SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Maaile

Anneler babalar günü geçti mi yahu, içimden bu sıralar anneme babama sarılasım, onları haddim olmasa da bir kutlayasım geliyor.

Aile danışmanı, ilişki danışmanı falan hiç değilim ama ailemle, annemin babamın bizi yetiştirmesiyle, günün sonunda ortaya çıkardıkları ürünlerle ki bu ben ve canım kardeşim oluyoruz, çok gurur duyarım.

Yazman gereken yüzlerce yazı varken kel alakasıyla sonuçlanmalı bir gün daha bugün, yogayla, gezi notlarıyla, yeni birsehirbiryoga projesiyle ilgili bir ses bir soluk bekleyenlerin müsadesiyle bir aile konusuna değinmek zorundayım bu günlerde.

Benim aile hikayelerimden biri bu, yolculukta en çok düşünüp, ona buna en çok konuştuklarımdan biri sanırım. Konu benim ailem olunca, onlar pek özel konularıma girmemi sevmiyorlar ama sağ olsunlar bir şey de demiyorlar.

Hayatımda ilk defa Kolombiya’nın Bogota şehrinde Vipassana, yani 10 gün sessizlik meditasyonuna katıldım. Bunun ne olduğuyla ilgili eski yazılara geçmiş yazılardan, şuradan ulaşabilirsiniz. (…..)

İlk gün doldurulan bir form var burada da. Klasik kişisel bilgileriniz, sağlık notlarınız, özel durumlarınızın olup olmadığı, organizasyonu nereden duyduğunuz gibi sorular soruluyor. Arada şöyle bir soru varmıştı : “Ailenizle ilişkiniz nasıl?” vallahi bu kadar, başı sonu yok. Az bir ispanyolcamla doğru mu anladım diye tekrar tekrar okudum, sonunda da sadece “muy bueno” yani ‘çok iyi’ diyebildim, peşine de İngilizce bir not yapıştırdım: “benim ispanyolcam kötü, doğru anladığımdan emin değilim bu soruyu, haberiniz olsun.”

Benim için aksi pek mümkün olmadığı için soru da anlamsızdı tabi. Ve fakat gelip geçtikçe, gezdikçe tekrar anladım ki soruyu sormakta haksız değillerdi, çünkü ailesinden ya da bu kadar özele indirmeyelim “sosyal çevreden” diyelim, kaçarak bu yolculuklara çıkan sayısı da fark edilebilir boyutlarda. Benim için çok normal olan ailesel sorular, bazıları için sinir bozucu bile olabiliyormuş, öğrendim. Bilmeyenler için tekrar yazmakta fayda var, benim yolculuğum böyle motivasyonlarla başlamadı, ailemden, sevdiklerimden, türkiye insanlarından, İstanbul’dan kaçmadım, istifa falan etmedim, işimden gücümden kaçmadım. Hepsini hep çok iyi anarak, içimdeki gezme ateşine kulak verdim sadece, hayalimin peşine düştüm. Hatta şöyle dedim, ne türkmüşüm de haberim yokmuş, nasıl da derinlerimdeymiş göçebelik… Göçebe atalarımıza, göçebeliklerine bin bereket!

Ailem de bana dur gitme falan demedi; “korkma, biz yanındayız” dediler. Sonrasında da herkes birbirinin ne kadar yanında olabilirse, (zira yalnız varlıklarız şu hayatta) o kadar yanımda oldular, haklarını hiç ödeyemem.

Hikayem şöyle:

Sene 90lar, Ankara’da çocuğuz. Efsane yıllar, o senelerin müziklerini tekrar tekrar dinlemeye hala doyamazsın misal.?

Kardeşimle, ilk okul sıralarındaydık. Harçlık diye birşey vardı, biliyorsunuz. Bizim hiç olmadı. Sonsuz paramız olup, bize herşeyi sunduklarından değil. Bize hiç birşey vermediklerinden hiç değil. Normal orta seviye bir Türk ailesiydik biz. Bize önce bunu anlattılar sanırım, nasıl yaptılarsa tamamen annemle babamın başarısı. Sonra, evde duran para nerede duruyorsa onu gösterdiler. Dediler ki, ben babayım, çalışırım, ahanda bunlar da para, ihtiyacınız olacak, olabilir, olduğunda sormadan “ihtiyacınız kadarını alabilirsiniz buradan”.

Şimdi diyebilirsin ki, çocuksun neye ihtiyacın olacak, yapışmış tek kaşarlı kantin tostu yiyorsun tenefüs aranda zaten falan. Biz okullarımızı bitirinceye ve işe girinceye kadar bu özellikleri değişmedi. Parayı önümüze koydular ve biz hiçbir zaman ihtiyacımızdan fazlasını almadık! Almadık! İhtiyacımızı bile almadık sanırım çoğunlukla.. Önüne koyulunca insan korkuyor muydu, bilmiyorum, olabildiğince tutumlu ve tatminkar bir çocukluk geçirdik; markalı hiçbirşeyimiz olmadı ama canımız da çekmedi, “istesek alırız dedik ama gerek yok” dedik hep. Ergenlikte söylemesi zor cümleler bunlar, şimdi bakınca dahi şaşıyorum. Böyle şeyler konuşulduğunda babamın meşhur cevabıdır; “eeee kızım, biz sizin mayanıza dürüstlükten, iyilikten başka birşey koymadık. İsteseniz de olamazdınız, yapamazdınız.” Çocuklara söylenen cümleler ne önemliydi, şimdi geriye bakınca anlayabiliyorum. Belki babam için öylesine bir cümleydi, benimse derinlerime, zihnime, bilinçaltıma kazınmış, yer etmişinden, “biz dürüsttük, iyiydik!”

Çocukluk yaşlarında bize verilen bu “nefs” terbiyesi için annemle babama teşekkür etmek istedim ulu orta yerde. Bize ‘gereklilik’, ‘ihtiyaç’ kelimelerini öğrettikleri için onlarla gurur duyuyorum. Kimsenin, ama hiç kimsenin, hiçbirşeyin, kardeşimi ve beni parayla, maddiyatla etkileyemeceğini derinlerimde hissediyorum, biliyorum. Gerekli diye bir kısmı vardı bu meretin, gerisi ihtiyaç fazlasıydı. İhtiyaç fazlası için çabalamak, heveslenmek başka birşeydi, o da bizde yoktu. :)

Dahası, oto kontroldü öğrendiğimiz! Ama babam ne de olsa hesabını yapıyordur diye korktuğumuzdan ama çok söz dinleyen çocuklar olduğumuzdan bilemiyorum, belki de ikisi birden. Günün sonunda hesabımızı bilmeyi, arkamızda sessizce durduklarını, belli düzeydeki bir otoriteyle hep ama hep hissettirdiler, herşeyi önümüze sermelerinin yanı sıra.

Hep derim, ben aile hayatı konusunda çok şanslı olan biriyim. Hiç büyük dramamız olmadı, kontrol edebildiğimiz kısmına biz izin vermedik, edemediğimiz kısımlarda da hayat bize iyi davrandı. Eksiklerimiz yok muydu, elbet hepimizin vardı. Birbirimizi zaman zaman çok üzdük mü, eminim ki üzdük, kırdık. Ama alt toplamda ‘aile’ olduğunu bilmek zaman içinde herşeyi alıp götürüyor.

Ailemi çok seviyorum. Varlıklarına duacıyım. Yine seçme şansım olsa, onlarla tam olarak böyle bir hayat geçirmek isterdim. Aile derken, annem babam kardeşim bir yana tabiki, ama maailemi kastediyorum. Baba tarafından 11 kardeşli, annem tarafından 6 kardeşli, en son saymayı bıraktığımda 58 kuzenimin bulunduğu, maailemi kastediyorum. Azıcık kalabalık olduğumuz da doğrudur, evet :)

Aile günüdür, pazardır, pazar kahvaltısıdır, sohbettir, muhabbettir, sevgilere sarılıp sarmalanmaktır bugün.

İyi pazarlar.

Sevdiklerimize sevdiğimizi gösterebildiğimiz nice günlere olsun hepimize, en çok da çocuklarınıza!

