşunuz, iş ortağınız, patronunuz da depresyonda olabilir, üstelik bu durumun kendisi dahi farkında olmayabilir!

Bu gülümseme, kahkahalar, espriler aslında gerçekte yaşanan duyguları saklamak için bir maskedir. Bu bireyler duygularını ya önemsemez ya da yaşadıkları zorlukları dışarıya göstermeme, güçlü bir imaj çizme adına kabul etmezler.

Bunun sebebi herhangi bir ilişkinin bitişi, aile içi dinamiklerde yaşanan uyumsuzluklar, mesleki zorluklar, hayatta bir amaç belirleyememe ve bunların tekrarlayan bir döngüde devam etmesi olabilir. Bunlar günlük hayat ile o kadar bütünleşmiş olabilir ki kişinin kendisi dahi bunun farkına varmayabilir. Hayattan zevk alamama, keyif veren aktiviteleri yapmak istememe, yapılan günlük aktiviteleri anlamlandıramama hatta bir nevi robot gibi yapma, zorunlu işler haricinde motive olamama, bir şeylerin yolunda gitmediğine dair güçlü bir his maskeli depresyonun belirleyicilerinden olabilir. Buna yoğun değersizlik ve çaresizlik düşünceleri de eşlik etmektedir.

Maskeli depresyon yaşayan bireyler genellikle çevreleri tarafından huzursuz, mutsuz, tahammülsüz, öfkeli, gergin, tedirgin, umutsuz, sinirli olarak değerlendirilmektelerdir. Kişi de bir süre sonra kendisini bu duygular içinde hissedebilir. Bu dönemde bir doktora en yaygın olarak yaygın bedensel yakınmalar ile başvurulmaktadır – örneğin kronik baş ağrısı, sırt ağrısı, yorgunluk, uyuşmalar, kas ağrıları olabilir. Bunlar, psikosomatik dediğimiz psikolojik kökenli gelişen bedensel yakınmalar olduğu için fiziksel bir sebebi bulunamayıp bireyler psikiyatriste veya psikologa yönlendirilmektedir.

Bu noktada bireyin hayatı ile ilgili doyum sağlayamadığı, ihtiyaçlarını karşılayamadığını düşündüğü alanları, ikili ilişkilerinde yaşadığı sıkıntıları (evde, işte veya duygusal ilişkilerde davranış sorunları, iletişim bozuklukları olabilir) baz alarak önce bu noktalar bir terapist ile belirlenmeli, daha sonra bu problemleri ortadan kaldırma ve doyum sağlama adına davranış değişiklikleri üzerinde çalışılmalıdır.

Ayrıca bireylerin kendilerine yakın gördükleri, kendilerini yargılamadan anlayacağını düşündükleri biri ile iletişim kurup duygularını ve düşüncelerini paylaşmaları da sürece katkı sağlayacaktır.

Öğrenilmesi gereken en önemli nokta ise şu – çevreye mutlu görünürken eve gittiğinizde bu günlük direncin yorgunluğu ile kendinizi yatağınıza attığınızda bu sizin için uzun vadede kısır döngüye girmiş bir çökkünlük duygusu yaratacaktır. Unutmayın, her zaman mutlu olmak, iyi hissetmek zorunda değiliz – ZAMAN ZAMAN MUTSUZ OLUP NEFES ALMAK İÇİN LÜTFEN KENDİNİZE İZİN VERİN!!

Web: www.ozlemataoglu.com.tr

Instagram: psikologozlemataoglu

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.