SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Çünkü Mutluluk Gibi, Yenilik de “Ev Yapımı”

Bakkala gidip kendime gerçek bir yenilik satın alamayacağımı biliyordum. Kendime ancak kendim bir yenilik yapabilirdim. Çünkü mutluluk gibi, yenilik de ev yapımı. “İçerde” yapılıyor. Mutfağa geçecek, kendine güzel, taptaze bir yenilik hazırlayacaksın.

Rahat sandırdıkları rahatsızlığı bozmak, kalbime, ruhuma çok daha iyisini vermek için yola çıktım.

Yanıma sadece iki bavul eşyamı ve bilgisayarımı alarak yepyeni bir ülkeye taşındım: Kanada’ya.

Zor olacağını biliyordum. Çok zor oldu. İlk günler nasıl da özledim İstanbul’daki evimi.

Halbuki bana ait bir evim bile yoktu, bana ait sandığım bir evim vardı. Artık sadece sevdiğim işi yapacağım diye tutturduğum için o pırıl pırıl, geniş ve güzel mobilyalı ofislerde daha fazla çalışamadığım halde kirasını her ay ödemek zorunda olduğum bir evde yaşıyordum. Aylarca taksitlerini ödeyerek satın aldığım eşyalar, kıyafetler, birbirinden güzel topuklu ayakkabılarım ve senelerdir evin içinde benimle beraber yaşayan, durdukça duran bir sürü başka şeyle beraber. İnsan bazen yaşamayan şeylere de bağlanıveriyor.

Bazen mi?

Yeni çıkacak iphone’a ulaşmanın hayatına yenilik katacağını sanan insanların dünyasında yaşıyoruz. Her bilgiyi top gibi karşılayıp aldığı gibi etrafa savuran insanların yarattığı kargaşada yaşamı kavramaya, yorumlamaya, ona yön vermeye çalışıyoruz.

Oysa, insanın hayatını yenilemesi, burnumuzun ucuna kadar dayanan yeni modalardan, yeni teknolojilerden, yeni mekanlardan, yeni sevgililerden başka, bambaşka bir şey.

Yenilik, gerçek olduğunda değişimle gelir, hemen anlarsın. Kalıcıdır. Seni büyütür. Yol aldırır. Öğrenmek de böyledir. Bu yüzden çok güzeldir ya! Karşı karşıya kaldığın şey seni değiştirmediyse, ondan hiçbir şey öğrenmemişsin demektir. Kimisi yeni bir bir bilgiye rastladığında onu ezberler, bir iki pratikle halloldu sanır. Böylece duyduğunu, gördüğünü toplamaya başlar, aslında hayatına nüfuz ettiremediği bir sürü yeni bilgiyle orada burada gevezelik yapar, bir süre sonraysa, “daha da yeni”lerini edinmek için bir öncekileri beynindeki çöpe atar. Eski, yüzeysel hayatını, farkında olmadan iyice koflaştırarak yaşamaya devam eder. Oysa, öğrenmek insanı dönüştürür, yepyeni biri yapar.

Bazen hayatında şahane reformlar yaptığını sanıyor insan, genelde içinde bulunduğu korkunç can sıkıcı durumlara dayanmanın değişik yollarını arıyor da adına “yenilik” diyor, “reform” diyor. Oysa reform, var olan form’u yeniden düzenlemekten gelir:

Re-form.

Mevcudu evirip çevirsen, içine yeni bir anayasa, altın klozet de koysan, üstüne yatırım da alsan, bir kolunu kessen, eteğini kesip bluz de yapsan ne kadar değişebilir? Azıcık değişir belki, bir süre can sıkıntını susturacak kadar, ama ya sonra? Canını sıkan o şey, varlığı dimdik ayakta, hala hayatının tam ortasında.

Bu yüzden beklemekten çürümüş formlara karşı olduğum kadar reformlara da karşıyım. Çünkü bu da bir başka katılık, bir başka muhafazarlık şekli. Hayatında “reform” yaptım sanan ama gittiği iki adımcık kendine yetmediğinde dünyası gene şaşan insanların kaosunda, onların kabusunda, sinirceli planlarının yönettiği dünyada huzuru kim bulabilir?

Yenilik, başka bir form istiyor. Bu yüzden çok zor. Bu yüzden kaya gibi gerçek. Tam da bu yüzden ulaşılabilir, niçin ulaşılamaz olsun?

Yenilik, öyle kimseyi bekleyerek, yanına yaren, başına lider arayarak gelmiyor, ancak tek başına yaşanıyor. Ancak böyle böyle dünyayı sarabilir. Filizlenip yükselen incecik bir dalın, birbirine sarıla sarıla büyüyen koca bir sarmaşığa dönüşmesi gibi.

İki adım gideceğim sanırken, aslında zamanı da yitirerek beş adım geriye dönmektense, iyice gerilip sıçramayı öğrenmeli insan. Bunu öğrenmeyi kendine görev bilmeli.

Yaptığım yenilik sonrası eskiyi hala özlüyorum açıkçası. İstanbul’daki yatağımı özlüyorum, dünyanın en rahat yatağıydı bana göre. İnternette, tanımadığım birine sattığım kocaman kütüphanemin önüne geçip kitaplarımı karıştırmayı çok özlüyorum mesela. Umarım “O” da benim gibi seviyordur kütüphanesini. Kartpostal koleksiyonumu anıyorum ara sıra, yere oturup sessizce bakmak kafamı her zaman dağıtmıştır. Yanıma sadece en çok sevdiğim beş tanesini alabildim, devamı neyse ki emin elde. Penceremin önündeki ağaca tırmanıp gelen kedimin nazını niyazını, yemeğini gördüğündeki heyecanını arıyorum, buralarda kedi filan yok...

Her şeye rağmen çıktığım yolun verdiği taze nefes iliklerime kadar doluyor, yürütüyor, koşturuyor beni. Kendimi nihayet korkulardan, bahanelerden, hareketsizlikten kurtardığımı hissediyorum. Düzen, insanlar, dil, kokular, yemekler, merhabaların hepsi başka. Yeniden öğreniyor, yeniden var oluyorum, büyüyorum.

Bunun yalnız tek bir yolu olduğunu biliyordum. Ne başkalarından bekleyecek, ne verdikleriyle yetinecektim. Bu yüzden oturdum, kendime taptaze, kocaman bir yenilik yaptım.

Darısı, tezgahın başına geçmek isteyip de kendine tatlı tuzlu bahaneler uyduranların başına.

Hikayelerin devamını sayfasından takip edebilirsiniz.

Yazının devamı...

"Gerçek Bir Kadın Gibi!" | Biraz Sen, Biraz Ben

Yabancılara gülümsemek, selam vermek, bazen günlerinin nasıl geçtiğini sormak bende huy. Karşılığını alamadığım çok oluyor ama hiç önemli değil. İnsanın kendi enerjisini yüksek tutmak istemesiyle ilgili bir şey bu.

Başkaları da özense, yapsa fena mı olur?

Katılım arttıkça sabahlarımızı, akşamlarımızı, sokaklarımızı güzelleştirecek, toplumun güven ve mutluluk seviyesini de arttıracak da bir detay, bir tutum.

Kaskatı bir insan değilseniz siz de gülümsersiniz size gülümseyene. Bulaşıcıdır da bu. Ertesi gün de siz kendinizi bir yabancıya hal hatır sorarken buluverirsiniz.

Gecenin bir yarısı, iki yabancı

Geçenlerde izlediğim Biraz Sen, Biraz Ben isimli oyun da böyle iki yabancının birbiriyle karşılaşmasıyla başlıyor.

Dünya, yabancıların birbirleriyle karşılaşmasıyla gündüzden geceye, mevsimden mevsime dönüyor elbette. Bu, bir hikaye için ilginç bir başlangıç olmayabilir. Ama hikayeleri birbirinden farklı kılan nasıl başladığından çok, nasıl sürdüğü değil midir?

Bahsedeceğim hikayede, gecenin bir yarısı, sahilde, dalgalara karşı, kayalıkların üstünde iki yabancı birbiriyle karşılaştı.

İki kadın.

Sokak köpekleri uluyordu ve çöp kamyonları şehrin uykulu sokaklarında ağır ağır ilerliyordu. Gecenin cüretkar karanlığında baş başa kalakaldılar, başka türlü belki bu kadar özgür olamazlardı.

Çünkü Handan “yapmalı, etmeli”lerle yaşayan, kendine çizdiği, kendine çizilen çemberin dışına taşamayan bir kadın.

Ve çünkü Buse trans bir kadın.

Birbirlerinin dünyasına gene dünyalar kadar uzak iki insan.

Handan’ın yarası var. Buse’nin yok mu sanki. Hem de ne yara.

Ortalarındaysa derin bir yalnızlık.

Önce Buse yaklaşıyor Handan’a, didikliyor onu, yarasından çekiştirip duruyor. Ne yapıp ediyor, bırakmıyor Handan’ı, çünkü bıraksa kötü şeyler olacak. Gecenin devamında sürpriz bir kadın daha katılıyor aralarına. Böylece üç kadının tesadüflerle birleşen hikayesini izlemeye devam ediyoruz.

Bir gün gelir, bir yabancıya bütün hayatını anlatmak istersin

Biraz Sen, Biraz Ben’i izleyeli aslında epey oluyor, İstanbul’a karın ilk düştüğü geceydi galiba. O günden beri Buse ve Handan’ı ve aralarında yoktan var ettikleri şeyi düşünüp duruyorum. Buse'nin Handan'a, "Madem ne olması gerektiğini biliyorsun göster bakalım. Gerçek bir kadın gibi!" deyişini düşünüyorum. İki kadının yalnızlıklarını, bileklerine kelepçelenmiş gibi oradan oraya taşımak zorunda oldukları o çıldırtıcı sessizlikteki yalnızlıklarını, gerçek hayatla bir türlü bağdaşmayan hayallerini düşünüyorum. Yalnızlığın insanı susturduğu kadar konuşmak zorunda bıraktığını da düşünüyorum.

Murathan Mungan’ın çok sevdiğim bir sözü geliyor aklıma:

“Bir gün gelir, dünyanın bir yerinde yıllarca senin haberin olmadan yaşamış birine, bütün hayatını anlatmak istersin.”

Oyunun yazarı Çiyil Kurtuluş’u, bu türden bir yalnızlığı gözümüze soka soka, çırılçıplak verdiği için tebrik etmeli. Oyunun kurgusu ve diyaloglar su gibi akıyor, izlerken keşke bu bir kitap olsaydı da altını çizseydim diyeceğiniz yerler çok olacak.

Ayça Damgacı, Nuri Harun Ateşve Yeliz Demir’i, Handan’ı, Buse’yi ve Melek’i aklımın bir köşesine kazıdığı için kutlarım. Ayrıca, oyunun başında sizi nefis bir sürpriz bekliyor, Buse’yi (ve Nuri Harun Ateş'in oyunculuğunu) unutamamanız için bir koca sebep daha.

Ebru Nihan Celkan’ın yönettiği Biraz Sen, Biraz Ben bize, alıştık sandığımız acımasız ve gündelik gerçekleri, hortlayıp duran güzel hayalleri, bir yabancıya kendini anlatma cesaretini ve olmaz denen dostlukları hatırlatıyor.

Biraz Sen, Biraz Ben, 14-21-28 Ocak’ta Kadıköy Emek Tiyatrosu’nda, biletler Biletix’te.

Yazının devamı...

"Bir Ülke Dolusu Mutsuz Kadınla Mutlu Olunmaz"

“Bir ülke dolusu mutsuz kadınla mutlu olunmaz. Hayatın en önemli bilgisi bu olmalı.”

Hani bir şeyi içten içe çok iyi bilirsin de bilmezden gelirsin, “aman” der, “sonra” der ötelersin, kendi kendine düzelmesini beklersin ya. Dostum yazar Hakan Şenocak’ın bıçaktan keskin bu sözleri bana, bizi her gün yeni bir tokatla yere çarpan “kadın” mevzusunun, biz onu sırtlanmadıkça, sonuna kadar üstüne gitmedikçe asla düzelmeyeceğini hatırlattı.

Halbuki biz, bunca mutsuz kadını hangi aralık yarattığımızı çok iyi biliyoruz.

Biz, bunca mutsuz kadını hala mutsuz etmeye devam ettiğimizi de çok iyi biliyoruz.

Koca bir ülke dolusu mutsuz kadını hala mutsuz etmeye devam ederken, bizden hiç-bir-şey olmayacağını, çocuklarımıza, geleceğimize iyiliğin, bilgeliğin bir parçasını bile bırakamayacağımızı da biliyor muyuz acaba?

Ancak içim acıyarak söyleyebilirim bunu, evet, eskiden beri kadınları el üstünde tutan bir toplum değiliz, aslına bakarsanız ataerkil düzene geçildiğinden bu yana, yani binlerce yıldır dünyanın kendisi böyle değildi. Kadınlar bir eşya gibi alındı, verildi. Sözleri duyulmadı, söz hakları olmadı, çoğu yerde, çoğu zamanda, nezaket ve toplum kurallarında dahi kendilerinden söz edilmedi. Yazarlıkları, sanatçılıkları, zanaatkarlıkları hiçe sayıldı. Bunlarla ilgilenmek isteyen kadınlar, türlü bahanelerle (biz bu bahaneleri de çok iyi biliyoruz) cadı, deli, kötü ilan edildi, evlere kapatıldı, yakıldı, yok edildi. Diktatörler, erkekleri yeni kadınlara sahip olma vaadiyle savaşa çağırdı, her savaşın sonu muhakkak ve çok yazık ki kadınların aleyhine bitti.