Yazının devamı...

365 günde 33 şehir, 6 ülke, 3kıta

Son bir yılda; 33 şehir, 6 ülke, 3kıta gezdim, 3 adam sevdim, sayısız arkadaş, sayısız ev, tonlarca anı edindim. Kendimi yeniden tanıdım, buldum, kaybettim, tekrar buldum.

Favori hiçbirşeyim olmadığını gördüm (ki bu başka bir yazının daha konusu olsun). Nereye gitsem onlar gibi beslenip, giyinip, oldukça mutlu yaşamaya devam ettim. Yine bir kez daha hiçbirşeyi özlemedim! Türkiye’ye dönmeyi hiç düşünmedim. Ama aksine, bu yolculuklar keşke daha önce olsaymış diye çok dedim.

Peynirsiz, kahvaltısız, rakı sofrasız, ailesiz, muhabbetsiz, dergah ziyaretsiz, türk kahvesiz, bunsuz onsuz şunsuz yapamam cümlelerinin, benim için hiç geçerli olmadığını bir kez daha tecrübe ettim, Hindistan’da öğrendiğimi doğruladım. Her gittiğim yerde en sevdiğim kahvaltım, en sevdiğim meyvem, en sevdiğim müzik, herşey yeni baştan yaratıldı, ben gibi! Hepsi değişti. Ama gezginliğin en çok insan yapma, dost kazanma yanını sevdim.

Kervan yolda düzülürmüş, benimki de o hesap, gezdikçe öğrendim, gezmeyi, gezerek yaşamayı içindeyken öğrendim. Her meslekte olduğu gibi bu işin inceliklerini, bavul hazırlamayı, sırtımda evimle yaşamayı, sevip sevip ayrılmayı, evim hissettiğim yerlerden kopmayı, ucuz bilet bulmayı, ucuza sağlıklı yaşamayı, en gereklileri ve olmasa da olur eşyaları deneye yanıla öğrendim.

Günün sonunda çantamda; battaniyem, çarşafım, ateş ölçerim, uyku tulumum, uzatma kablom, emaye kupa bardağım, iki kişilik plastik yemek takımım, pole dans şortum, yoga matım, şalvarlarım, büstiyerim, İspanyolca notlarım, victorinox çakı setim, mumlarım çakmağım, dizliğim, bir adet mini Ganesham, boyama kalemlerim, dikiş torbam, meditasyon yastığım, şallarım, yürüyüş ayakkabılarım, bir paket mercimeğim, baharatlarım kesem, bir deste oyun kartı setim, iki limon bir zencefilim, çamaşır yıkama sabunlarım ve hepsinden kalan yerlere sıkışmış bir kaç üst başımla 16kg arkada + 6kg önde + 50 kg safi ben olmak üzere, dünyada kapladığım alanı 72kg’ya yükselttim ya da küçülttüm, nasıl değerlendirirseniz. Varım yoğum şimdilik bu kadar, çoğu hala fazlalık gibi geliyor.

Şehirden köylere, köylerden kasabalara ve tekrar şehirlere geçtim, tekrar tekrar ve bir daha! Hislerim, düşüncelerim bu bir sene de hiç değişmedi. Ne işimiz vardı bu şehirlerde? Bizi ne kadar sinirli, gergin, kapanık, yanındakinden korkan, hep bir aceleli hale sokuyordu. Bunları yapabilmek için, az değil namussuzlar, alabildiğine işveli, renkli, çekici, süslü püslü bir haldelerdi, ama ayak uydurup süslü, çekici, zengin, aktif görüneceğiz diye bizi bizden, kendimizden, dahası birbirimizden uzaklaştırıyorlardı.

Dağlar, volkanlar, nehirler, şelaleler, yerli kadınlar, köyler, kasabalar öyle miydi? Çocuklar bile farklıydı küçük yerleşkelerde; istedikleri alınmıyor, olmuyor diye sokakları dövmüyorlar, yerlerde yatmıyorlar, kendi kendilerine oynuyorlardı, bizlerin, eskilerin çocukluğu gibi yani…Gördüklerimden, özellikle Latin ülkelerin doğasından çoğu zaman ağlayacak kadar etkilendim. (maalesef detayına giremeyeceğim bu yazıda, fotoğraflar instagram hesabımda) Ülkeleri görüp tanımak için turistik olmayan ortamları ziyaret bana sorarsanız şart, zira şehirlerde bildiğimiz starbucks cafeler varken, kasabalarda kendi değişmemiş kültürleri var. Şehirlerdeki renkler bizim maslaktaki gibi kurumsal ve ciddi olacağız derken siyahtan griye kadarken, doğa renkli, kasaba evleri daha renkli, dağlar yeşil ve üzerinde yaşayan köylüler/yerlilerse rengarenk!

Evet, boşuna çıkılmıyor bu yollara. Herkesin bir hikayesi, kendince travması veya kendince idealleri var. Hiçbirisi sebepsiz değil; Türkiye’de sanılanın aksine “işsiz güçsüz geziyor işte yaa” algısında hiç değil. Gezmek de çok emek istiyor ama maddi ama manevi.

Bir sene oldu bugün evimi, anılarımı, hayallerimi sırtlanıp yola çıkalı. Dediğim gibi yakınlarda dönüş yok, hayaller hep başka başka yerlerde yaşamalı. 32 senemi aynı ülkede geçirmişim, hep o bildiğiniz düzendeki akıllı, uslu, edepli yaşayan Türk ailesi kızı olmuşum. Okulumu güzelce okumuşum, işime girmişim, evlenmişim, hiç çizilen yolun dışına çıkmamışım. Kötü mü? Kesinlikle hayır! Değişiklik vakti geldi mi ? Evet, geldi. Gelmişti, çok da iyi oldu.

Dünya vatandaşı olsam demiştim yolun başında, her yerde evlerim, hocalarım, dost kapılarım olsun demiştim. Oldular.

CVim, özgeçmişim, almaya/iyileştirmeye çalıştığım bir evim yerine; gün gün büyüttüğüm, kendisiyle gurur duyduğum, bir yaşına bugün basmış, tertemiz bir pasaportum var; 5 Ağustos’ta, İstanbul Atatürk Havalimanında’n çıkış damgalı, yeni pasaportumun sahip olduğu tek çıkış damgası, öylesine bir terk benimkisi. Tek yönlü alınan biletli bir yolculuk. Nice senelerin olsun pasaportum, iyi ki varsın, sana bakmaya doyamıyorum desem abartmış olmam!

Önümüzdeki yollar biraz Amerika’lı gibi. (kesin konuşamıyorum :) ) Elimizdeki yeni proje ise hem gezmeli, hem yogalı. İnstagram’dan #birsehirbiryoga #onecityoneyoga yazarak takip edebilirsiniz. Detaylar yakında instagram hesabımda.

Sizlere de iyi yazlar, iyi gezmeler, iyi tatiller. Memleket yazın bir başka güzel, daha unutmadım!

Sizler de neleri değiştirmek istiyorsanız, hayatınızdaki bazı noktalara değişiklik yaparak dokunmak istiyorsanız, yeni ayın bütün enerjisi, yenilik aşkı, değişiklik heyecanı yanı başınızda olsun, elinizden tutsun size cesaret versin dilerim. Yola çıkmaya, göçmeye çoktan karar vermişlere de bol şanslar!

Aşkla.

5 Ağustos 2016

Orange County, California, USA

Yazının devamı...

Gezerken nasıl iş bulunur?

Öncelikle iş aradığınızı ona buna söylemeniz lazım. Öyle gezginlerle tanışıyorum ki, inanamıyorum, iş arıyorlar ama kimse bilmiyor, şaka gibi. Şuna söyledin mi yok, buna da deseydin, yok. Öncelikle herkese ama herkese iş aradığınızı söyleyerek başlayın bence iş aramaya. Yoga dersleri vermeye yeni başlayacaktım ki uzun süredir gittiğim epilasyoncum şöyle dedi; “İnsanların öyle kontakları olabiliyor ki şaşarsın, herkese aynı önemi ver, herkese aynı şekilde yaklaş, memnun kalırsa yine yeniden gelirler, büyürsün. Yanlış anlama, bazı müşterilerim vardı, pek durumları yoktu, evlere temizliğe gidiyorlardı, ama memnun kalınca duyuluyor, evlerin sahipleri, onların varlıklı arkadaşları da bana gelmeye başladılar.” Her duyduğumuzu bire bir aynı örnekle tecrübe etmemize gerek yok. Benim nedense çok kulağıma küpe olmuş bir cümledir, çünkü inandım, çünkü hayatımızdan biliyorum, hatta sizler de biliyorsunuz ki hayatımızdaki çoğu şeyi ilişkilerimizle, sahip olduğumuz kontaklarla yürütüyoruz, çözüyoruz artık.

Gezerken de farklı değil, hele iş ararken. Bu hostelde kalırken, e bunlara demedim çünkü aramıyorlar ki demek bizi pek sonuca götürecek bir yaklaşım değil. Belki yandaki restorana sahip olan arkadaşı eleman arıyordur, belki işletmesinde ihtiyacı yoktur ama evinde birine ihtiyacı vardır, onun yoktur ama arkadaşlarının bir yerlerde birine, hatta tam da sana ihtiyacı vardır. Çalışmak istediğinizde, yaşamak için para kazanmak istediğinizde ve yapacağınız iş pek de önemli olmadığında, herkese her türlü iş aradığınızı söyleyerek işe başlayın.

Benimki aynen böyle oldu. Kaldığım yerin mutfağında bilgisayarımla oturuyordum. Cali’de en az bir ay kalacağımı bildiğimden yerleşikken iş bulup, biraz para kazanmak iyi olur diye düşünüyordum. Ama esas, Cali sonrası için gönüllü işler için mailler atıyordum. Masa, diğer ülkelerden gezginlerle doluydu. Konu konuyu açtı, döndü dolaştı, bana geldi. İşlere başvuruyorum ama aklınızda olsun burada da iş arıyorum aslında, dedim. Grubun çok gezeni, çok insan yapanı, yani çok bileni Avustralyalı Hannah “Geçen gittiğimiz krepçi çocuklar birini arıyorlar” dedi. Yaparım dedim hemen, valla yalan yok ne parasını ne şartlarını sordum. Çocuklara mesaj yazdım, “Cuma gel” dediler. Gittim, hoş geldin diyip önlüğü verdiler. Bir de saçıma tülbent. Sadece dedim ki, “Gezginim biliyorsunuz değil mi, ne kadar süre burada olurum bilinmez. Bugün varım yarın yokum yani. Tamam mı?” Tamam dediler. Bir de dedim “İspanyolca bilmiyorum” ona da tamam dedi. Sonunda da patlattım bombayı; “Bence dedim burada çalışmaya en uygun insanım, çünkü dünyada hiç krep yapmayan son insanım büyük ihtimalle.” O Güler yüzün gözlerin yeter dediler, herkes bir yerden başlamalı dediler.

Merci Creperie, bir aile işletmesi. İki kardeş, Pablo ve Esteban kuruyorlar, sonra Esteban kendisi için başka bir girişimde bulunuyor. Onun yerine arkadaşları Julian devralıyor ikinci ocağı. Pablo’nun kız arkadaşı önde siparişleri alıyor, baba gün içinde taze alınması gereken manav alışverişini yapıyor ve krep karışımlarını hazırlıyor, anne joker eleman her yerde. Bir de aşçıları var, önden etleri yarı pişmiş hale getirip, sosları hazırlıyor. Yani tam anlamıyla bir aile işletmesi. 2 adet yemek kamyonetleri var, yakışıklı giydirilmiş. Babaannelerinin evinin önüne kuruluyorlar, elektriği çekiyorlar oradan, sadece Cuma ve Cumartesi akşamları 7-11 saatlerinde hizmet veriyorlar.

Kuruluş hikayeleri ise şöyle; Kolombiya’da Kolombiyalıların çok gurur duydukları bir yerel restoran zinciri var, Krepes&Waffles. Tanıdığım hiçbir Avrupalı gezgin kreplerini beğenmedi, ben dahil. Ama restoranın bence önemli noktası tüm çalışanlarının yalnız kadınlar, anneler olması. Neyse, Esteban 5 sene Fransa’da okuduktan sonra ülkeye geldiğinde buraya götürüyorlar ve hiç beğenmiyor, krep işini başlatıyor. Aynı zamanda herkesin kendi işleri de var tabiî ki gün içinde. Güzel bir aile, lezzetli tarifler.

Bana gelirsek;

Gördüm ki insanlar seni tanımayınca, nutella, brownie, çilek, muz ve kreple dolu bir kamyonu sana emanet edebiliyorlarmış mesela O enteresan! Anam, babam, dostlarım yapmaz, bilirler sermayeyi kediye yüklediklerini zaar.

Evet, şimdi, krep isteyen parmak kaldırsın?

30.03.2016

www.mugeyleyoga.com

Yazının devamı...

Savaş dönemini anlatan belgeselin içinde olmak

Geçenlerde, akşam 8:00 sıraları sizin oralarda. Karşımda annemle babam, ev haliler işte bildiğiniz normal Türk ailesi, dizilerdeki gibi değil yani, yalı konak hizmetliler de yok, kavga gürültü saçma sapan bir aile ilişkisi de yok. Burada, Kolombiya’da ise saat öğlen bir, dersten çıkıp yemeğimi yemiştim hızlıca. Dedim “internetim çok iyi haydi skype yapalım, siz uyumadan (İstanbul, adamı 60 yaşına geldiğinde daha da çok yoruyor çünkü, erken uyuyor bizim ev halkı)” Yemek yenmiş çoktan çay faslına geçilmiş, özlenilen Türk çayı sesi. Kıştan sebep, hırkalar falan sarınıp oturmuşlar.

Ankaralıyız biz, annem tarafından daha çok. Benim bütün çocukluğum, üniversite yıllarım orada geçti, tam göbeğinde hem de; Bakanlıklar, Kızılay’da. ‘Patlama olmuş yine’ dedim, bu sefer kara kuvvetleri tarafında değil hani şu dükkanın orası var ya orada, diye başladılar anlatmaya. Film mi bu saniyeler dedim kendi kendime, bir savaş filminin içinde miyiz, dönem belgeselinden bir sahne miyiz; olabilir mi böyle bir şey. Bir tarafta olayın içindekiler bense dışındaki, kendini kurtaran kaçan ne derseniz, skype’ın diğer yanı yaşayanlar.

İnsanlar türlü sebeplerden sevdiklerinden, kendisini bu hayata doğuranlardan ayrı kalıyormuş, onu hayat öğretiyor da sağ olsun, eskilerde kaldığına inandığım bir savaş sahnesi görüntüsüne ve repliğine ne kadar ihtiyacım vardı hayatımda bilemiyorum. Evet evet savaş, yaşadıklarımızı, içinden geçtiğimiz günleri küçültmeye çalışmaya gerek yok, daha nasıl olacak ki zaten!

Yanlarında olmak istiyorsun ama dönmek istemiyorsun. Sevdiklerinse hem korku hem üzüntü içinde konuşuyorlar seninle. “İyi ki gittin!” diyorlar mesela bazen, bazen de “biz de geleceğiz bak bizi de düşünerek gez” diyorlar. Saçma bir soru veya gündem ortaya attığımda, ‘buraları bilmiyorsun kızım çok fena’ diyorlar. Bilmiyor muyum? O kadar oldu mu yaa; diye kalakalıyorsun 25 senedir Almanya’da yaşayan gurbetçi burukluğu ve anlamsızlığında. Sana sorduklarında ne diyebilirsin ki, iyiyim ben de işte! Sizin için ben de korkuyorum aslında… Güney Amerika tehlikeli diyorlarmış; vallahi değil, bombalar patlamıyor artık, Kolombiya şimdilik değil en azından; sokağın ortasında tecavüzler, insan kaçırmalar olmuyor artık, aman diyorum esas siz dikkat edin kendinize, kardeşime; benim haller yolculuk halleri işte, maksimumu çok yersen yemekten zehirlenme, yiyecek bir şey bulamazsan biraz zayıf düşme.