Sonra ne olduysa oldu, dünya değişmeye başladı. Ne güzel, ne bilge, ne büyük kadınların varlığından haberdar olur olduk. Var oluşlarıyla mest olduk, onur duyduk, onlardan ilham aldık.

Ne var ki, “dışardakiler”in refah seviyesi hızla yükselirken, “bizimkiler”in büyük kısmı hala kendi ayaklarının üstünde durabilme savaşı veriyor. Dahası bir kısmı içerde, bir kısmı küskün, bir kısmı dört duvarına kapanmış halde, bir kısmı çoktan hayallerinden, gücünden, dik duruşundan vazgeçti belki, belki bir kısmı kendi kendini yok etti, belki de yok edildi. Bazılarını duyduk, bazılarını hiç duymayacağız.

Bahanemiz, gerekçemiz, cevabımız ne olursa olsun, biz bunca mutsuz kadını hangi aralık yarattığımızı çok iyi biliyoruz.

Bunca kadını gözümüzü kırpmadan, bile isteye ötelediğimizi, ötekileştirdiğimizi çok iyi biliyoruz.

Kadınları, kadın haklarını yasalarımıza, sokaklarımıza, evlerimizin, gönüllerimizin içine almamak için ne numaralar çevirdiğimizi çok iyi biliyoruz.

Geldiğimiz noktada yaralı, neredeyse çaresiziz.

Neredeyse.

Tümüyle değil.

Bunu, yenilgiyi, asla kabul etmeyelim.

Ne Şarap, Ne Müzik

Şimdiye kadarki yaşantımda görerek, duyarak, hissederek bildiğim bir şey var:

Bilhassa babasının saygı göstermediği hiçbir kız çocuğu, yetişkinliğinde erkeklerden saygı göremiyor, yanı sıra kendini saygın tutmayı da, kendi değerini de bilemiyor. Sonrasında da hem oğluna, hem kızına böyle bildiği bir kadınlığı anlatıyor. Elbette aynı şekilde büyüdüğü evde kadınlara saygı duymayı görmeyen, duymayan hiçbir erkek, hayatının hiçbir evresinde kadınları gerçekten sevemiyor, gerçekten hiçbir kadına saygı duymuyor, hiçbir kadını mutlu edemiyor.

Tam da bununla ilgili olarak, Çetin Altan’ın beni derinden etkileyen, unutamadığım bir yazısı aklıma geliyor, yazının başını noktasına virgülüne dokunmadan paylaşıyorum:

“Pek yakında onbeşine basacak olan büyük oğlum geçen sabah:

- Baba hayatta en önemli şey kadın galiba diyordu.

- Galiba ne demek, elbette kadındır, dedim.

Kadınsızlığın ne olduğunu, üşüyen bir kedi gibi bir kadın sıcaklığı özlemiyle büyük şehirlerde tek başına yaşayan erkekler bilir. Ne Haliç'in gurubu, ne Marmara'nın sisleri, ne Kozyatağı'nın toprak yolları, ne lokantadaki şarap, ne radyodaki müzik bir kadınla paylaşılmıyorsa bir hatıra güzelliğiyle hafızada yerleşmez.

Bir koltuğa oturunca etekliğinin altından diz kapaklarının, yuvarlaklığını göstererek uzanan bacaklar... Her gülüşte ışıklanan dişler... Dalgalanan saç, işveyle kalkan omuzu, ceylan esnekliğindeki bel, ilkiyle milyonuncusu arasında aynı lezzeti taşıyan, yarım kapaklı gözlerle dudaktan öpüşmesi. Cam üstünde kayan şurup damlası gibi dudaktan boyuna kayan erkek dudakları... Kadın da hayatın en önemli şeyi değilse, önemlilik sözcüğü anlamsız kalır hayatta.”

Bu sözlerin üstüne daha fazla gevezelik etmeyeceğim ama, şu devasa soru aklımın koridorlarını terk edecek gibi değil, belki sizde cevabı vardır:

Sahiden, yenilgiyi kabul edecek miyiz?

Fotoğraf: Oprisco / http://oprisco.deviantart.com

Yazının devamı...

Bir Yolu Seçmeyi Reddediyorsak, Başka Bir Yolu Seçiyoruz Demektir


Bir ekip düşünün, standartların üstünde müzik yapıyorlar, üstelik yerlerinde durmuyorlar, harıl harıl çalışıyorlar, memleketi dünyanın dört bir yanında hep aynı hevesle, emekle temsil ediyorlar. Başlarında bir şef. Herkesin bankacı, işletmeci, şarkıcı olmak, yırtmak istediği bir dünyada, koskoca bir koronun başına geçmiş, her güçlüğe göğüs geriyor, kendine inanıyor, kendine inandırıyor.

Boğaziçi Caz Korosu’nun işini tutkuyla yapan meşhur Koro Şefi Masis Aram Gözbek’le buluştuk. Koroyu, içerdeki düzeni, yasakları, zor zamanları, hatta aşkı ve politikayı şefin gönlünden ve gözünden konuştuk.

Siz kimsiniz? Nerdensiniz, kaç kişisiniz?

Biz bir kısmı üniversite öğrencisi, bir kısmı yeni mezun ve çalışan otuz, otuz beş kişiyiz. Yaş ortalamamız yirmi dört. Hepimiz ülkenin dört bir yanında büyümüşüz ama İstanbul’da yaşıyoruz, başka şehirlerden koroya katılmak isteyen arkadaşlar da oluyor, çok istiyorlar, hafta sonları mutlaka gelirim diyorlar. Fakat bunun mümkün olmadığını sonradan kendileri de görüyorlar. Çünkü hakikaten çok sıkı çalışıyoruz, haftada iki gün muhakkak provamız var ve çok sık konsere gidiyoruz.

En yaşlı koristiniz kaç yaşında?

Geçen sezon en yaşlımız otuz yediydi. Ama koro tarihinin en yaşlı üyesi sevgili Uğur Ağabey, o zamanlar (2012) kırk yedi yaşındaydı yanlış hatırlamıyorsam. Bu arada yaş için alt limitimiz yirmi.

Herkes profesyonel mi?

Aksine. Şu an otuz beş kişiysek, bunun sadece üçü veya dördü müzik öğrencisi veya öğretmeni. Herkes farklı disiplinlerden geliyor, biri mühendis, biri bankacı, öteki çalışmıyor falan. Bu pek bilinmiyor tabii. Dolayısıyla, Boğaziçi Caz Korosu’nu hep aynı seviyede tutabilmek için hepimizin ayrı ayrı çok çalışması ve her birimizin işini çok ciddiye alması gerekiyor. Çünkü koristlerin hemen hepsi dediğim gibi müzikal anlamda sıradan insanlar. Bu yüzden de koroda olmanın en önemli şartı yaptığımız işi hayatımızın merkezine koyabilmek.


Diyelim ki şahane bir sesim var, Boğaziçi Caz Korosu’nun kapısını çaldım, yeterli mi?

Yetmez. Bireysel bir iş yapmakla bir takımın parçası olmak çok farklı. Bireysel iş yaparken kendi hatanı kendin çekersin, başkasının hatasına tahammül göstermek zorunda olmazsın. Ama ekip içindeyken arkadaşının hatası da senin hatan oluyor ve bu hata bütün koroya mal oluyor. Bir provada, kırk kişide bir kişide bile sorun varsa, o gün orada müzik çıkmıyor. Takım uyumu, ruhu şart, buna elverişli olmaksa ilk şart.

Bu arada, “takım” demek “Beraber böylece duruyoruz ve ben kendi sesimi söylüyorum, onlar kendi seslerini söylüyor”dan çok başka bir şey. Hem müzikal hem sosyal anlamda kendi sivriliklerimizi yuvarlamamız ve birçok ödün vermemiz gerekiyor.

İyi ses tek başına yetmez dedin, takım ruhu şart dedin. Korist olmak isteyenlerin kafasında biraz daha net bir tablo çizmek adına, seçmelerinizi nasıl yaptığınızı anlatır mısın?

Iki aşamalı bir seçmemiz var. Öncelikle temel nitelikleri ölçüyoruz; duyum, ritmik melodik hafıza, genel müzikal algı gibi. Herhangi bir teorik bilgi aramıyoruz.

İkinci aşamada ise adaylara dört beş gün öncesinden repertuvarımızdaki parçalardan kesitler gönderiyor ve üzerine çalışmalarını istiyoruz. “Sen bas partisini çalış, sen sopranosun, sen soprano II partisini çalış, gel,” diyoruz. O gün geldiğinde ufak bir koro modeli oluşturuyoruz, adayımız kendi ses grubunu söylüyor, uyum sağlayabiliyor mu, kendi sesini ve parçayı takip edebiliyor mu, buna bakıyoruz. Çok az müzik bilen, kulağı vasat biri bazen çok sıkı çalışıp aşamayı geçerken, müzik bilen biri çalışmadan geldiği için söyleyemiyor ve geçemiyor.

Dolayısıyla, biz tastamam bir müzik bilgisi aramıyoruz. Hayatında hiç müzik eğitimi almamış, nota bilmeyen insanlar koroya dahil olabilirken yıllarca müzik eğitimi almış insanlar koroya dahil olamayabiliyor.

Hem koroda, hem seçmelerde, yani bu işe merakta kadın-erkek dengesi nasıl?

Erkek bulmak her zaman çok daha zor. Özellikle Türkiye’de erkeklerin ilgisi çok az. Bir koroya girip şarkı söylemek daha çok kızların hayali. Bu şartlarda, en az 3’e 2 oranını yakalamak gerekiyor, yani 24’e 16 gibi. Fark daha da açıldığında büyük bir dengesizlik oluyor.

Çok geziyorsunuz, çok sıkı çalışıyorsunuz, “İşi hayatımızın merkezinde tutuyoruz” diyorsun. Sirkülasyonun fazla olduğunu tahmin ediyorum. Girenler, çıkanlar, yapamayanlar…

Eldekilerle bu kalitede iş çıkarma çabamızın en büyük dezavantajı ne yazık ki bu. Sirkülasyon çok yüksek. Bu bizi gerçekten çok yoruyor, ben her sene neredeyse en baştan bir koro kuruyorum. Hem sene içinde hem sene sonuna doğru insanlar yoğun çalışma tempomuza uyum sağlayamayarak bırakıyorlar. Koristlerin ömrü en fazla altı, yedi ay sürüyor ve buna rağmen dünya çapında çok önemli başarılara imza atıyoruz.

Nasıl ayakta kalıyorsunuz, bu biraz da senin dik duruşun, ayakta kalışınla yürüyor sanki?

İnsanlar gidiyor, geliyor, bir sürü şey başımıza geliyor. Maddi, manevi büyük zorlukların altına giriyoruz. Daha yirmi beş yaşında bile değilken üç yüz bin liralık bir borcun altına imzamı attığımı unutamam mesela. Sana en zor zamanlarımızdan birini anlatayım; 2012’de üç tane dünyaca ünlü festivalden davet aldık, iki tanesi yarışmaydı. Sadece iki hafta kala sponsor kurum desteğini çekti. İnsanlar acayip düştü, “Gitmeyelim madem, neden hala her gün çalışıyoruz” noktasına geldiler. O zamanki koordinatörümüz Nilay beni bir akşam Taksim’e yemeğe götürdü ve bütün gece beni bu maceradan vazgeçirmek için dil döktü. Sonra ne oldu? Biz o masadan “Şimdi herkesi arıyoruz ve bulabildiğimiz kadar para topluyoruz, bu üç festivale de gidiyoruz!” diye kalktık.

Büyük delilikler!

Öyle!

Bir misyonunuz var mı Masis?

Elbette var. İlki, Türkiye’nin dört bir yanına çok sesli koro müziğini yaymak ve insanları bu müzikle tanıştırmak, buluşturmak ve onlara bu müziği sevdirmek. İkincisiyse, Türkiye’nin koro müziğini ve Anadolu kültürünü tüm dünyada en yüksek platformlarda, en üst seviyede temsil etmek. Bu ikisini de yoğunlukla yapıyoruz. Ve şimdiye kadarki başarılarımızın yüzde doksan beşini hiçbir destek almadan gerçekleştirdik.

Azıcık başa dönelim, sizi metrodadaki videoyla tanıdık. Hikayesini anlatsana, “Biz bir meşhur olalım” mı dediniz?

Metro videosundan önce de tanınıyorduk aslında. Üniversitelerden davetler almaya çoktan başlamıştık. Fakat elbette metro videosuyla bir kırılma noktası yaşadık. 2011 Temmuz’unda Avusturya’da yapılacak Dünya Koro Şampiyonası’na gitmek istiyorduk, maalesef bir sponsor bulamadık ve hakikaten hiç paramız yoktu. Mayıs olmuştu, hala bir yere varamamıştık. Her konser, her prova sonrası oturup ne yapacağımızı düşünüyorduk. En sonunda ilgi çekici bir video çekme fikri çıktı. Bir sabah dışarı çıktık, Kadıköy Evlendirme Dairesi’nden başladık, istasyonlarda, duraklarda, otobüslerde, iskelede, AVM’lerde, hemen her yerde, hiç durmadan yürüyerek şarkı söyledik. Metrodaki video da o gün çekildi.