Ne uzunca yazasım ne de kendimi ağlatasım var bugün. Zaten benim bilgimi, algımı aşan olaylar yaşıyorsunuz. Sosyolojik psikolojik tespitler yapacak da değilim. Bize ne yapmaya çalıştıklarını da bilmiyorum ama istedikleri kapılar arkasında kalmamızsa, bizi hayata küstürmekse, korkutmaksa, umudumuzu kaybetmememiz gerektiğini gösteren bir yerden size yazıyorum. 5. ayım Kolombiya’da. Biz diyorlar mutlu olmayı seçtik. Çok kayıplar verdik. Yokmuş gibi olmamış gibi davranıyorlar çoğunlukla. Bana çok enteresan geliyor açıkçası. Son 3-5 senedir turistler gelmeye cesaret edebiliyorlar, artarak da geliyorlar, diyorlar. Evlerinde kaldığım bir aile; “Biz de 5 sene önce yurda dönüş yaptık, öncesinde yıllarca Avrupa’da yaşadık, çocuklarımızı ancak ülkeye getirebildik” dediler. Herkesin acısı yangısı kendine, bizim durumumuz, olayların ölçeği oralarla karşılaştırılmaz diyenler olabilir ama bir can bir candır. Diyesim o ki, her şey her zaman geçer, değişir. Umut ışığımızı karanlıklara vermeyelim. Bizler dünyaya iyi olarak gelenleriz az dayanalım, acımız kocaman kocaman olsa da. Acılar kocaman gidenler küçücük, gencecik olur mu! Bizim ülkemizde de artık oluyor demek ki.

Bu yazının esas sebebi “Kaç gündür senden haber alamadık müge, hiçbir yerde bir şey paylaşmıyorsun merak ettik seni, iyi misin?” diyen canım dostlara gelecek olursak…

Yolculuk halindeyken bazen şöyle oluyor, bazı fotoğraflar çekiyorsun ama paylaşmıyorsun, yazdığın ve kendine sakladığın yazılar gibi. Sonra ara ara önüne geliyorlar, hah diyorsun unutmuştum şöyle yazayım da paylaşayım, şöyle ülkemle eşleşsin böyle gezimi anlatsın, en önemlisi de anneye babaya eşe dosta ölmedik yaşıyoruz gündelik mesajı verilsin zira bazen herkesle ayrı ayrı yazışıp konuşmaya vakit, internet olmuyor.

Gel gelelim ülkemin gündemine yetişemiyorum bazen, yetişmeye de çalıştığım pek söylenemez gerçi, mümkün oldukça bir adım geride duruyorum ama ne yazık ki eskilerin dediği gibi toprak çekiyor, kalbin çok yönden bağlı oralara.

Önce Can Dündar ve Erdem Gül özgür kaldı mesela, dedim parmaklıkların arkasından çıktılar, sevindik, üç beş karalayayım, paylaşayım şu fotoğrafı artık, yetişemedim.

Eş zamanlı tecavüz haberleri geldi; dedim iki satır yazayım 'kadınlar ölsün mü', 'ölelim mi arkadaşım' ya da ‘ölüyoruz biz sürekli aslında’ konulu, yetişemedim.

Kadına şiddet günlük bir konu, sıradan bir haber oldu ülkemde, ocak ayı gaz zammı gibi olağan sıradan haberler altında diliyoruz. Şiddet gören, kapatılan, dövülen, sömürülen, sevilmeyen kadınlara adayayım iki satır yazayım dedim, gündemler yine yeniden değişti, yetişemedim.

Gündemin çok hızlı değişiyor ülkem, yetişemiyorum. Hele benim simit kokan memleketim normal sıkıcı grisinden çıkıp siyahlara bulanınca yetişmek de istemiyorum. Görmek okumak istemiyorum ama kalbimde hissediyorum. Ölenlerin listelerine bakarken, sevdiklerim acaba denildiği gibi orada olmayan şanslıların içinde mi, bir tanıdık görmesek bari diye diye bakıyorum. Ama içten içe 17 yaşındayken kaybettiğim sevgilimi, uzun soluklu çocukluk aşkımı, oyun arkadaşımı; onun dağılmış ailesini, mahalle arkadaşlarımız arasındaki acıyı ve çevremdeki bütün genç ölümleri hatırlıyorum. Genç ölüm ne üzücüdür bilemezsiniz! Bilmeyiniz de zaten! Yeterince bildik!

Uzakta olmak böyle bir şey işte… Bir şey paylaşamadım, ama merak etmeyin ben iyiyim, ben yaşıyorum.

Kolombiya’dan selamlar.

Mukta.

Yazının devamı...

Beklentiler Üzer

"Expectations lead to sorrow!"

Böyle yazardı benim gittiğim yoga okulunun duvarında. Türkçesi beklentiler üzer, acı verir. Sadece bizim okulda ya da yogada öğretilen bir felsefe değildir bu aslında, teslimiyet içeren bütün öğretilerde, dinlerde, inanışlarda, kültürlerde, yaşam şekillerinde aynıdır.

Bazen unutuyorum, hayattan ya da insanlardan bir şeyler bekliyorum, aklımda gönlümde yersiz ihtiyaçlar ve hayaller yaratıyorum, olmayınca da üzülüyorum diye yazayım da gözümün önünde dursun dedim. Hem de sizinle de paylaşmış olurum.

Okuduğum hangi kitapta vardı hatırlayamıyorum ama şöyle diyordu: “Çiçekleri mesela olduğu gibi kabul edersiniz, fazlasını beklemezsiniz onlardan. Kasımpatıdan Nisan’da açmasını beklemezsiniz. Adı üstündedir; kasımda patlar. Neden daha önce ya da geç değil diye kendinizi strese sokmazsınız. Onlara karşı anlayışlı ve hoş görülüsünüzdür…” Doğasının gerekliliklerine saygı duyarsınız. Orkideyse ve direkt güneş sevmiyorsa ona uygun bir yere yerleştirirsiniz, sardunyanın suyu daha çok sevdiğini bilirsiniz, menekşeyi suya boğmazsınız. Bunu suluyorum illa sana da su vereyim demezsiniz, onu boğmazsınız ama ötekini de susuz bırakmazsınız. Hepsine gerektiği kadar ilgi alaka gösterir fazlasıyla onu şımartma egosalına ihtiyaç duymazsınız, fazlasının iyi bir etkisi olmayacağını bilirsiniz çünkü. Olduğu gibi seversiniz, hepsini ayrı ayrı, hiçbiri bir diğerinin yerini tutmaz. Çevremizdeki insanlara karşı da böyle olabilir miyiz? Herkesin ayrı doğası olduğunu kavrayabilir miyiz? Nasıl öğreniriz bunu? Hoş görülü, anlayışlı ve beklentisiz olabilir miyiz? Karşımızdaki çiçek açmıyorsa onu anlayabilir miyiz, yine de sevmeye, sulamaya, ona ilgi göstermeye devam edebilir miyiz? Bir şey beklediğimizden değil, sadece onu çok sevdiğimiz için, ölmesin istediğimiz için, bir şeyleri eksik kalmıştır da ondan çiçek açmıyordur acaba nesini tam veremiyorum diyerek kendimize bakabilir miyiz? Acaba yerini mi sevmemişti bu çiçek, ondan mı sürekli yaprakları pörsüktü? Yoksa suyunu mu yanlış şekilde veriyordum; bir şey vardı karşımdakini anlayamadığım ve ona doğru yaklaşamadığım, belli ki ondan bana iyi görünmüyordu… Yazması, bunu kitaplardan okuması kolay; yapması, uygulaması bir o kadar zor. Öyle ya, hepimiz, her zaman, her şeyi, çok iyi yapıyoruz ama karşımızdakiler bir bozuk, hep karşımızdaki yetersiz! … mi?