Biz caza alışkın bir millet değiliz. Aslına bakarsan biz koroya da alışık değiliz, ancak sanat müziği, halk müziği korolarını bilerek büyüdük.

Doğru, biz bir türlü halka inemeyen bir müziği çok keskin bir şekilde halkla buluşturmuş olduk. O mesafeyi ve kemikleşmiş algıyı keskin bir şekilde kırdık. İnsanlar koro denen şeyin ellerde klasörler, yanyana dizilmiş bir topluluktan daha farklı bir şey olabileceğini gördüler. İlla kapalı bir konser salonunda değil, her yerde, pat diye müzik yapılabileceğini ve üstelik bunun çokça eğlenilerek yapılabileceğini de...

Sosyal medyayla aranız pek iyi.

Evet, gerçekten öyle. Söylemeden geçemeyeceğim, dünyanın hiçbir yerinde Facebook’ta 258 bin takipçisi olan başka bir koro yok.

Takipçilerinizden, sevenlerden istek şarkılar geliyor mu? Kabul ediyor musunuz?

Dünyadan bir koro örneği, performans örneği bulup da sosyal medya üzerinden bize gönderenler, “Bunu da yapsanıza” diyenler oluyor. İnsanlar hoşlarına gittikçe, dünyanın dört bir yanından koroları da araştırmaya başladılar. İstekleri, fikirleri elbette değerlendiriyoruz ama elimizden geldiği kadar. Hemen iki dakikada gitarla çalıp söylemeye pek benzemiyor bu iş. (Gülüyor.)

Yepyeni bir şey yaptınız. Örnek olduğunuzu düşünüyor musun?

Evet, bizden sonra dizilerde, filmlerde ve reklamlarda sıklıkla akapella müzikler kullanılmaya başladı. Türkiye'deki koro camiası ve kültür sanat camiası adına büyük bir yol açtığımızı düşünüyorum. Bence bir on, yirmi yıl sonra özellikle koro camiası adına yaptığımız işin anlamı daha fazla ortaya çıkacak. Bunu mutlaka birileri yapacaktı, ama biz vesile olduğumuz için çok mutlu ve gururluyuz.

İsminiz Caz Korosu ama sadece caz söylemiyorsunuz, repertuvarda neler var, neye göre belirleniyor?

Uluslararası festival ve yarışmalara sıklıkla katılıyoruz ve Türkiye’den yurt dışına giden bir koro olarak caz söylemenin mantığı bir yere kadar. Kendimizden bir şeyler götürmek lazım tabii. Dolayısıyla zaman geçtikçe repertuvarımıza çok sesli türkü düzenlemeleri, çağdaş Türk bestecilerinin koro eserleri, rönesans ve barok dönem eserleri ve yine dünya literatüründen yaşayan bestecilerin eserlerini de ekledik. Repertuvarımız böylece zamanlara ve durumlara uygun olarak genişlemiş oldu.

Günün sonunda şef sensin. Karar mercii sensin. Bir yasaklar listen var mı? Veya yapmalı/yapmamalı, olmazsa olmazlar? İçerde nasıl bir düzen var?

Son sözü ben söylüyorum evet, ama mutlaka herkesin fikrini alıyor ve değerlendiriyoruz ama her konuda değil tabii. Çünkü her konuda bunu yapmaya zaman yok ve böyle bir işe kalkışsak ipin ucunu yakalayamayız. Günde neredeyse yüz tane irili ufaklı karar almak durumundayım ve bunların arasında koroya danıştığımız şeyler de var. Bunlar daha büyük çaplı mevzular. Öte yandan bu bizim formalite icabı yaptığımız bir şey de değil, herkesin fikrini sahiden önemsiyoruz, belli toplantılarımız var, ayrıca bir şey söylemek isteyen bana her zaman gelebiliyor.

Ayrıca korodaki düzeni korumak adına geliştirmiş olduğumuz bir puan sistemimiz var. Provaya nota getirmemiş olmak, geç kalmış olmak, katılamadığın prova veya konserin eksi olarak işlendiği, aynı zamanda ekstra sorumlulukların, çeşitli örnek davranışların ve başarıların da artı olarak haneye düştüğü bir sistemimiz var. Bunlar doğrultusunda kesin yaptırımlarımız var. Mesela, devamsızlığı çok olan bir korist bir sonraki konsere çıkamaz gibi. İnsanlar koroya girdiği zaman bu hassas konuları onlarla en başından çok detaylı bir şekilde konuşuyoruz. Fakat elbette ki bunlar son sözler değil, kendi koyduğumuz kuralların kölesi olmayı hiçbir zaman doğru bulmuyoruz.

Bununla beraber, özellikle yarışma, festival zamanları kola, fanta, soda ve diğer gazlı içecekleri içmek, çikolata, şeker, acı, aşırı baharatlı şeyler yemek yasak. Bütün bir yıl hazırlandıktan sonra, performans öncesi kimsenin midesinin bozulmasını, sesinin kısılmasını istemeyiz.

Peki ya aşk, koroda aşk yaşamak özgür mü?

Elbette özgür. Fakat yarışma, festival zamanı herkes kendi odasında kalır. Bir turneye gittiğimizde on yıllık sevgililer bile ayrı odalarda yatarlar. Asıl mesele insanların aynı odada kalması değil, mesele, ucu çok rahat esnetilecek konularda bizim çok net sınırlar çiziyor olmamızın gerekliliği.

Bu işten para kazanıyor musun?

Ben dahil herkes Boğaziçi Caz Korosu’nda sıfır liraya çalışıyor. Hepimiz gönüllüyüz.

Nasıl geçiniyorsun?

İki koroda daha çalışıyorum, bu iki koroda ücretli çalışıyorum. Onun dışında da çok lüks bir hayatım yok zaten, çalışmaktan fırsat kalmıyor genellikle.

Zor bir prova gününüzü anlatsana bize, hiçbir şey yolunda gitmiyor ve çok önemli bir konser var. Ekibi iyi olacağınıza inandırmak zorundasın. Hislerini merak ediyorum. Ve çabanı…

Bu, sahiden çok zor bir şey. Hatta koro şefliğinin en az yüzde yetmişi belki de bu diyebilirim. Müzikalite ve yönetim dışında, o iç denge ve motivasyonu sağlamak. Çok önemli. Mesela, koroya hiçbir zaman yalnızca cesaret vermem, hiçbir zaman da sadece bağırıp çağırmam, azarlamam. Bu iki farklı tavrı da çok hassas bir denge içinde tutmak gerekiyor, özellikle yoğun festival zamanlarında. Kantarın topuzu biraz bu tarafa kaçarsa rehavet başlıyor, biraz şu tarafa kaçarsa özgüven azalıyor, verim alamıyoruz. Dolayısıyla denge çok mühim.

Provadayız ve bir parça bir türlü olmuyor diyelim, içimden eyvah demeye başlarım fakat ben istemediğim sürece endişem dışarıya asla çıkmaz. Ümitsizliğe kapıldığım zamanlar çok olur ama bunu koroya kesinlikle yansıtmam. Onlara yansıttığım tek ve en önemli şey, ne olursa olsun sonuna kadar gitmek. Yılmamak. Bu koronun bu günlere gelmesinin bir kaç anahtar kelimesinden bir tanesi budur. Her ne olursa olsun, vazgeçmemek.

Ayrıca, her zaman farklı yöntemlerle yaklaşmak gerekiyor, “bir de şöyle deneyelim, bir de böyle deneyelim” gibi. Bu da tamamen senin mesleki bilgine, hakimiyetine ve yaratıcılığına bağlı. İlgiyi içerde her daim diri tutmak lazım. Kısacası zor durumda önce kendin panik olmayacaksın sonra koronun panik olmasına kesinlikle engel olacaksın. Ama olmadığı zaman da açıkça, “Olmadı arkadaşlar” diyeceksin. Ardından da, “Yapacağız arkadaşlar, bir şekilde halledeceğiz." Beyninin vızır vızır çalışması lazım. Kısacası vermekten ve denemekten hiçbir zaman erinmeyeceksin!

Tüm bu süreçte bir politik duruşunuz oldu, bu bir tercih miydi?

Evet, politik bir duruşumuz var. Aşağı yukarı hepimiz aynı hayat görüşünü benimseyen ve bireysel olarak kendimizi ifade etmeyi seçen insanlarız. Artık büyük bir rahatsızlığımız varsa, hayatımıza ciddi anlamda müdahale edildiğini düşünüyorsak bunu dile getirmek isteriz. Lisedeki çok değerli tiyatro hocam Ali Kırkar'ın hiçbir zaman unutmayacağım bir lafı var. “Sanat söyleyecek sözü olanın işidir.” derdi. Sanat, çağlar boyu yönetenlerin her zaman korktuğu bir şey olmuştur. Çünkü sen bağıra çağıra kimseye dinletemeyeceğin bir lafı, bir tiyatro salonunda belki sekiz yüz kişiye birden, sakin bir cümleyle söyleyebilirsin. Dolayısıyla sanat bizim en kuvvetli silahımız aslında. Yönetenler bunun farkında ama halk pek değil, sanata daha çok “iyi vakit geçirme aracı” olarak bakıyor. “Savaş zamanı, yas zamanı konser mi olur” diye kurulan cümlelerin sebebi biraz da bu.

Biz, sanatın etki gücünün ve sanatla başarabileceklerimizin her zaman farkında olmaya çalışıyoruz. Bu farkındalığımızı da içinde bulunduğumuz ve beslendiğimiz bu toplumla paylaşmayı her şeyden daha fazla önemsiyoruz. Siyasal bir topluluk asla değiliz, hiçbir tarafın askeri veya dostu da olmayacağız. Fakat eğer bir yolu seçmeyi reddediyorsak, başka bir yolu seçiyoruz demektir. Bu yüzden de net bir politik duruşumuz var, her zaman da var olacak. “Ben politik değilim” diyen biri bence Türkiye'de yaşamıyor olmalı.

Korist Olmak İsteyenlere,

Boğaziçi Caz Korosu, Nisan’da Belçika’da, Mayıs’ta ise İsviçre’de dünyanın en prestijli koro yarışmalarında Türkiye’yi temsil edecek. Bu büyük heyecana ve gurura ortak olmak, Boğaziçi Caz Korosu’nun koristi olmak isteyenler seçmeleri koronun Facebook sayfasından takip edebilirler.

Fotoğraflar ve Styling: Harika Özcan

"Yücel Kültür Vakfı’na teşekkürlerimizle”

Yazının devamı...

Ceylan Ertem'le Askıda Ne Var?

Bir düşüncenin fikre, fikrin toplumsal faydaya dönüşmesi ne güzel, ama ne zorlu bir yolculuk! Askıda Ne Var da böyle doğdu, büyüdü, daha da büyüyecek. Üniversite öğrencilerini kucaklayan bu güzel projenin yaratıcısı Oğuzhan Canım ve projenin en büyük destekçisi sevgili Ceylan Ertem'le konuştuk: Birbirimizi sevmeye, sahip çıkmaya ve unutmamaya dair.

Önce Oğuzhan Canım projeyi anlatıyor, sonra Ceylan Ertem'le ve onun akla, gönüle esin veren, iyi gelen sözleriyle devam ediyoruz.

Oğuzhan, nedir bu “Askıda Ne Var”?

Askıda Ne Var, üniversite öğrencilerine yemek, kıyafet, tiyatro bilet, konser bileti, kitap, dergi gibi ürün ve hizmetleri ücretsiz sağlayan bir sosyal girişim. Yemek dağıtımını restoranlar aracılığıyla sağlıyoruz, gönüllüler üye restoranlarda üniversite öğrencilerine yemek ısmarlayabiliyor. Diğer saydığım ürünleri ise Twitter @askidanevar hesabımız üzerinden dağıtıyoruz.

Fikir sende nasıl doğdu? Askıda şu an ne var, nerelere geldiniz?

Bir çocukluk hayalimdi, güzel işler yapayım, faydalı işler yapayım istiyordum. Osmanlı’dan gelen askıda ekmek sistemini duyunca bunu günümüz dünyasına nasıl uyarlarım diye düşünürken Askıda Ne Var web sayfasını hazırladım. Projeyi gören birkaç gazete haber yaptı, üzerine Tübitak’tan Bilgi Üniversitesi’nden İTÜ’den ödüller aldık. Sonra sağ olsun Ceylan Ertem en büyük desteği verdi. Bugün de yanımızda olmasından ne kadar duyarlı bir sanatçı olduğu zaten ortada. Onun ardından tiyatrolar da destek olmaya başladı ve Ocak 2016 da sadece bir ayda 3 bin 655 tiyatro ve konser bileti, 200 kitap, bin 500 yemek, 50 sergi bileti vs. ürünleri dağıtabilecek güce ulaştık. Şimdilerde bir mobil uygulama üzerine çalışıyoruz, artık gönüllüler cep telefonlarından tanımadıkları bir üniversite öğrencisine yemek ısmarlayabilecekler. Önümüzdeki ay mobil uygulamanın da lansmanını yapmayı planlıyoruz.

Aslında yerleştirmek istediğin bir şey var; bir yenilik. Ya da eskiden yapılan bir şeye yeniden can vermek?

Eskiden beri süregelen bir uygulama “askıda” sistemi, fakat biz modernize edip sayılabilir ve takip edilebilir hale getirdik. Sosyal etkisini artırabilmek için reklam gücünden faydalandık. İnsanların tanımadıkları ve belki hiç tanımayacakları bir üniversiteliye yemek ısmarlaması çok keyifli bir şey. Bunun yanına sosyal aktiviteleri de ekleyince inovatif bir ürün yaratmış olduk.