Anneannemi hatırlıyorum hemen bu satırları kitaptan okurken. Bizim evde anneanne çiçeği olarak geçer aşk merdiveni. Sobacı dedemin elinden çıkma yeşil sobasının üstünde bakardı mevsim bahar yazken. Yemyeşil kocaman bir şey, koca bir bitki olmuştu, bilmiyorum kaç senedir bakıyordu. Şöyle derdi; “Kızım, bunun bir çiçeği var, bir açsa çok beğenirsin, yıllar var açmadı, belki bir kere gördüm ama çok güzel.”Canım anneannem, toprağı bol olsun, bana doğayı çiçekleri toprağı öğreten, göstererek sevdiren kadın. Karşılıksız sevmek, bir canlıyla ilgilenmek, çiçek açmasa da yıllarca gözünün içine bakmak, sabretmek nedir, doğadan öğreniriz hep bunları. İnsanlara gelince de böyle sabırlıydı. Normal, çünkü alışkanlıklarımız, düşünce yapımız da eğitilebilir, değiştirilebilirdir. Hayatımızdaki araçlarla, oları eğip büküp yeniden şekillendirebilir, beklentisiz sevgiyi ve ilgiyi kendimize öğretebiliriz.

Yine notunu ne yazık ki almayı unuttuğum bir diğer kitabımda da şöyle diyor:

Bağlılıklarımız beklentilere, beklentiler de üzüntülere neden olur. Sadece sevmek güzeldir. Karşındakini ya da kendini, çiçek açmıyorsa da, gelmiyorsa da, hatta seni sevmiyorsa da, sevmek güzeldir. Beklentisiz. Ona görevler yüklemeden. Başarı yükü olmadan da seviyorsun mesela çocuğunu, eminim sevdiğine ama başarısını paylaşarak onda yük yarattığını görmek istemiyorsun. Senin istediğin beklediğin gibi davranmayacak bazen karşındaki, hissetmeyecek senin istediğin gibi, çünkü sen değil. Kendi doğası gereğince davranacak, hissedecek. Prakriti. Neysek oyuz.

Çok sıkıldım ben koşullu sevmelerden mesela. İstenilen her ne ise, o şekilde davranmadığımızda sevilmekten vazgeçilmekten çok yoruldum. Gençsindir, içip gezmek, belki açık giyinmek, sabahlara kadar eve gelmek istemiyorsundur, sevilmekten vazgeçilirsin, onlar gibi değilsindir dahası onların istediği gibi bir evlat çizgisinde değilsindir. Hâlbuki bir süreçtir, o yaş geçince bunları yapmak içinden bile gelmeyecektir belki, zaman kaçıyordur ama başkalarını memnun etmek, sosyal düzende kabul görmek ağır basar, kendini tutarsın, keşkelerine eklemeler yaparsın. Sonra mesela onlar gibi yaşamazsın ‘Bu da bir acayip oldu’ olur, sevmekten vazgeçilir. Bekledikleri kadar arayıp sormazsın, değerinde azalma olur, onu yeterince tatmin etmiyorsundur, çünkü hayattaki görevin başkalarını mutlu etmektir! Mutlu mutsuz fark etmez önemli anlarında yakınlarında olmazsın, olmak istemezsin, olamazsın, önceki yaptıkların geçersiz sayılır; bir yaz meyve vermezsin, keserler seni. Çocuk yapmak istemezsin mesela, yeterince sevilesi değilsindir artık ya da tam tersi de mümkündür. Koşullu severiz, hatta koşullarımızı daha çok severiz, bizi mutlu etmelerini isteriz. Bekleriz. Olmayınca da üzülürüz. Bizden beklendiği için de üzülürüz, karşımızdakilerin beklentilerinin ne kadar can sıkıcı olduğunu biliriz ama yine de bu döngüyü göremez biz de başkalarından beklemeye devam ederiz. Ben de başkalarının canını sıkayım o zaman :)

Karşılıksız sevip, sadece sevebilir miyiz? Kendimize bunu tekrar öğretebilir miyiz?

Om. Mukta.

02.02.16 - San Gil Otogarı, Kolombiya

Yazının devamı...

Anne ben “dul” oldum!

Çok sevdiğim ve beğendiğim bir kadının dediği gibi; “Gelinlik giyeceğiz diye çektiğimiz çilelere bak!” :)

Evlenmesi çok güzel, hiç lafım yok. Gel gelelim, aylarca, her gece birlikte ağlayarak, çok sevişerek, birbirini anlayarak, evlendiğin zaman kadar ve olabildiğince güzel yönetebilsen de tüm ayrılık sürecini, yine de boşanmak çok üzücü. İnsanın içini paramparça ediyor. Anestezisiz ameliyat gibi, tüm acıyı bütün benliğinle hissediyorsun zira hem hayallerin yıkılıyor hem emeklerin havaya uçuyor. Yani, kendimizi anda kalmaya ne kadar eğitmeye çalışsak da insanlığımızın, alışkanlıklarımızın sonucu andan kopuyoruz; zira geçmişimiz ve geleceğimiz eş zamanlı elimizde patlıyor. O sırada hangi anda kalmak, hangi anda yaşamaktan bahsedebiliriz! Yok öyle bir şey; alabildiğine acılı köfte gibi oluyorsunuz. Çiğ köftenin içindeki acıdan mayhoşlaşan maydanozlar gibisiniz yani biraz… Kaçışınız da yok.

Ne toplum ne de devletimiz düzenlemeleri de bu süreçte size hiç yardımcı olmuyor, diyesim bu aslında bu yazıda. Evlendim, soyadım değişti diye öncesinde daha yeni aldığım yeni düzenleme bordo pasaportum çöp olmuştu. Gittim yenisini aldım, yeni soyadı yeni medeni durum falan filan gıcır gıcır. 10 senelik alıştım tabi ki, çünkü kimse kendine kondurmuyor bu tarz süreçleri, hayaller hep birlikte yaşlanmalı. 3-4 sene oldu olmadı işte, tekrar aynı süreçler, bu sefer ters istikamete ama sonuç; bir defter parası daha ödemek ve büyük zaman kaybı. Tabi her şeyden önce dava kararının onanmasını, nüfus sistemlerine yansımasını bekliyoruz. Sonra ilk iş nüfus cüzdanını tekrar yenile. Bir bak “A a!” Sanki hiçbir şey değişmemiş, babacığının evinden çıktığın gibisin. Eskiden yıllarca çok ama çok iyi bildiğin, sen olan, özümsediğin, evlenirken belki de kopmakta zorlandığın soyadın önünde duruyor. Ama bana ne kadar uzak geldiğini, hislerimi anlatamam. Artık o da değildim ki, ne zeybektim ne mağdendim; iyi de geri dönemiyor muydum soyadıma kimliğime pat diye… Oralar karışık, hisler alt üst, kimlik karmaşası gırla. Şu gereksiz toplumsal olguların yeri geldiğinde üzerlerimizde yarattığı stresin, üzüntünün haddi hesabı yok diyeyim ben size. Peki; kendimce zihnimde, sosyal hayatımda buldum biz çözüm, oldum Mukta Müge, attım soyadını falan…

Sonra motorumu satmaya çalıştım. Trajikomik. Ben Antalya’da canım alıcı İstanbul’da, noterde anneme vereceğim vekaletle hemen yapacağız satışı, ama ne mümkün; ruhsattaki soyadım eski eşimin soyadı. Ee ben parayı aldım, motoru verdim ya! Yok, illa olmaz, “Emniyetten ruhsat yenileyeceksiniz ancak öyle satış olur” dediler; vay anasını alisami! İstanbul gibi yerde, tüm eş dost nasıl satışı yapmadan verirsin; ya kaza yapsa, hırsızlık olsa başına bin türlü iş gelse dese de verdim gitti, al dedim hayrını gör. Korkmadım, aksine benim yerime noterde hak aramalarını sevdim, benim mahcubiyetimi utancımı görüp beni telefondan uzaklardan avutmalarını sevdim, gönüllerini sevdim. Benim tatil bitip bir hafta sonra dönünce yaptık işlemleri. Tekerleri düz bassın! Ee ama nerede kaldı TC kimlik nosu bıdı bıdısı, tüm sistemler şöyle senkronize, böyle bişi bişi. Yine yok öyle bir şey. Kadın uğraşsındı.