Bir fayda yaratmak için emek, vakit ve daha fazlasını veriyorsun, peki gördüğün kadarıyla toplumsal duyarlılığımız ne safhada?

Çok zor bir soru… Bazı noktalarda sınıfta kalıyoruz, betonlara çakılıyoruz, bazı noktalarda ise halen çiçek gibiyiz, umut vaad ediyoruz. Birincisi bizleri televizyonlar mahvetti, mahvediyor. Çok ciddi bir dejenerasyon söz konusu, herkes kendisinin empati noktasında yüksek bir algıya sahip olduğunu sanıyor ama inanılmaz bencil bir toplum haline geldik. Birbirimizi göremiyor, birbirimizin ihtiyaçlarını anlayamıyoruz, karşılanmayan beklentilerimiz de bizi daha fazla mutsuzluğa ve yalnızlığa sürüklüyor. Bu söylediklerim dağınık gibi görünse de aslında bir silsile halinde bütünlük içerisinde. Nihayetinde geldiğimiz noktada duyarlılığımızı da toprak altında bırakmış, yolumuza bu şekilde devam ediyor haldeyiz. Hangi noktada çiçek gibiyiz dersen; gençlerden umutluyum, o ışıldayan gözlerden, taze zihinlerinden…

Bu işte ortakların, gönüllüler, platformu ayakta tutanlar kimler?

Giderleri, sahibi olduğum reklam ajansının gelirleriyle karşılıyorum. Ayrıca proje için gönüllü çalışan üniversite öğrencisi dostlarım var, proje kurulduğundan beri benden bile daha çok emek eden ve şu an proje yöneticisi olarak çalışan arkadaşımın ismi Betül Özyılmaz, ekipteki diğer cengaver dostlarım; Sercan Özen, Turgut Arısoy, Ceren Altunsoy, Zeynep Seven. Tüm projeyi şu an bu ekip sürdürüyor, onlara bir de buradan teşekkür etmek isterim.

Bireysel destek de kabul ediliyor mu?

Bir sponsor arayışımız var fakat bireysel destek kabul etmiyoruz. Sosyal fayda yaratmanın peşinde olan, tek derdi para kazanmak olmayan duyarlı bir şirket bulursak işbirliği yapma niyetimiz var.

GÜNDÜZLERİ ÇEŞME BAŞINDA, AKŞAMLARI ROCK STAR

Ceylan Hanım, sizin üniversite hayatınız nasıl geçti, zor zamanlarınız oldu mu?

Hastalıklarım sebebiyle uzun süre bir yerde duramıyordum. Bu yüzden ben üniversite sınavına liseden mezun olduktan ancak dört yıl sonra girebildim. Bu arada, Akademi İstanbul ve Müjdat Gezen Sanat Merkezi gibi girişte üniversite sınavına gerek duyulmayan okullara gittim. Alper Maral’la Borusan Müzik Kütüphanesi’nde karşılaştık, bana Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Müzikoloji bölümü sınavına girmemi önerdi. Ben ilk kez üniversite sınavına girdim, yarım saat içinde çözebildiğim kadar soru çözüp çıktım. Dışardaki veliler “Ah yavrucak yarım saatte çıktı” diye üzülürken, annemler “Ceylan yarım saat bir yerde durabildi” diye seviniyorlardı. Yıldız Teknik Üniversitesi Duysal Tasarım’a birincilikle girdim. Sonra okulu yarım bıraktım.

Öte yandan üniversite yıllarında bir sürü insan aynı evde kalıyor, zorluklarla baş ediyorduk. Faturaları ödeyemeyince, kesilen sular nedeniyle apartmanın çeşmesinde bulaşık yıkıyorduk. Üstüne ben, akşamları gidip sahnede şarkı söylüyordum. Beni sahnede izleyen arkadaşlarım bu ikili hayatımla dalga geçerdi. Düşünsenize gündüzleri çeşme başında çamaşır yıkayan kız, akşam sahnede rock star!

Ama iyi ki o günleri de yaşadık; insan zorluk yaşayınca her şeyin kıymetini anlıyor. Biz bir sürü arkadaş aynı odada, yatağa sıkışıp birbirimize hikayeler anlatır, müzikler çalar ve filmler izlerdik. Böyle büyüdük…

Askıda Ne Var’dan nasıl haberdar oldunuz?

Bir restoranda gördüm, hemen ilgimi çekti, “Bu nedir?” dedim. “Öğrenciler için yemek fişi bırakabiliyorsunuz” demişlerdi, çok hoşuma gitti ve ben de hemen bir fiş bıraktım.

OC:Sonrasında Ceylan Hanım’a ben bir tweet atıp, konserleri için bilet bırakabilir mi, diye sordum.

CE: Sonra her konserde üç bilet, dört bilet vermeye başladık ve projeden pek çok arkadaşıma bahsettim, onlar da katıldılar.

Verdiğiniz destek size ne hissettirdi?

Öğrenciyken bir yemek parasının bile bazen ne kadar zor bulunduğunu bildiğim gibi, bir konser, tiyatro bileti parasının da ne büyük zorlukla kazanıldığını iyi biliyorum. Mesela biz gece onikiden sabah dörde kadar çalardık ve üç günlük mutfak masrafımız ancak çıkardı. Hatta bir keresinde babam ayakkabı almam için para göndermişti, ev arkadaşlarımın da ufak tefek paralarını birleştirerek o ay bir sanatçıyı sahnede dinlemeye karar verdik. Ortak bir isim belirledik: Kubat. O gün gelince önce mekanı arayıp girişin ücretli olup olmadığını kontrol ettik. Ücretsiz olduğunu öğrenince gönül rahatlığıyla içeri girdik. Meğer o müzik başlamadan önceki girişmiş. Biz de arkadaşlarla yedik içtik, coştuk, eğleniyoruz. Bir anda ben şüphelendim, gittim sordum, tahmin ettiğim gibi para vermemiz gerekiyormuş. Tabii o kadar paramız yok! Babamın ayakkabı almam için verdiği para vardı elimizde sadece. O arada biz para denkleştirme derdine düşmüşken, mekan sahibi bize üzüldü. Kubat’a haber verdi. O gece bizden para almadıkları gibi, ikramda da bulundular.

Başka toplumlar kalkınırken üreterek, yaratarak, sanatla eş zamanlı olarak bunu yapıyor. Bizdeyse sanat hep en arka planda, hep alaşağı ediliyor. Bir gün bizde de sanatın gerçek sırası gelecek mi sizce?

Bence gelmeyecek. Müzisyen arkadaşlarımızla kendi aramızda çok konuşuyoruz. Ve uzun uzun dertleşmelerimiz, konuşmalarımız sonunda hep diyoruz ki; insanların evlerine bombalar atılıyor, biz burada nelerden bahsediyoruz? Şu an kişisel hayatımla ilgili hiçbir konuda dert yanamıyorum. Çünkü memlekette bir iç savaş var ve masum insanlar öldürülüyor. Müzisyen olarak benim elimden gelen tek şey, sevdiğim şeyleri yapmaya, konuşmaya ve anlatmaya devam etmek. Bir tane bile genç insan gelip “Ben de hayvanları çok seviyorum ve artık onları yememeye karar verdim” derse veya öteki gelip “Ceylan Abla ben de müzisyenlere saygı duyuyorum ve konser dinlemenin bir adabı olduğunu öğrendim” derse, bir başkası Erdal Eren kim, Hrant Dink kim bilirse bu benim için neredeyse yeterli. Bunun dışında elbette hepimiz gibi ben de kendimi çok çaresiz hissediyorum. Ve sanırım bütün bunlar yaşanırken sıra müziğe, sanata gelemeyecek…

OKUDUĞUMUZ KİTAPLARLA HAVALIYDIK

Sanatın, yaratmanın ve üretmenin yaşamlarımızdaki yeri aslında nerede olmalıydı?

Biz eskiden okuduğumuz kitaplarla, gittiğimiz tiyatro oyunlarıyla, dinlediğimiz müziklerle ve sanatçılara saygımızla birbirimize hava atardık. Kitaplığında ne kadar çok kitap varsa o kadar havalıydın. Bir konseri ne kadar can kulağıyla dinliyorsan o kadar havalıydın. Şimdi gençler, maddi manevi sahip oldukları nelerle birbirlerine övünüyorlar merak ediyorum. Demek istediğim, sanatın yeri çok daha önemli olmalıydı.

Tüm bu hayhuy içinde siz toplumsal duyarlılığımızı nerede görüyorsunuz? Birbirimize sahip çıkabiliyor muyuz?

Hafızası kuvvetli bir toplum değiliz! O nedenle konserlerimin sonunda “Unutma, unutma!” diyorum. Çünkü unutulmak dokunur ya hani her insana. Sadece “Ötekileştirme”, “Hepimiz eşitiz”, “Irkçı olma” dedikleri için insanlar öldürülebiliyor, hapse atılabiliyor. Gazeteciler, yazarlar hapse girdiği için mutlu olduğumuz zamanlardayız; neyse ki hapisteler, öldürülmediler diye avunduğumuz günler yaşıyoruz. Ne acı!

Bana birileri Sivas’ı öğretti, ben bilmiyordum. Erdal Eren’i Deniz Gezmiş’i öğretti. Bilmiyordum. O yüzden ben de birilerine öğretiyorum şimdi. Ama, Gezi’yi, Suruç’u, Soma’yı, Cizre ve Dağlıca’yı bizler yaşadık. Unutmamamız lazım, çünkü dediğim gibi eminim ki unutulanlara bizim unutuşlarımız çok dokunuyor.

SANAT ŞİFADIR...

Öğrencilere, gençlere bizim aracılığımızla söylemek istedikleriniz var mı?

Bu zor zamanlarda, yas durumlarında o güzel gözlü öğrenciler emin olsun ki, sanatçılar, müzisyenler, dansçılar, oyuncular, ağızlarını açacak, kollarını kaldıracak hal bulamıyorlar. Fakat yine de herkes gibi yaptıkları işe devam etmek, çalışmak, sahnelerine geri dönmek zorundalar. Öğrencilerden isteğim, oradaki samimiyete inanmaları, müziği, tiyatroyu dansı eğlence olarak değil bir isyan, bir başkaldırı, bir şifa olarak görmeleri... Çünkü biz onlarla bir araya geldikçe şifa buluyoruz. Ben onların da gözlerinden bunu okuyorum. Onlar da konserden ayrıldıktan sonra kendileri için, memleket için, arzu ettikleri, hayalini kurdukları şeyler için ayağa kalkacak hali, enerjiyi buluyorlar kendilerinde. Gençler kahkaha atmayı asla unutmasın. Dans etmeyi unutmasınlar. Ağıtlarla, ninnilerle, eğlenerek gülerek, göbek atarak, çiftetelli oynayarak ve gerekirse ağlayarak, sevdikleri yazarın, şairin, oyuncunun, şarkıcının yanında olsunlar. Birbirimize ihtiyacımız var.

Umut var mı?

Çoğu insan unuttu sevgiyi… Hep eleştiri, hep nefret... Son albümümün zarfının içine şunları yazdım: “Hey çocuk! Üretmelisin! O zaman yermeye ve yuhaya vaktin kalmayacak. Üstelik emeğin değerini anlayıp, meyve veren ağacı taşlamaya utanacaksın.” O yüzden Neşet Ertaş’ın türküsünü çalıyoruz; “Sevgisiz gönüller gülmüyor canım.” Sevmeyi, saymayı ve değer vermeyi unutanların tekrar, hiç bilmeyenlerinse acilen öğrenmesi gerek. Ve her şeye rağmen umut hep var…

Fotoğraflar: Berkay Gülüm

Yazının devamı...

"İlişkiler Pijama Rahatlığında Yaşanmalı"

“Sanatçı için baş kaldıran sözcüğünü kullandığımda ihtilalcilik ya da dekanın bürosunu ele geçirmek gibi şeylerden bahsetmiyorum, bu bambaşka bir mesele.” der Rollo May, Yaratma Cesareti’nde. “Onlar insanoğlunun süregelen kafa tutma gücünün taşıyıcılarıdır.”

Oyunculuğuna hayran olduğum Erdem Akakçe’yle yaratmak, delilik ve tercihler üstüne öyle bir sohbet ettik ki, aklına fikrine de tutuldum artık.

Huzurlarınızda Erdem Akakçe . . .

Ümit Ünal’ın “Ara” filmi tek mekan, tek odada, dört arkadaşın on yıllık sürecini anlatan bir film. Başroldeydin ve filmin çoğunda çıplaktın, nasıl bir his, başkalarının yanındaki çıplaklık?

Kostüm sorunum yoktu! Çok rahattım!

Ne kaldı senin için oyunculukta, meydan okunacak, nedir en tepedeki şey senin için?

Bunu bana ağbim de sordu, “Oğlum senin skorun ne, hedefin ne hayatta?” Kimi tiyatro salonu açmak ister, kimi kendi eserinin yapımcılığını yapmak.

“Ben, elim ayağım tuttukça oyunculuk yapmak istiyorum ağbi” dedim. “Yok, onu geç, onu biliyoruz.” dedi. “Yok,” dedim, “benim hakikaten altın projem bu!”

O tepeyi anlatsana biraz, ne var orada?

Ben bu memlekette tiyatronun, sinemanın, sanatın düzgün bir yere geldiğini görmeden ölmeyeceğim. Bu mesleği dünya standartlarına çekmek için kendi meşrebimce elimden geleni yapıyorum ve yapacağım da.

Hedefinde, düşünde azınlık mısın sence?

Konuşunca hepimiz varız, ama öte yandan yalnızız da işte. Ortada belirgin bir hedef varsa hep doğal bir seleksiyon olur, seyrelir etraftakiler. Yine de ben net olarak, “Ben oyunculuk yapacağım.” diyorum, diyeceğim. Isterim ki, bu memleket bana, bize oyunculuk yaptırmayacak düzeye gelmesin. Ekstralara gidip şarkı söylemeyelim, reklam dublajı kovalamayalım.

Şu an bir oyuncu için öyle belli, homojen bir ortam yok diyebilir miyiz yani?

Sanatçı ekseni çok kaydı artık. Zor bir oyun alanındayız.

Neden zor? Çok şey yapıldığı, üretildiği ve herkes meydanda olduğu için mi?

Sanatçılık zor bir meslek oldu artık. Popülist sanatçılıktan, popülist iş yapan sanatçılardan değil, sanat yapan sanatçılardan bahsediyorum. Azız işte, kaç kişiyiz ki?

Toplanıp konuşuyor musunuz bunları? Sektörde nasıl bakılıyor duruma ve gidişata?

Evet tabii konuşuyoruz, sadece konuşuyoruz ama. Halbuki konuşmasak da hakkıyla üretsek? İşin özünü kaçırdılar. Sektörse işine bakıyor. Ekmeğine, yani parasına bakıyor.

Sanatçı neden var Erdem?

Yapılmayanı yapmak ve bunu göstermek için sanatçı var.

Öbür türlü hepimiz ince gravat, beyaz gömlek, siyah ceket giyip gezelim öyleyse ortalıkta.

Şunu merak ediyorum, dünyada acayip güzel hikayelerle, çok iyi oyuncularla çok iyi prodüksiyonlar yapılıp çok da güzel paralar kazanılıyor. Bazen bir filmi çekmek, bitirmek seneler sürüyor.

İyi işin sonucu olarak para geliyor orada. Senin de dediğin gibi üst seviye bir iş yapıyorsun çünkü.

Burada neden bunun peşini sürmüyorlar da çabuk, özensiz işlerle paralar kazanılmaya çalışılıyor? Bizim millet bunu mu istiyor?

Okumuyoruz bir kere. Bilmeyi seviyoruz biz, okumayı sevmiyoruz. Okumadan, gerçek bilgiye ulaşmadan bilgi sahibi olamazsın. Öte yandan, “gerçek bilgi”, “mutlak bilgi” diye bir şey de yoktur. O yüzden okuyabildiğin kadar okumalısın. Çok kaynaklılıktan zarar gelmez. Çünkü onların hepsini eritecek bir beynin var senin, kullan onu işte! Aşağı yukarı bir buçuk kilo gelen bir organımız var, neden onu kullanmıyoruz da hiç durmadan ağzımızı kullanıyoruz?

Aklıyla fikriyle, emeğiyle güzel, sıkı işler yapmayı tercih etmeyen, sürekli konuşan bir kalabalık haline geldik.

Evet, halbuki önünde her şey var. Bir dene! Yapabileceğin her şeyi kötüleyerek ömrünü harcıyorsun. Belki çok güzel yapacaksın? Herkesin elinde bir silah, birbirini kötülemek, vurmak için aportta bekliyor, o haldeyiz. Kendi yaptığınla ilgilensen silahı bırakıp işine döneceksin. Öbürü de gelecek, seni görecek, “Ulan bu işini yapıyor, ben de bari işime bakayım.” diyecek. Ve bu böyle, tümevaracak üretken bir dalga yaratacak.

Peki, neden yaratan adam deli?

Çünkü yaratı biraz deli işi, esriklik işi.

Ama o da manipule edildi artık. Eskiden su katılmamış meczupluk iyi bir kıvamdı, ideal bir ortamdı, o kadar deli değildi sanat yapan adam. Şimdi artık o kadar deli yapıldı, ötelendi, yabancılaştırıldı, hor görüldü, değersizleştirildi. Okuyan, bilen, düşünen, sorgulayan adam sevilmiyor artık.

Sıradan insan, kendi gibi adama sanatçı demek istiyor belki de, sınırlarının dışına çıkmak, dürtülmek istemiyor?

Aynen. Yarı esrik, meczup durumu artık rahatsız ediyor, eskiden etmiyordu. Çünkü bu hal, onun yaratım süreci, halk bunu bilmese de bir şekilde içgüdüsel bir saygı duyuyordu. “Ellemeyelim, bir şey yapacaktır bu herif.” diyordu. Artık ellediler. Tuttular kolundan hatta, “N’apıyorsun lan sen?” dediler.

Yarı deli insanın da artık kendini korumak için biraz daha fazla delirmekten başka seçeneği kalmadı.

Ya artık bırakın kolumu diyecek ve tam dışlanacak ya da tuttukları koluyla üretmeye çalışacak.

Sen neresindesin?

Tam ortasındayım. İşimi yapıyorum fakat şu konjonktürde sanatçı olmanın getirdiği o ikilemde bir tarafı henüz seçebilmiş değilim.

Seçmek şart mı? Sanatın kendisi esnek değil mi? Sanatçı seçim yapmak zorunda bırakılır mı?

Şu an oturdum, neredeyse dünyanın batmasını “Allah Allah?” diye izliyorum. “Ben ne yapabilirim?”i sorguluyorum. Hayatın izin verdiğini yapacaksın, biraz kendini de esnetmeye çalışarak yapabildiğini yapacaksın, başka yol yok, yoksa tümden dört duvarına kapanırsın. O da meselesi olan bir sanatçı için çok zor.

Umut var mı hala?

Elbette var, çünkü başka bir kapı hep var. Ben dert yaratmayı sevmem, çözüm yaratmayı severim. Bozulan bir şey görürsem hemen halledelim isterim, gerekeni yaparım, okurum ederim…

Yırtmak ya da yırtmamak, şimdi asıl mesele bu sanki? Senin için bir şeyler kolay oldu mu?

Oyunculuk adına yaptığım işlerdeki hiçbir şey kolay olmadı. Ama ben hep kolaylaştıracak bir yön buldum. Kaçınılmaz olanla zevk almaya çalışmak, benim yaptığım aslında. Çünkü malzeme bu, sistem bu, iş bu, her şey belli.

Ömer Şerif bir arkadaşıma havaalanında vedalaşırlarken şunu demiş: “Doğru meslek, yanlış ülke.”

İşin kolayına kaçmak ne demek, ben bilmiyorum. Elbette biliyorum da almaza yatıyorum. Oraya takılmak, lokomotifin ardına vagon olmak olmak çok kolay, kime eyvallah diyeceğini iyi tayin edeceksin ve gideceksin. Çok basit! Ama benim için o kadar zor ki.

Ben konservatuvar mezunuyum, aydınlanmayı, merak etmeyi ve keşfetmeyi çok seviyorum. Birey olarak bu coğrafyaya çok uymayan parametrelerim var. Dolayısıyla “Yırtmak” fiiliyatı bana hayatım boyunca uğramayacak, bu durumla barışık yaşıyorum. Ama her dakika bir yırtan da oluyor ve “Helal olsun!” da diyorum.

Gerçekten diyor musun?

Diyorum, çünkü bunu isteyen, arzu eden koskoca bir ala var. Sömestr olsun, bayram tatili olsun da şu filme gidelim diyen çok kalabalık bir topluluk var.

Tiyatro bizde eskiden beri lüks bir faaliyet olarak görülüyor.

Hala öyle, evet. Halbuki dünyanın geri kalanında tiyatro bir gereksinim. Ekmek gibi, su gibi. Bu tiyatroların empoze ettigi bir şey de değil üstelik, bunu halk istiyor. O yüzden İngiltere’de acayip kuyruklar görüyoruz, o yüzden Amerika’da Manhattan’daki okuma tiyatrosu kuyruklarını görünce şaşırıyoruz. Adamlar gerekli hakkı sanata teslim ediyorlar.

Tiyatronun iyiliği, güzelliği en çok neresinde sence, neydi seni içine çeken?

Tiyatro, sihirbazlık gibi bir şey. Sahneye “göl” diye mavi bir naylon koyuyorlar ve sen onun göl olduğuna inanıyorsun. Sahnede göl olur mu? Oluyor işte, illüzyona gönüllü inanıyorsun. Seyirci olarak da, oyuncu olarak da o mavi naylonu göl olarak görmeyi seçiyorsun ve iki buçuk saat ona göl diye bakıyorsun. Bu rahatlık ve özgürlük bence dünyanın hiçbir alanında yok. Bir tek çocukların oyun parklarında var, başka yerde yok. O yüzden sevdim seyirci olmayı ve tam da bu yüzden sevmedim seyirci olmayı tekrar. Çünkü oynamayı öğrenmiştim artık.

Her gittiğim oyunda, sahnede ben olmalıyım diyordum. Seyir yerinde olacak adam değilim ben. Rahat rahat hayal kurup oynamak için bir diplomam da vardı artık.

Senin meselen ne?

İnsanlar kafalarını kaldırsınlar istiyorum. Kaldırıma bakmayın artık, ileriye bakın, etrafınıza bakın. Farkındalığı yaratma peşindeyim.

Tiyatroya gelen adamın da oradaki mavi naylonu göl olarak görebilmesi için bir meselesi olması lazım degil mi? Yani o hayale katılması lazım.

Tabii, bu aslında ortak bir bilinç.

- Kardeşim bu ayakkabı vuruyor değil mi?

- Vuruyor.

Bunu gören insan tiyatroya geliyor. “Atmam gereken bir toksin, bir dert var.” diyor da geliyor. Sahnede de seyir yerinde de derdi olan insan olmalı.

Tersten bakarsak, insanlar dert istemediği için tiyatroyu tercih etmiyor olabilirler mi?

Evet, adam diyor ki, “Ben derdimi unutmak istiyorum kardeşim, dertlerimi duymaya gelmek istemiyorum.” Aslında aynı şeyi söylüyoruz ama o tersten bakıyor, düşünmek istemiyor, “Zaten yorgun bir hayatım var, beni daha fazla yormayın.” diyor. Biz de diyoruz ki “Evet yorgun bir hayatın var, biz de bu yüzden birazcık daha yoracağız ki seni, aydınlan. Gör bunu.” Beyin denen şey yormadan çalışmaz ki?

Günümüz seyircisi derdini reddetmek için sinemaya, tiyatroya gidiyor. Bizim tosladığımız kapı bu. Halbuki dert, ondan sonsuza kadar kaçarak kaybolmaz. Sahne, dertleri seyirciyle beraber ortaklaşa çözebileceğin tek yerdir oysa.

İkili ilişkilerinde, sevgililiklerinde mesela, aktör oluşun hiç sorun yarattı mı? Yani ağladığında, sevindiğinde, gerçekliğinden hiç kuşku duyuldu mu?

Başıma hiç öyle bir şey gelmedi. Bence iki tip oyuncu var, bir sahnede oynayıp, aşağıda oynamayanlar, bir de sahnede oynayamayıp, aşağıda oynayanlar.

Ben nacizane ilk gruba giriyorum. Benim oyun alanım sahne. Bir de ben arsızlık derecesinde netimdir, yalanım -çirkinleşecek kadar- yoktur. İnsanları rahatsız edecek kadar dolansız olabilirim.

Scarface’de Tony Montana’nın dediği gibi “I always tell the truth even when I lie”, yalan söylerken bile doğruyu söylerim. Çünkü ilişkilerin pijama rahatlığında olmasından yanayım. Gerçi herkesin pijama tanımı farklı oluyor ya da bazen ben pijama bile giymiyorum!

Fotoğraflar ve Styling: Harika Özcan

Yazının devamı...

Uyanın Artık: Barınaklar Yasa Dışı!

2015’in son röportajını yeryüzünün en güzel yaratıklarına, hayvan dostlarımıza ve onlara bir türlü layıkıyla teslim edemeğimiz haklarına ayırmak istedim. Bunu yaparken de özellikle bir dernek, barınak veya federasyon yöneticisiyle değil, bir birey olarak bu davayı sırtlanmış götüren biriyle konuşmak istedim.

Fırat Yıldız’a da böyle ulaştım. Fırat, uzun zamandır takip ettiğim çok sıkı bir hayvan hakları savunucusu. Yıllarca ABD’de yaşayıp, orada bu iş için mücadele verdikten sonra şimdi yine memleketinde, kendi gibi özel ve önemli insanlarla büyük bir mücadele veriyor.

Söyleşimize sokaklardan kurtarılmış koca bebek “Yamtur” ve yanımızdan geçen güzeller güzeli bir sarman da eşlik ediyor.

İnsan, hayvan hakları savunucu olarak doğmuyor herhalde?

Ben doğduğumdan beri hayvanlarla beraberdim fakat elbette bir insanın hayvan haklarıyla uğraşması, bilinçlenmesiyle eş zamanlı oluyor. Bir de olanaklarla tabii.

Ne gibi olanaklar?

Kendi kendine evde hayvan haklarıyla uğraştığın zaman hiçbir şey kazanamıyorsun ama insanları yönlendirebileceğin ve geniş kitlelere hitap edebileceğin bir ortam sağladığın zaman çok daha etkili ve büyük çaplı yapabiliyorsun bu işi.