Biter mi bitmez; bankalar, hesaplar, kredi kartları, resmi bütün işlemler. Haber salınsın, gidilsin, imzalar verilsin, iptalleri istensin, yenileri beklensindi bir süre boyunca hayat. Sil baştandı, kadın uğraşsındı. Çünkü evlenmek, gelinlik giymek istemişti; dişi kuştu, yuvası olsun istemişti.

Yetmez, çok hevesli gibi sosyal medya hesaplarınızı da evlenir evlenmez, sanki ananız babanız sizi evde sıcak borularla bekliyormuşçasına, kaçarcasına, hemencik değiştirdiyseniz hepsini ama hepsini yenileyin. Facebook, twiter, instagram, gmail, gmailinize bağlı tüm her şey ve bunlarla işlem yaptığınız bütün resmi kurum prosedürleri. Bütün iletişim bilgileriniz de tekrar yenilensin. Tamam; savaşmayın bence sıra sıra yapın ne kadar yorucu olsa da, zira değişim, yenilenme dünyamızın, doğamızın gereği. Ama derim ki keşke işimiz ülkemizde azıcık daha kolay olsaydı. Kadın bu kadar uğraşmasındı.

Bitti mi, yok benimki bitemedi! Eğer peşine ötesine önceden alınmış planlanmış bir uçuşunuz varsa ki benim vardı, bilet şirketi aransın haftalar süren yazışmalarla biletin yenisi düzenlensin, pasaportla uyumlu hale getirilsin, aman diyeyim unutulmasın. Uluslar arası olmasına gerek yok, tüm uçuşlarda esas olan isim soy isim bilgisi, her türlü kimliğin eşleşmesi lazım.

Hayır, daha bitmez elbette ama işin toplusal, sosyal, algısal, duygusal kısmına girmeyelim şimdilik.

Dul oldum, evet. 31 yaşındayım. Böyle kimliklerle şahsen benim hiç işim yok, sadece genel geçer tanımı bu olduğu için, aile arasında uzunca bir süre herkesi bu cümlemle sinir ettiğim için böyle söylüyorum. Enteresan mesela, gerçekten sinir oldular çevremdeki bütün kadınlar; “Ne biçim cümle o öyle, ne kadar çirkin bir şey söylüyorsun be müge!” vs dediler sürekli. Neden? Boşanmak, dul olmak kötü bir şey miydi ki! Görüyorsunuz, demek istediğim daha zihinlerimiz kabul etmiyor bu durumu sosyal açıdan. Ben bendim oysa. Önce evli kadın sonra dul kadın olmamda bir sakınca görmüyordum çünkü özümde gerçekten aynıydım. Bu üzerimize yapıştırılan sıfatlar, kimlikler, konumlar mı tanımlıyordu, bizi biz yapıyordu? Okuman, öğrenci olman beklenir, çalışman bir yerde olman beklenir, evlenmen beklenir sonra da anne olman beklenir. İşte o yüzden diyorum ki hepsi sosyal baskılar, toplumsal beklentiler. Ve yine diyorum ki “Anne olamadım, olmadım ben anne, anne olmayı istemedim; dul oldum! İyi mi?” Yoksa nüfus idaresi bile uygulamasını değiştirmiş, bekar yazıyor geçiyor.

Ha ama tabi çok ağladık, çok canımız yanıyor, ne zaman geçer bilmiyoruz ama ikimizin de yolu açık, hayalleri farklı.
Rahmetli anneanneciğime, daha öncesinde kaybettiğimiz dedemi sorduklarında; “Allah benim beyimden razı olsun, beni hiç üzmedi.” derdi, o kadar iyi kötü yaşanmışlıklara rağmen… Zihnimde çınlayandır.

Bir de son olarak diyenler varsa ki; ‘ee değiştirmeseydin soyadını orada burada’ ya da ‘ikisini de kullansaydın’. İkisini kullansan da aynı süreçlerle uğraşılacak bu bir. İki, evet şimdiki aklım olsa zaten hep saçma bulduğum bu gereksiz değişikliklere girmezdim, değiştirmezdim. Gelin görün ki bu aşamada da ortalama bir Türk ailesindeki ve sosyal çevresindeki sessiz baskıyı yine sadece kadın olanlar anlar; acaba neden kocasının soyadını kullanmıyordu, bizim neyimizi beğenmiyordu, bu ne burnu büyüklüktü de falan filan.

Ha bu sırada erkeğe mi ne oluyor! :) Girdiği gibi çıkıyor bürokratik süreçlerden, bir zahmet kimliğini yeniliyor sadece.


(Bir ara paylaşılmak üzere demişim yazıyı yazdığım tarihi yazarken. Artık 32 yaşındayım misal :) Zaman geçiyor. Yazı 12 Ağustos 2015 Çarşamba, 14:30, Bangkok-Chiang Mai treni)

Aşkla. Om.
Mukta.

Yazının devamı...

10 Gün Sustum da Ne oldu, Erdim mi Eridim mi?

Vipassana benim için neydi peki? Nasıl geçerdi onca uzun saatler konuşmadan, okumadan, yazmadan, şarkı söyleyip dinlemeden?

Ben çok severim sessizliği. Kardeşimle insanları sinir edebilecek kadar sessiz kalabiliriz. Sessizlik oldu, aman konuşmam lazım, ortam gerildi, ne oldu sıkıldık mı, konuşacak bir şeyimiz kalmadı mı yoksa insanları hiç ama hiç değilizdir.

Kendi sessizliğimin üstüne herkesin sessiz olduğu, bir de meditasyonla süslendiği, vejetaryen mutfakla taçlandırıldığı bir organizasyon olunca ilgimi çekmemesi imkansız olurdu.

İlk 2013 Hindistan ziyaretim esnasında duymuştum Vipassana’yı (vipassana nedir için bkz bir önceki yazım; https://blog.milliyet.com.tr/10-gun-susabilir-misiniz--/Blog/?BlogNo=521442 )Kaldığım tapınakta her Perşembe Mauna yani sessizlik günüydü. Dersler hayat aynı şekilde devam ediyordu ama konuşulmuyordu. Sonrasında bunun Dhamma – Vipassana organizasyonuyla dünya çapında yapıldığını duydum, oradaki çoğu insan en az bir kez 10 günlük programa katılmışlardı. Orada zamanım kısıtlı olduğundan yapamadım. Türkiye’de Vipassana organizasyonuyla değil ama bir miniği tadında Artvin’de 3 günlük mauna kampına katılabildim sadece; çünkü Türkiye’de yoga derslerim çok yoğundu, hamile dersinden özel derslere, stüdyomdan kurumlara koşturuyordum, kendime ayırabilecek zamanı ne yazık ki bulamamıştım. Kaldı ki Türkiye’de sanırım bağış azlığından çok sık yapılamıyor bu 10 günlük kurs. Takiben, 2015 Ağustos’ta Tayland’a gidecektim, Temmuz ayından yani gitmeden araştırmaya başladım. Kasım sonuna kadar bütün şehirlerdeki vipassanalar doluydu, başvuruları kapatmışlardı. Yine gidemedim.

Malezya’ya geçecektim oradan, Tayland’ ulaşınca yani bir iki ay kala Malezya için başvuru yaptım. Yerlerinde uygunluk görülüyor. Önemli! Bir başka gezgin arkadaşım demişti ki, “Oraya hiç güvenme, Türkleri kabul etmiyorlar.” Nasıl? Neden? Cevap: “Müslümanız diye!”. İnanmadım, illa kendim görecektim, başvuru yaptım. Gerçekmiş :) hala inanamıyorum. Maile yanıt geldi; “Ülkemiz politikası gereği -diyesi çok tutucu Müslümanlar- Müslüman ülke vatandaşlarını kabul edemiyoruz.” Vipassana’nın doğasına tam ters bir cevap. Neyse zorladım iteledim, ‘Ülkenin geneli Müslüman, belki ben değilim arkadaşım, adamı hasta etmesenize’ tadında, yok, almadılar.