Seninle beraber yaşayan hayvanlar var mı?

Evet, 16 kangalla beraber yaşıyorum, himayemde de 60 kadar hayvan var.

Hayvan haklarından bahsederken aklımızda tutacağımız en önemli şey nedir?

Bizim yapmamız gereken en birinci iş, “Yaşam Hakkı”nı savunmaktır. Ben senin de hakkını savunmak istiyorum, dedemin de hakkını savunmak istiyorum, yaşlıların da, gazilerin, engellilerin de, gökte uçan kuşun da, bütün hayvanların da. Bunlar zaten bir zincir. Biz ilk önce yaşam hakını savunuyoruz fakat maalesef hayvan haklarını savunanlar olarak hala azınlıktayız.

Türkiye’de hayvan haklarını korumak üzere bir yasa var, ne diyor bu 5199 No’lu yasa?

5199, en temelinde sokak hayvanlarının bulunduğu yerde yaşamasını, doğduğu büyüdüğü yerdeki yaşam hakkını öngörüyor. Bu da zaten bizim en başından beri mücadelesini verdiğimiz konu.

Ama sadece sokak hayvanlarının hakkını savunmuyorsunuz, değil mi?

Elbette, fakat bizim memleketimizdeki birincil problemimiz, sayılarının çokluğu sebebiyle sokak hayvanları. Sonra tabii ki sirklerde kullanılan hayvanlar ve yunus parklarındaki yunuslar geliyor, fakat dediğim gibi ilk halledilmesi gereken ve henüz hallolmayan en önemli mesele sokaktaki hayvanlarımız. Yanı sıra “pet” dediğimiz evlerdeki kedi köpekler, çünkü bunların da nüfusu çok yüksek.

Barınaklardakiler?

Evet tabii, sokak hayvanları derken barınaktakileri de kast ediyorum. Orta ölçekli tek bir barınaktan bahsettiğimizde 2000-3000 hayvandan bahsediyoruz ki bu rakam, parklarda ve sirklerde şov amaçlı kullanılan hayvanların toplamına denk düşüyor. Bu yüzden maalesef şimdilik, sosyal medyada ve televizyonlarda yer edinmeye çalışarak haklarını savunduğumuz hayvanlar, sokak hayvanları. Maalesef…

Yasaya geri dönelim, madem bizim ülkemizde hayvan haklarını koruyan böyle bir yasa var, neden işler istediğimiz gibi yürümüyor, neden hayvanlar hala helak oluyor?

Öncelikle şunu çok net söyleyeyim, Dünya üzerinde 5199’un yani Türkiye’deki hayvanları koruma yasasının üstüne geçen bir yasa yok. Mevcut yasa aslında son derece iyi bir yasa. Elbette eksik, yetersiz yanları var, fakat genel anlamda özellikle sokak hayvanları endeksli çok iyi bir yasa.

Peki sorun nerede?

Sorun şu ki, biz bu yasayı bilmiyoruz. Bilmeyince de kullanamıyoruz. Bilinmediği ve kullanılmadığı için de hükümet ve yerel idareler tarafından son derece kolay ihlal edilen ve ihlalden de öte sömürülen bir yasa haline gelmiş, öyle de devam ediyor.

Biz şimdi bu yasa ile ilgili çok ciddi değişiklik teklifleri verdik. Amacımız yasayı ileri götürmek. Burada çok mühim bir mevzu var: Yasa, aslında tek başına hiçbir şeydir. Yasayı yürüten uygulama yönetmelikleridir. Sen yasaya istediğin maddeyi koy, iş uygulama yönetmeliğine geldiğinde adam onu istediği hale getirebilir.

Nasıl yani? Bir örnekle açıklar mısın?

En çarpıcı örneği, benim de deliler gibi mücadelesini verip mecliste kavga çıkarttığımız deney konusu.

5199 der ki, kedi köpek üzerinde deney yapılamaz. Yasa noktayı koymuş. Fakat ardından bir uygulama yönetmeliği çıkarıyorlar ve diyorlar ki, Senin orada deliler gibi mücadele ettiğin yasa maddesi iki tane bürokrat tarafından hiç ediliveriyor.

Dolayısıyla önümüzdeki süreç, Ocak ayı, çok kritik. 5199’la ilgili değişim teklifimiz şu anda Genel Kurul’da. Çünkü yasa Meclis’ten bu haliyle çok büyük ihtimalle geçecek. Fakat esas geçtikten sonra her şey uygulama yönetmeliğinde bitecek.

Bu yönetmelikler hazırlanırken “kendin çal kendin oyna” gibi bir durum söz konusu gibi duyuluyor, öyle mi?

Hükümet aslında Türkiye’nin öne çıkmış Sivil Toplum Kuruluşlarını (STK) çağırmakla yükümlü. Fakat konuya hakim ve elbette bir sürü şeye karşı duracak bu insanları çağırmak yerine kendilerini onaylayacak insanları çağırıyorlar.

“Biz” derken, siz kimsiniz?

Biz sadece hayvan hakları savunucularıyız. Melda Onur, Aylin Nazlı Aka mesela, fiilen milletvekili olarak değil, hayvan hakları savunucusu olarak bizim yanımızdalar. Ben tekstilciyim, digger arkadaşlarım inşaat mühendisi, film senaristi, doktor vs, yani işinde gücünde, hayatta pozisyonu olan her yaştan ve meslekten güzel dostlar. Biz bu şekilde Meclis’e çıktığımızda oradakiler de şaşırıyor. “Siz burada ne yapıyorsunuz, başka işiniz yok mu?” diyorlar, “Biz buraya hayvan haklarını korumaya gelmişiz”, diyoruz, “asıl siz ne yapıyorsunuz, neden işinizi yapmıyorsunuz?”

Meclis’te bir milletvekilinin ağzından çıkmış laftır şu: Sokak köpeklerini ekonomiye kazandırmamız lazım. Bu mantıkla mücadele ediyoruz. Dolayısıyla ne kadar güçlü olursak mücadelemizde o kadar yol kat edebilecegiz.

Ne demek bu, “Sokak köpeklerini ekonomiye kazandırmak”?

Hayvanların Çin’e satılmasından, bedenlerinden biyoenerji üretilmesinden tut, aklının almayacağı korkunç fikirler bunlar.

Maalesef hayvanlarla katiller arasında Meclis’te ancak 15-20 kişi duruyoruz.

Yasada değişiklik derken, tam olarak neden bahsediyoruz, öneri nedir?

Aslında biz yasanın değiştirilmesini önlemeye çalışıyoruz. Çünkü 5199’un en önemli maddesi olan hayvanların yaşadıkları yerdeki yaşam hakkıyla ilgili bölümü tamemen ortadan kaldırmak istediler. “Beslenme odakları” diye bir şey uydurdular, hayvanları dağların tepelerindeki barınaklara tıkmaktan tut, evdeki kedi köpek sayısına, hatta bunların boyuna kilosuna karışmaya ve el koymaya kadar uzanan bir yasa tasarısı hazırladılar. Yasa, meclisten geçmek üzereyken Melda Onur’un sayesinde son anda biz buna dahil olduk ve çok ciddi mücadeleler verdik, sonunda resmen kavga dövüş bu tasarıyı döndürdük.

Hayvanları seven, korumak isteyen, onlarla yaşamanın ne güzel bir şey olduğunu bilip bunu kaybetmek istemeyen pek çok insan var. Ama çoğu ne yapacağını bilmiyor. Bize ne iş düşüyor Fırat?

Bu yasanın ve sonradan çıkarılacak uygulama yönetmeliğinin hayvanların lehine olması için bütün hayvan hakları savunucularını tüm kalbimle desteğe çağırıyorum, hepimizin elinden gelenin en iyisini yapmamız lazım.

Mesela, bizim avukata ihtiyacımız varsa ben nasıl avukat olayım ya da veterinere ihtiyacımız varsa ben nasıl veteriner olayım? İşinin ehli, bilgi, donanım sahibi insanların da pek çok konuda görüşleri ve desteği gerekiyor. Yasayla mücadele ederken Türk Tabipleri Birliği Başkanı, Veteriner Hekimler Odası Başkanı geldi konuştu mesela, bunlar hep etki yapacak şeyler.

Bir süredir yurt dahilinde geniş çaplı eylemler yapılıyor, bu eylemler işe yarıyor mu?

2007’de Amerika’dan Türkiye’ye dönüş yaptığımda Çin Konsolosluğu’nun önünde “Kürke Hayır” demek için bir eylem yaptık, 7 kişiydik, 2 kadın eylemcinin üstünde kürk vardı. Pankart yaptırmıştık, her birimiz elimizde 4 pankart tutmak zorunda kaldık. 41 polis, 17 basın, 7 eylemciydik, diyeceğim o ki biz bu noktadan çıktık. O zamanlar ne dediğimizi bile anlamıyorlardı. Artık binlerceyiz.

Nasıl oldu bu iş? Hayvan haklarını korumak isteyen insanlar birbirine nasıl ulaştı?

Sosyal medyanın tabii ki çok büyük katkısı var. Önce arkadaş çevrelerimize anlattık, okuldan dostlar, iş hayatından insanlar. Onlar da “Bu adam, bu kadın ne diyor?” diye dönüp baktılar. Çıkış noktamız aslında birer birer insanlara ulaşarak oldu. Sonra büyüdük.

Şimdi eylemleri beraber organize ettiğimiz insan sayısı 100’ü geçiyor. Otobüsler ayarlıyoruz filan. Artık eyleme gelen 3000-4000 kişiyi bile beğenmiyoruz.

Ne gördü insanlar bu eylemlerle?

Eylemler sayesinde insanlar yalnız olmadıklarını gördü, ait olma duygumuz gelişti, aslında hayvan hakları diye bir şey olduğunu ve bunu savunarak Meclis’e çıkabildigimizi gördüler.

Aslında konuşurken çok basit şeylermiş gibi gelebilir fakat sen şimdi doğum günü partisi yapsan elli kişiyi belki zor toparlarsın, biz insanları Taksim’e ve belki de ne yazık ki polisten dayak yemeğe çağırıyoruz. Binlerce insan, İzmir’den, Ankara’dan, Karabük’ten kalkıp geliyorsa demek ki koskoca bir yol at ettik.

Barınak konusuna gelelim, sağlıklı veya tedavisi yapılmış bir hayvanın ölene kadar kafeste kalması doğru mu?

Çok enteresan bir şey söyleyecegim, şu andaki yasada ve yenilenecek yasada “Barınak” diye bir şey yok, çünkü barınak yasadışı bir ortam. Barınağın yasadaki karşılığı “Rehabilite Merkezi”dir. Bunların da sayıları bellidir. Buralarda sirkülasyon olmalı, yani getirdiğin hayvanın tedavisini yapacak ve sonra yaşadığı yere geri bırakacaksın. Hayvanı hapsetmeyeceksin, hayvanlara bulundukları, yaşadıkları yerlerde sahip çıkacaksın, oralarda koruyup kollayacaksın.

T.C. yasalarına göre barınaklar sadece hayvanları tedavi etmek, kısırlaştırmak ve aşılamak amaçlı kullanılan yerlerdir. Düşkün, yardıma muhtaç veya yeni doğum yapmış anne hayvanların barınması, iyileştirilmesi ve bakılması için vardır.

Neden kapatılmıyor peki barınaklar?

Kağıt üstünde hayvan haklarını korumak için kurulmuş STK’ların pek çoğu, aynı zamanda zulme de ortak oluyorlar. Üç kuruşluk rant için barınakları meşru hale getiriyorlar.

Barınakları savunan hayvanseverler de var?

Bir dönem hayvanseverler “Barınaklar kapatılmasın” diye imza topladı, düşünebiliyor musun? O zaman Meclis’te gülüyorlar bize, “Önce siz kendi içinizde birleşin” diyorlar. Önce hayvan haklarını savunan insanları, hayvan hakları konusunda bilgilendirmek lazım. Bilinçsizce bunun mücadelesini veremeyiz…

“Sokağa bırakalım da ölsün mü, araba mı çarpsın, hiç olmazsa barınağa bırakalım, uzun yaşasın.” diye bir görüş var.

Evet ne yazık ki, bir de diyor ki, “Barınaktaki hayvan beni görünce çok seviniyor.” Elbette sevinecek, hayvan nasıl sevinmesin, yirmi dört saat kafeste ve bazen günler sonra tek gördüğü insan sensin. Biz kaldırana kadar barınaklar var olacak. Türkiye’nin bir gerçeği bu maalesef. Fakat biz bu barınakları kaldırana kadar aileler çocuklarını da alıp hayvanların nasıl zor şartlar altında yaşamaya çalıştığını görüp, bilmeyenlere de anlatabilirler.

Hayvan haklarını savunan insanların aynı çatı altında, ortak bir amaç uğrunda birbirleriyle uyum içinde mücadele ediyor olması gerekmez mi, neden bu kavga ayrılıklar?

Bu da ayrı bir mevzu. Bazen ortam tam bir cadı kazanına dönüşüyor. Kimse kimseyi sevmedigi gibi herkes herkesin kuyusunu kazma derdine düşüyor. Halbuki söz konusu başka bir canlının hayatıysa senin bu canlının hayatı üzerinden pazarlık yapma, orta yolu aramaya hakkın yok. Ne de bu hayvanların hayatlarını sonlandıracak veya kısıtlayak bir yasayı kabul etmeye hakkın var. Böyle bir lüksümüz yok, olamaz. Bizim yapacağımız tek şey, şimdi bu yasanın en iyi haliyle çıkması için sonuna kadar mücadele etmek.