Yine takiben, kıta değiştireceğim bu sefer, ilk işim Güney Amerika’da İngilizce kurs var mı, nerelerde var, yer var mı ona bakmak oldu. (İngilizce önemli! Kıtanın İngilizce konuşma oranı %3- yes no diyebilen de bu orana dahil, oradan hesap edin ne kadar konuşulmadığını) Başvuru yaptım, aylarca bekledim, çünkü bekleme listesine girebilmiştim ancak. Zaman yaklaştıkça birileri ben gelemiyorum diyecek de ben onların yerini dolduracağım. Hep derim; hepimiz çok iyiyiz aslında, taa ki kötü olmamız gerekene kadar! İçimden geçenler; birileri gidemesin, nolur birileri gidemesin, kötü bir şey olmasın onlara da ama gidemesinler, ben gideyim :) Yeni yıla bir iki gün kala mail geldi, iptaller var hala gelmek istiyor musunuz, bunu bütün bekleme listesine atıyoruz, erken cevap veren yeri kapar tadında. Elimdeydi telefon, hemen cevap yazdım. Sonrası büyük sessizlik. Kursa ancak iki gün kala cevap geldi; ‘Biz seni kabul etmişiz ama mail atmayı unutmuşuz, gelecek misin?’ Yeni yıl arefesi, sıcak memleket, insanlar rahat, olur böyle şeyler, olur daaa otobüslerde yer bile yok, apar topar gittim. Öğlen 2 ile 5 arası burada olun diyordu sabah 9’da kapıdaydım. Sonradan duydum ki, başvurunun açıldığı gün başvurular dolmakla kalmamış aynı gün 300 kişi bekleme listesine geçmiş, toplamda 800 kişi bekleme listesi olunca kapatmışlar başvuru linkini. Şans, zaman, kısmet, gidebildim.

Nisan 2015’ten beri çoğunlukla ağladığımı, hayattaki beklenmedik olayların beni çok üzdüğünü yakınlarım bilir, siz de bilin :) Ağlama kapasiteme şaştım bu süreçte. Bazı şeyleri anlayıp, anlamlandıramadım. Vipassana bana ilaç gibi geldi, Goenka’nın dediği gibi 10 günde çözülemezdi sorunlarımız, bitemezdi bütün dertlerimiz ama bir yerden başlamanın huzuru, bir yerden açılmanın keyfi yetti bana. Sonuçta biz neyi arıyorsak o da bizi arıyordu, buluşmamız güzel olmuştu.

İyi ki dedim o kadar beklemişim de Kolombiya’da denk gelmişim, çünkü tam sessizlik oldu benim için. Neden derseniz, konuşulan zamanlarda da konuşamadım çünkü ben İspanyolca bilmiyorum, onlar da İngilizce. Konuşamadık, hiç! Pek güzel. Çünkü 9 gün susan onca insanın 10.gün konuşmasını hayal edebilirsiniz. Ben her seferinde şaşırıyorum gerçi, o kadar güzel bir şey, insan bitmesin istiyor, doğa güzelleşiyor, yemekler bir başka tatlı hale geliyor, ama insanların uyum kabiliyeti şaşırtıcı, sanki 9 gün susanlar biz değilmişiz gibi susmadan konuşmalar başlıyor, alabildiğine gürültü. (Ben odama çekildim aslında konuşmalar başlayınca, dediğim gibi anlamıyordum çünkü. Onlar da konuşmaya pek yeltenmediler çünkü ilk gün açıklamalar yapılırken, ‘İspanyolca bilmeyen var mı çeviri yapalım’ dediklerinde, 130 kişiden 1 kişi parmak kaldırdı, ben!)

3 kişilik bir odada kalıyordum. İlk gün sessizlik içinde odaya girildiği için kimlerle kalıyorsun hiç bilmiyorsun. 10. gün sonunda öğrendim; biri İsviçre’li Adeline diğeri yerel, Bogota-Kolombiya’lı Estefania. 3 ayrı ülkeden, hiç birbirini tanımayan 3 kadın, 10 gün boyunca, tek banyo tuvaletle, hiç konuşmadan sorunsuz yaşar mı? Yaşar! 10.gün nasıl sarılıp öpüşeceğini bilemeyecek kadar karşılıksız severek hem de.

Aynen meditasyon tekniği gibi, Goenka’nın dediği gibi, hayatı da, birbirini de gözlemleyerek sadece gözlemleyerek anlayabiliyorsun. İkinci günde anlıyorsun ki biri sabahın 4ünde, dağda-2700mt, sıcak su olmamasına rağmen, duş alıyor, öyle seviyor. Diğeri yatmadan önce. Ee ben de bu kadar soğuk suyla ancak güneş çıktığında duş alabilirim zaten diyip tek boşluğa, öğlen arasına halleniyorsun. Sıkıntısız akıyor hayat bu durumlarda.

130 kişiydik biz, kadın erkek toplam. Kapıyı en yavaş kim kapatırda herkesi en az rahatsız eder yarışması yaptık çoğunlukla. Hepimiz pijamalı, hepimiz şalvarlıydık. Şalvarlı adamlar siz ne güzelsiniz!
Herkesin ev halini gördüğün, yalın sevdiğin, yalın olduğun yerler ne güzeller!
Sonrasında sadece şunu dediler; gezginsin galiba, ben şurada yaşıyorum, uyumaya para verme, gel bende kal!

Genel olarak öğretilen, orijinal adıyla “anicca”, Türkçe açıklamasıyla; geçicilik. Her şey geçiyor. Hiçbir şey kalıcı değil. İyi, güzel ve bizi mutlu eden de, kötü, acılı ve bizi üzen de! Her şey geçici! Bu da geçecek. (başka neye, neyi duymaya, neyi öğrenmeye bilmeye ihtiyacım vardı ki sorarım size a dostlar!)

Benim için amacına ulaştı, dönüştürücüydü! İkincisine başvurumu yaptım bile, cevap bekliyorum.

Kendimle ilgili çıkardığım sonuçlardan biri ise şöyle: Herkes gider Mersin’e, ben giderim tersine! :)

Yazının devamı...

6 ay, 184 gün oldu bugün

6 ay, 184 gün oldu bugün.

Evden, anneden, babadan, kardeşten, dostlardan,

Sıcak bir demleme çaydan, simitten, peynirden, zeytinden,

Anne elinden çıkmış, mis kokulu, ütülenmiş, yumuş kıyafetlerden,

Bildiğin kıvrımlı yataktan,

Rakı sofralı, dost dertleşmeli gecelerden,

Ne haber Ali abi, işler nasıl gidiyor bu ara, iki domates aldım bir de limon sallasana torbaya yakınlığındaki muhabbetlerden,

Ve dahasından uzak olalı 6 ay oldu, bitti, tamamlandı. 7. aya başlıyorum, yılın yarısı geçti, iki ayrı kıta geçildi. Asya’dan Güney Amerika’ya gelindi.

Gençler gördüm, 19-22 yaş aralığında Avrupalılar; ne çok yer görmüşler. Ben onların yaşındayken ne yapıyordum dedim sıklıkla. Sonra da geç olsun güç olmasın Müge dedim!

Yaşlanmış hallerini gördüm bu Avrupalıların; çocuk yapıp büyütmüşler, anneanne falan olmuşlar ama senin benim kaldığım hostellerde kalıyorlar. Hala gezebilmek uğruna günde 3 öğün kaşarlı tost yiyorlar. Yemek için, tüketim için yaşamıyorlar ama Hindistan’a 4 kere gitmişler mesela, boğaz köprüsü yapılmadan önce gelmişler İstanbul’a düşünün. “1972’ydi ilk İstanbul’a gelişimiz, köprünüz yoktu o zaman, sonra birkaç kere daha geldik” diyen, konfor alanının çok dışında insanlar, gezginler.