Çünkü hükümet aslında bizim kalabalığımızdan, tepkimizden korkuyor. Bu yasa çıkmadıysa bizim birlikte gösterdiğimiz reaksiyon sayesinde çıkmadı.

Bir de hayvanat bahçeleri var.

Allahaşkına, kara panterin, parsın, aslanın Darıca’da ne işi var? Biz çocukken internet filan yoktu. Hayvanat bahçesinin çıkış noktası nedir, insanları eğitmek, diyecek ki, “Bak bu fil, bu gergedan”, çocuklar da fili, gergedanı tanıyacak. Ama artık bu devir kapandı bitti, bir tık’la kutuba bile gidebiliyorsun şimdi, hiç tanımadıgın hayvanların yaşadığı yerleri, en ücra köşeleri bile görebiliyorsun.

Hayvanat bahçelerinde hayvanlar işkence görüyor. Parsın kafesinde yazan açıklamayı okusan, “Günde 30 kilometre koşması gerekir, büyük alanlarda avlanır, gölgeyi sever” vs. Ama gel gör ki, hayvanın bulundugu yer 100 metrekarelik kafes. Hayvan orada doğup, orada yaşayıp, orada ölmek zorunda bırakılıyor. Yunus parkları için de aynı şey. Hiçbir havuz, açık denizler kadar büyük olamaz. Yunuslar, açık denizlerin sokak köpekleridir, özgür olmalılar.

Şimdi Kısırkaya’da 30.000-40.000 köpek kapasiteli bir dev barınak yapılıyor. Nedir bu?

Bu barınak da A’dan Z’ye yasalara aykırıdır. Üstelik mahkeme kararı olmasına rağmen maalesef İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu kararı uygulamıyor. Şu anda bütün belediyelere gönderilen bir genelge ile “Sizler artık köpekleri toplamayın, biz bütün köpekleri toplayıp, burada kısırlaştıracağız.” dediler. Böyle bir hikaye yazdılar daha doğrusu.

40.000 köpek kapasiteli bir barınak yapılmasında bir iyi niyet olabilir mi? İBB, eğer hükümet değişirse, yapılan bu barınaktan dolayı, kamuyu zarara uğratmaktan hapse girecek. T.C. yasaları son derece açık, sen yasadışı bir bina yapıyorsun ve mahkeme kararı ile binanın yasa dışılığı belgelenmiş, fakat devam ediyorsun. Senin benim, hepimizin trilyonlarca parasını oraya gömüyorsun. Bunu görmek ve karşı çıkmak için hayvansever olmaya bile gerek yok.

40.000 köpekli bir barınak neden yapılır?

Oraya 40.000 köpek koymak için yapılır! 5199’a göre sağlıklı bir köpegi barınakta tutman yasak. İzole etmektir bu, soykırımdır.

Böyle bir tesiste, her 150 hayvana 1 veteriner lazım, bu da 2000 veteriner demek. Her 100 hayvan için en az 1 işçi tutman lazım. İnanılmaz bir istihdam. Bunların parasının hepsini biz verecegiz. Bu hayvanlar yemek yiyecek, yaralanacak, tedavi olacak. Sen bu 40.000 hayvana layıkıyla bakabilecek misin?

Ne olacak peki?

En sonunda olacağı şu, birisi çıkacak ve bir soru önergesiyle diyecek ki, “Ey İBB, sen bu sokak hayvanlarına kaç trilyon harcıyorsun? Belediye cevap verecek, “100 trilyon.” Bu sefer o adam/kadın diyecek ki, “Benim çocuğum yere çıplak basıyor, sen bu 100 trilyonla neden benim çocuklarıma bakmıyorsun, okul yapmıyorsun da parayı köpeklere çarçur ediyorsun?”

İşte o an, hiçbirimiz, hiçbir hayvan hakları savunucusu toplum önüne çıkıp o köpekleri savunamayız. Orada bir insanın çocuğunu savunmasıyla karşı karşıya kalırsın. Bunun sonu da oradaki bütün hayvanların öldürülmesidir. Bunun için çok akıllı olmaya gerek yok. Ben ABD’deyken aynısı orada yaşandı. Şu an sokakta, barınakta köpek falan kalmadı, hayvanları öldürmek için düpedüz bahanedir bu.

Nihayet medyada bu haberler yer bulabiliyor, demek ki bir şeyler iyileşiyor?

6-7 yılda dev aşamalar kaydettik, yeterli değil ama yine de aldığımız yol çok büyük. Şurada oturup bunu konuşmamız bile bunu gösteriyor. Eskiden böyle bir şey yoktu ki, mahallede arkasından “deli” denen kadınlar ve kendilerine “kedici, köpekçi” denen amcalar falan vardı. Üstelik yapayalnızdı bu insanlar.

“Panter Emel” geldi aklıma.

Emel Yıldız, evet haklısın. Ortada sosyal medya, örgütlenme diye bir şey yokken, konu medyada hiç ilgi görmezken Panter Emel tek başına çok mücadele vermiştir. Kediye tecavüz eden adamı elindeki çantasıyla dövmüşlüğü vardır. Yasa yok, ne yapacak? Bunlar radikal, çok önemli insanlar. Elbette ironic durumlar yaşanmıştır, komik durumlara da düşülmüştür, hepimiz düşebiliriz ama Panter Emel gibi insanlar farkındalık yarattılar ve mevcut durumdaki payları çok büyük.

Bir adım, bir adım daha… bu şekilde yürüyor ve büyüyor her şey.

Sen hayvanların ve haklarının kurtuluşu nerede görüyorsun?

Hiç tereddütsüz, çocuklarda ve gençlerde. Biz maalesef “hayvanların etinden, sütünden, postundan yararlanılır”ı bize öğreten ders kitaplarıyla büyüdük. Bize, o hayvanlar bunlara mecburmuş gibi empoze edildi. Keşke seçmeli degil, mecburi ders olarak hayvan ve doğa hakları okullarda çocuklara anlatılsa. Çocuk sevmek zorunda değil ama en azından bu bilinçli bir tercih olurdu.

Şehirdeki çocukların hayvanlara dokunması yasak gibi bir şey, çoğunlukla anne babaları kaynaklı, hayvanlarla iletişim kuramıyorlar. Öte yandan varoşlardaki çocuklar sokakta daha özgür ama onlarda da işler başka türlü yürüyor. Hayvanlara eziyet oralarda çok fazla. Bu konuda ne yapmalı?

Haklısın, varoştaki adam karısını dövüyor, karısı çocuğu, çocuk çıkıp hayvanlara eziyet ediyor. Yerel STK’ların bu konuda girişimde bulunmaları lazım. Gelir düzeyi yüksek okullardan ziyade esas hedef banliyöler olmalı. Biz şimdi iyi bir semtte konuşuyoruz seninle mesela ve yolda gelirken üç tane köpek kulübesi gördük, kedi evleri gördük. Ama varoşlarda bunlara rastlayamıyoruz, dolayısıyla oralarda da olmalıyız, anlatmalıyız.

İnsan ancak konuşa konuşa bilinçleniyor, eğer bunu okullarda ders olarak veremiyorsan, benim gibi gönüllü insanlar haftada bir iki gününü bu çocuklara ayırarak bu işi yapabilir. Sempozyum vererek, hayvan haklarıyla ilgili konuşmalar yaparak çocukları kazanabiliriz.

Sen doğruyu söyleye söyleye göstere göstere devam edersen, insanlar bir şekilde işin içine dahil oluyorlar. Çocukları eğitebilirsek 10 yıl sonra partisi bile olur Türkiye’nin.

Aslında çok da duygusal insanlarız. İçimiz yanıyor, ama işte bazen sesimiz çıkmıyor.

Kadıköy’de bir eylemde iki kadın gelmişti, biri koltuk değneğiyle, öteki tekerlekli sandalyeyle. Düşünsene kendileri engelli insanlar, kendi hakkını aşmış, hayvan haklarını savunmaya gelmişler, bunlar çok kıymetli şeyler. Aslında koruma iç güdümüz ve bu konudaki aktivizmimiz dünyaya örnek olacak nitelikte. Gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum bunu.

Diyelim ki sokakta bir hayvanı yaralı bulduk, ne yapmalıyız?

Yine hayvanseverlerin yaptığı baskı ve tazyikle büyük şehirlerde artık şahane bir uygulama var. Bulunduğun yerin ihbarını Alo 153’ü arayarak yaptığında hayvan ambulansları geliyor ve hayvanı alıp, tedaviye götürüyor. Buraya kadar her şey şahane fakat yine belediyelerin öldürme faktörü devreye girmesin diye kurtardığın hayvanın takibini yapman gerekiyor. Mesela, “Ben Teşvikiye Camii’nin yanından bir kedi teslim etmiştim, ne durumda?” dediğinde bir hayvanın canını kurtarmış oluyorsun, takip çok önemli.

Ayrıca, otobanlarda hayvanlar araba çarpmasıyla degil, arkadan gelen arabanın ezmesiyle ölüyor. Dolayısıyla önce yaralı hayvanı kenara çekmek ve öyle yardım çağırmak veya etmek lazım.

Peki, sokakta bir hayvana eziyet edilirken gördük?

Polisi arayacaksın. Polis sen şikayette bulunduğunda gelmek zorunda, aslında hayvana yapılan eziyetle ilgili bir yetkisi yok fakat polis aynı zamanda senin güvenliğinden sorumlu. Dolayısıyla, bu insan bu hayvana zarar veriyorsa bana da verir mantığıyla polise başvurmalısın. Bu arada ne yazık ki eziyeti yapan bir şahıssa, çok zor bulunuyor. Fakat, eziyeti yapan bir belediye ise, belediyeler senin elinin altında, bir belediyenin hayvana zulmünü belgeledigin an o belediyenin cezasız kalma ihtimali yok. Belgelemek için ya videoya çekeceksin ya da olayın o anda seri fotograflarını çekeceksin ve bunun güncel olduğunu da ispatlaman lazım. Ardından Orman Bakanlığı’nın kendi bölgendeki müdürlüğüne başvurmalısın.

İnsanların şikayetçi olmamalarında bir yandan işin cezasız kalacağı ile ilgili bir “Böyle gelmiş böyle gider” yılgınlığı var, bir yandan da “Aman başım ağrımasın” kaygısı taşıyorlar. Hakikaten baş ağrıtan bir süreç mi bu, şikayetçi olma durumu?

Hayır tabii ki, sonuçta ortada bir yasa var, sen şikayetçi olduğunda dağ gibi 5199 No’lulu yasaya istinaden şikayetçi oluyorsun. Gidip dilekçeni veriyorsun, ihbar ediyorsun ve takip ediyorsun. Güvenilir STK’lardan da bu konuda destek alabilirsin, hiç olmadı, beni arayın, ben takibini yaparım!

Tekrar ediyorum, ispat etmek için sadece söz varsa, elbette çaresiz kalırsın, fakat belgelediğin her suçta kesinlikle sonuç alırsın.

İş yine hukuka kalıyor desene? Bir yandan kendi sokağımızdaki hayvanlara bakarken, öte yandan büyük resimde yasa için mücadele etmeliyiz.

Aynen öyle. Yasaya mutlaka güvenmek zorundayız, çünkü yasalar herkes için var. Yasaya güvenmeyi kestiğin an zaten iş bitmiş oluyor. Güveneceğin, arkana alacağın başka neyin var ki? Dolayısıyla önce yasadaki eksiklikleri ve yanlışları afişe etmemiz ve onarmamız gerek. Ancak yasayı, yasanın eksiğini, ne yapmamız gerektiğini bilip, ortak bir bilinçle mücadelemizi kazanabiliriz.

Önümüz kara kış, sokak hayvanlarının şartlarını iyileştirmek için neler yapabiliriz?

Her zaman söylediğimiz gibi, evlerimizin önüne, sokaklara Bir Kap Yemek, Bir Kap Su koyalım.Yemekten daha da kritik olan su. Hayvan belki 3 gün aç durabilir, ama susuz duramıyor.

Anne babalar, evdeki yemek artıklarını çocuklarına toplatıp aslında bir çok canlının kendilerine fazla gelen yemeklerle doyabileceğini çocuklarına göstersinler, dışarı çıkıp beraber besleme yapsınlar.

Kuşlar için kuru ekmekleri kışın ağaca asmak gerek, yağmurda, karda yerdeki ekmekler telef oluyor.

Kedilerin içinde sıcak kalacakları kutular yapılabilir fakat kutuları yüksek ve gerektiğinde kedinin kolayca kaçabilecegi yerlere koymak lazım ki, sığınmaları için yaptığımız kutular onlar için ölüm kapanı olmasın. Köpekler bazen bu kutularda onları sıkıştırabiliyor.

Styling ve Fotoğraflar: Harika Özcan

Yazının devamı...

Hem De Nasıl Fit Bir Anne!

Instagram’daki sayfasına rastladığım ilk günden beri Gökçen Arıkan’ı takipteyim. Çoluklu çocuklu bir kadın ancak bu kadar fit olabilir. Röportaj için kendisine ulaştığımda telefondaki enerjisine hayran kalıyorum. Haftasonuna doğru spor yaptığı salonda buluşuyoruz, sıcacık bir kadın. İncecik, kaslı, sımsıkı bir vücudu var. Ayrıca yüz yüze gördüğüm en güçlü kadın o, benim diyen erkeklere taş çıkartacak gibi barfiks çekiyor. Ne ara doğum yapmış, ne ara çocuklarını büyütüyor, ne ara bu kadar bakıyor kendine, hepsini sordum.

Gökçen Arıkan’la yaptığımız söyleşinin kendine bakmak isteyen tüm annelere ışık tutmasını dilerim. Ayrıca “spora vaktim yok, halim yok, bir türlü başlayamıyorum” diyenleri ve mütemadiyen Pazartesilerle, ayın birini bekleyenleri de bu tarafa alalım.



Gökçen kaç yaşındasın?

Otuzbeş.

Kaç çocuğun var?

Beş yaşında bir kızım, iki yaşında bir oğlum var, Bade ve Demir.

Sporla tam olarak bağlantın nedir?

Ben Master Trainer’ım, yani Uzman Eğitmen. Aynı zamanda koşu koçuyum.

Ne zamandır spor yapıyorsun?

Üç yaşımdan beri.

Gerçekten mi? Neler yaptın?

Her şeyi yaptım! Annem babam sporcu olduğu için ben avantajlıydım. Annem, jimnastik yapıyordu, babam eski boksörlerdendir, dolayısıyla beni de spora yönlendirdiler. Bale yaptım, tekvando yaptım, voleybol oynadım, atletizm yaptım.

Tek çocuk musun?

Üç kardeşiz.

Onlar da spor yapıyor mu?

Hayır, bir tek ben. Zaten küçükken o kadar hareketliymişim ki enerjimin fazlasını atmam için beni spora yönlendirmişler. Ortaokuldayken aynı anda hem voleybol oynuyordum, hem tenise gidiyordum hem de step’e başlamıştım. Yerimde duramıyordum, sürekli bir şeyler yapmak istiyordum. Yapmadığım spor dalı neredeyse yok.

Hiç bırakmadın mı?

Neredeyse hiç. Fakat ne yazık ki ikinci hamileliğimin dördüncü ayında doktorum riskli döneme girdiğimi ve sporu bırakmam gerektiğini söyledi. Bebeğim doğana kadar spor yapmadım.

Spor yüzünden miymiş bu risk?

Hayır, daha önce geçirdiğim bir operasyon sebebiyleydi, sporla ilgisi yok.

İlk hamileliğinde sıkı spor yapıyordun yani?

Hem de son aya kadar! Son aylarda pilates topuyla çalışıyordum, hatta ders bile veriyordum. Öğrencilerim yalvar yakar oluyordu, Ne olur yapma! diye.



Peki hamileliklerin boyunca bu yeme içme dengesini, formunu nasıl korudun?

İlk hamileliğimde hiç koruyamadım. Korumak da istememiştim. Ilk üç ay hep hamburgerle besleniyordum. Hem de daha öncesinde hiç sevmediğim halde. Aklımda hep “bana bir şey olmaz” vardı, fakat fena halde kilo almaya başladım. Sonunda seksendört kilo ile doğuma girdim! Yirmialtı kilo almıştım. Dolayısıyla ikinci hamileliğimde kiloma dikkat ettim.

Spor yaptığın halde mi bu kadar kilo aldın?

Evet, aynen öyle. Bir de yapmasam kimbilir halim ne olacaktı.

Peki Gökçen, hamilelikte nasıl egzersizler yapılabilir?

Öncelikle kesinlikle ve kesinlikle hamileler doktorlarıyla konuşmalı ve her daim doktor kontrolü ve tavsiyesi ile ilerlemeliler. Hamilelikte dördüncü aya kadar hemen her şey yapılabilir. dördüncü aydan sonra yapılmayacak hareketler var. Öncelikle koşmamalı. Yüz üstü yatılan hiç bir egzersiz uygun değil. Ağırlıklar minimum düzeyde tutulmalı. Az kilo ile çok tekrar şeklinde devam edebilirler. Mekik yasak. Fakat, bol bol yürüyüş yapabilirler. Koşanlar da oluyor. Ama mesela ben çok kilolu olduğum için o dönemde hiç koşmadım. Fakat dediğim gibi doktor kontrolü ve onayı şart.

Bebek doğduktan sonra kendimizi nasıl toparlamaya başlayacağız? Emzirirken bir yandan da diyet yapmak mümkün mü?

Ben diyet yapmadım, sadece sağlıklı beslendim. Bir tabağı alın ve dörde bölün, proteininizi, yeşilliğinizi, karbonhidratınızı ve meyvenizi koyun, yiyin. Elbette porsiyonlara dikkat ederek. Fakat her gün mutlaka yürüyüşünüzü yapın. Ben doğurduktan sonra her gün yarım saat koşuyordum, komşularım, esnaf, yolda sokakta gören tanıdıklar durup beni alkışlıyordu, hiç unutamam.

Sütümüz gelsin diye içirilen o şerbetler, şekerli sular ne yana düşüyor?

Ben bunlara gerçekten hiç gerek olmadığını düşünüyorum. Sağlıklı beslenmek süte de, anneye de, bebeğe de yetiyor.

Peki, anne olduktan sonra tam olarak ne zaman spora başlamalı?

Anneler, doğurduktan yaklaşık bir buçuk ay sonra spora başlayabilir. Elbette yine doktorlarının onayıyla. Küçük egzersizlerle başlamak gerekiyor. En önemlisi bol bol yürümek.

Bunca hay huy arasında o küçücük bebekle nasıl yürüyeceğiz? Ne ara vakit ve hal bulup da yürüyüşe çıkacağız?

Çok basit, yapacağınız spor zaten kırkbeş dakika, maksimum bir saat. Al bebeğini, koy pusete, yürüyüşe çık. Bebek için de harika, çocuk oksijen alacak. Anneler, yaz kış demeden bunu rahatlıkla yapabilir.

Normal doğum yapanlarla sezeryan yapanlar arasında spora başlama süresi bakımından fark var mı?

Öncelikle şunu belirteyim, özellikle sezeryanda kaslar kesildiği için doğum sonrası spor çok daha önemli. Vücuttaki yenilenme ve kasların tekrar kendini toplaması ancak sporla mümkün. Doğumdan sonra kalan göbekler işte hep bu yüzden. Sorunun cevabın gelecek olursak, normal doğum yapanlar biraz daha avantajlı, çünkü vücudun kendini toparlaması daha kolay. Sezeryanda iyileşme süresi biraz daha uzadığı için spora başlamak da daha uzun zaman alabilir.

Şu laktik asit mevzusunu konuşalım. Spor yapınca laktik asit salgılanıyor ve bu da süte karışıyor, anne sütünü ekşitiyor deniyor. Spor yapmak anne sütü için hakikaten zararlı mı?

Öncelikle bu konuya dair bilimsel bir açıklama kesinlikle bulunmuyor. İkincisi, laktik asit zaten hali hazırda vücutta olan bir şey. Süte karışabilmesi için profesyonel bir atlet kadar maksimum düzeyde, yani en üst seviyede spor yapmak gerekir. Şiddetini düşünebiliyorsun değil mi? Muazzam antrenmanlardan bahsediyoruz. Üçüncüsü, karışsa bile sütün tadını bozmaz, süt ekşimez. Bebeğin spor sonrasında annesinin memesini reddetmesinin tek sebebi vücuttaki terdir. Bebek, o tuzu ve kokuyu kabul etmez. Sporunu yaptıktan sonra duşunu alırsan ve bebeğini öyle emzirirsen, yani onun alışık olduğu kokunu ona geri verirsen, bebek asla rahatsız olmaz.

Lohusalık döneminde spor yapan annenin yapmayan anneye göre avantajları neler?

Lohusalık dönemi çok yoğun bir süreç. Vücudun değişiyor, kilo alıyorsun, uykusuz kalıyorsun, artık hayatında bir bebek var, daha pek çok şey… Hiç yaşamam diyen ben bile zorluklar yaşadım bu süreçte. Fakat, spor yaptığın zaman vücudun endorfin denen mutluluk hormonunu salgılıyor. Motive oluyorsun, kilolarını vereceksin, forma girecek, eski haline belki daha da iyisine kavuşacaksın. Bu, annenin moralini hakikaten çok yüksek tutuyor ve anneyi rahatlıyor. Dolayısıyla bebek de rahatlıyor, çünkü annenin mutluluğu ona yansıyor. Çünkü lohusalık hakikaten çok özel ve bir daha geri gelmeyecek bir dönem, keyfini hakkıyla sürmek lazım.

Tüm bunların arasında eşin de sana destek oluyor mu?

Hem de çok. Hamileliğimde de böyleydi, geceleri kalkardı, yemeğe yardım ederdi. Hala öyle devam ediyoruz.

O spor yapıyor mu? Senin kadar fit mi?

O da yapıyor. Evet, onun da vücudu iyidir.

Seni kıskanıyor mu peki?

Eşim bana hep şunu söyler, Seni mutlu eden her şeyi her zaman desteklerim. Fit olduğum zaman ben çok mutluyum, her kadın gibi, kim mutlu olmaz ki bundan? Mesela o gün çok iş vardır, vakit bulamamışımdır, eşim bana muhakkak sorar, Aşkım, sen sporunu yapabildin mi, ben çocuklara bakarım, haydi git, der. Şunu bence hep hatırlayalım: Anne mutluysa, evde herkes mutludur.

Çocuklar özeniyor mu sana? Beraber yürüyüşlere, koşulara çıkıyor musunuz?

Ben Nike’ın koşu koçuyum. Havalar iyiyken Bade’yi ve Demir’i de götürüyorum. Mesela son 3K koşumuzda, üç kilometre boyunca beni scooter’larıyla takip ettiler. Demir henüz çok küçük, anlamıyor ama Bade’yi bütün koşulara götürüyorum, streching yapmayı bile biliyor.

Bu form, bu vücut nasıl korunuyor?

Form tutmanın yüzde altmışı mutfaktan, geri kalan yüzde kırkı spordan geçiyor.Aslında gerçekten gözümüzün korktuğu kadar bir şey yok, bunun tek sırrı, beslenmemizi düzene sokmak ve bunu bir yaşam şekli haline getirmek. Ben üç öğünümü de düzenli yiyorum ve asla öğün atlamıyorum, vücudumu aç bırakmam. Fakat porsiyonlarıma dikkat ederim. Her şeyi yiyerek ama azar azar, belli porsiyonlarda tüketerek besleniyorum; karbonhidratı da, proteini de, lifi de vücuduma alıyorum. Mesela sadece proteinle beslenen insanlar duyuyorum. Halbuki insan çok fazla protein aldığında bunu yakamazsa, o da vücudunda yağa dönüşür. Vücudumuza almamamız gereken tek şey basit karbonhidratlar dediğimiz şeker ve çikolata. Şekeri meyveden başka bir yerden almayın.

Senin bu sağlıklı beslenme düzenin tüm eve hakimdir diye düşünüyorum. Çocuklar nasıl adapte oldu, cips, çikolata diye tutturdukları da oluyordur herhalde?

Şöyle yapıyoruz, ben eve böyle çikolatalar, cipsler filan almıyorum ama çocuklarım gördükleri ve istedikleri zaman elbette alıyorum. Normal çocuklar gibi büyüyorlar. Yine de şöyle de bir gerçek var ki, evin içinde görseler hep isteyecekler, bu yüzden evde daha sağlıklı şeyler yapıyorum, keklerimizi, kurabiyelerimizi hep kendim yapıyorum mesela. Bütün çocuklar gibi patates kızartması da çok seviyorlar ve yiyorlar, engellemiyorum.

Peki senin kaçamak günlerin, ödül günlerin var mı? Yapıyoruz ya, haftada bir, ayda bir?

Yok, ben ödül gününe inanmıyorum. Kendini kandırmak geliyor bana. Şöyle söyleyeyim, otuza kadar her şey şahane, fakat otuzdan sonra metabolizma gerçekten çok yavaşlıyor ve her zamankinden daha çok dikkat etmen gerekiyor. Ben ödül gününe inanmıyorum ama zaten her şeyden yiyorum. Pizza yiyorum mesela ama bir dilim yiyorum.

Hiç yemem dediğin ne var?

Yağda kızarmış yiyecekler, çikolata…

Çikolatayı hiç mi yemiyorsun yani!

Hiç yemiyorum! Çünkü bir kere tadını alırsam, yeniden bırakamayacağımı biliyorum.

Egzersize, yürüyüşe bir türlü başlayamayan kadınlara ne önerirsin?

Bu yazıyı okur okumaz spor ayakkabılarını giyip dışarıya çıksınlar ve yürüsünler! Bir kere başladın mı, çorap söküğü bu iş. Bitirdiğin anki keyif ve mutluluk, “sporumu yaptım” hazzı ise muhteşem bir duygu. Yapmadan bilemezsin. İşte bu duyguyu hissetmek istiyorlarsa dışarı çıkmaları gerekiyor.

Ev işi yaptım, çok kalori yaktım diyenlere ne dersin?

Hiç yoktan iyidir derim, hareket berekettir sonuçta. Egzersiz yapmış olmuyorsun ama oturmaktan iyidir elbette.

Kadınların çantalarında olmazsa olmazları vardır, senin yanında taşıdığın olmazsa olmazın ne?

Spor ayakkabılarım. Haşlanmış yumurta. Granolalarım ve sütüm. Elbette suyum.

*

Fotoğraflar ve Styling: Harika Özcan

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.