Denis’le tanıştım Bangkok’ta, kaldığım hostelde, aynı yatakhanede, karşımdaki yataktaydı. İtalyan, 38 yaşında. Bir vakit boşanmış, dolanmaya başlamış, geri dönesi gelmemiş ama parası bitmiş. İş aramış, grafik tasarımcısı, pek bir şey bulamamış ama kalmış. Sonra bir hostelin resepsiyonunda çalışmaya başlamış, hala orada, para kazanıp gezmeye devam edecek.

Ben’le tanıştım. Fransız, fotoğrafçı, yakışıklı bir adam. Tayland’da benimle birlikte masaj kursu alıyordu. “Erkek arkadaşım dalış eğitiminde adada, O’nu bekliyorum, gelince O da masaj kursu alacak, birbirimize yapmamız eğlenceli olur diye düşündük” dedi. 4 aydır Asya’daydı, orada bıraktım ama baktım Fransa patlamasında ülkesine dönmüştü.

Chris’le tanıştım. My maharaji! Alman. Öncesinde bir telekomunikasyon şirketinin genel müdürlüğünde, pazarlama*satış departmanında çalışıyormuş. Babasını kaybetmiş. Ölmeden önce babası yatarken sormuş, en son konuşmaları olmuş bu! “Ne yapayım böyle mutlu değilim?” “Yola çık, gez, bulursun sen.” demiş babası “…ama bu güzel ellerini heba etme” diye de eklemiş peşine. Masaj terapisti olmuş sonra, iyi ki olmuş! Elleri şifalı olanlardan! 3 ay motorla Hindistan gezisinin peşine 6. kez geldiği Tayland’a geçmiş. Orada masaj pratiklerine devam ediyordu. Benimle 2 ay kaldı, sonra bir ay daha ülkede gezdi. Parası bitti, para biriktirip tekrar Asya’ya gelebilmek için Avrupa’ya geri döndü, çalışıyor. Belçika’ya yolu düşeceklere öneririm.

İngo’yla tanıştım sonra; Kolombiya’ya geldiğim ilk haftalarda beni deli gibi korkutan adam! Motorla gezmiş gezmiş, parası bitince satmak zorunda kalmış motorunu, ülkesine dönmek için. Yeni yıl için gitti Almanya’ya sonra doğruca Asya’ya. Çünkü şöyle dedi; “Güney Amerika kıtası da güzel ama bir Asya değil. Tüm kıta aynı dili konuşuyor, aynı dine inanıyor. Ülkeleri geçtikçe ne kadar değişebilir ki, birazcık sıkıcı burası, hele Asya sevene” dedi, bana yetti :) hala ara ara Asya bileti bakmam bundan sebeptir! Şimdi Malezya’da hem geziyor hem iş bakıyor.

Bir kadınla tanıştım adını veremeyeceğim, 21 yaşında oğlu var ve çok güzel bir Latin. O da bizim görüşmemizden 3 ay önce boşanmıştı. “Eve, ülkeme henüz adım dahi atamam!” dedi. Biliyorum, dedim. “Ağlaya ağlaya geziyorum, az bir param var bitince ülkeme dönüp iş arayacağım, hiçbir gelirim yok.” dedi. “Anestezisiz ameliyat gibi değil mi bu boşanmak?” dedim, “Ancak bu kadar net özetlenir” dedi. Hala Asya’da ülke ülke geziyor, hatta oğlu yeni yıl da sürpriz yaptı ona, yanına gitti.

Başka bir kadınla tanıştım, Fransız. Yola çıkmadan önce çocuğunu kaybetmiş, bir buçuk senedir durmadan geziyordu Asya’da, hala geziyor. Tabi haklarını vermişler şirketinden, sadece o parası vardı, bitince ne olacak bilmiyor. “Önce kendime gelmeliyim” dedi.

Polina’yla tanıştım Tayland’da, Rus! Gezerken gezerken bir melek yatırımcı bulmuş, üç senedir Sri Lanka’da yaşayıp çalışıyormuştu. İşleri taklaya gelince gezmeye başlamış yine. Parası bitti, iş aramaya Rusya’ya döndü.

Angela ile tanıştım Kolombiya’da, vipassanada. İtalyan. Şimdiki sevgilisiyle Selanik’te Vipassana kampında tanışmışlar, adam Kolombiyalı bir şair. Kendisine dağlarda elektiriksiz internetsiz bir ev yapmış; Angela’yı da davet etmiş. Gezgin insan neden gelmesin, kalkmış gelmiş. 3 aylık vizesi bitince tekrar bu kıtada gezmeye başladı, şimdi Ekvator’da.

Hint Jeenal ve Brezilya’lı Daniel’le tanıştım. Evlerinde, okullarında kaldım, bahçelerinde çalışıp, güzel vegan yemeklerinden yedim. Spirituel ortamlarda ayrı ayrı gezginlerken tanışmışlar, sevmişler, hatta evlenmişler, çift gezginlerden olmuşlar. Tayland’da bir yer edinip, yoga okulu açmışlar. Aşkla. Darısı hepimize, tüm isteyenlere, dinimiz amin! “Durmak bize göre değil, eğitimler oldukça duruyoruz ama gezmemizi de ihmal etmiyoruz yoksa neden para kazanıyoruz değil mi ama” dediler. :)

Sonia kızımız İtalyan olur ve sevgilisi Danny Avusturalya’lı oğlumuz ile Tayland’da tanıştım. Yan odamda kalıyorlardı. Çoğunlukla yalnız bir kadın olarak onların dil çalışıp birbirlerine gülmelerini ve sevişmelerini dinledim, hasta olduğumda bana bakan canım yolcu dostlar. İki gezgin. Ayrı ayrı geziyorlarmış, yolda, dünyada bir yerde tanışıp aşık olmuşlar, birlikte gezmeye başlamışlar. Çocuğun ülkesine dönmesi gerekmiş, Sonia’yı çağırmış; “Zaten geziyordum, neden gitmeyeyim dedim, gittim yanına” dedi. 8 ay boyunca, aldıkları eski bir arabada yaşamışlar. Çok eski diye anlatıyordu, arabanın yürümediğini düşünüyorum şimdi. Neyse, “Yeter durduğumuz gezelim” demişler, arabayı hurdacıya verip Asya’ya gelmişler. Arabanın parasıyla Tayland’dan iki bisiklet aldılar, sırtarında 50lt backpackleri ile bir sabah 5ti saat, yola düştüler Hindistan için. Hala Myanmar’da pedallıyorlar. Sonia sayesinde mooncupla tanıştım ve gezgin bir kadın olarak hayatımı değiştirdi, duacısıyım ki bu ayrı bir yazının konusu.

Malezya’da Langkawi adasında bir Fransız aileyle tanıştım. Adamın adı Hugo, 40lı yaşlarda, karısını hatırlamıyorum, bir de kızları var, 9-10 yaşlarındaydı sanırım. Kızı bileklik yapıyor, bunlar satıyorlar :) Karısıyla gezerken tanışmışlar :) evlenmişler. “Ara ara gezmeye devam ettik sonra gezmeyince çok mutsuz olabildiğimizi gördük, 2 senedir hiç durmadık, artık her yer evimiz,ülkedeki her şeyimizi sattık” dediler. Kızlarının eğitimlerini kendileri veriyor. Boş boş yatmıyorlar yani baya her gün okul programında yaşıyorlar. Bir şekilde herkesi 7kg çantaya sığdırmış evin babası Hugo. Benim arkada 14 önde 5-6 kilo iki sırt çantamı görünce; aç dedi, böyle olmaz gezgin işi; yok utanırım, dedim. Sadece 5 şalım, 6 sutyenim var mesela biliyorum ki hepsi yük, hepsi için azar işiteceğim, kabul etmedim. (Yola çıkmak isteyenlere, çıkacaklara bu kısım) “Ucuz uçuşlarda çanta hakkın yok, 7-8kgya kadar ücretsiz, üstüne hep çok para ödersin. Çantan küçük olmalı. Ağır olsa, ucuz konaklama bile arayamazsın, taksiye binmek zorunda kalırsın misal, hep dert, hep masraf. Bir mutfak tartısında her şeyini tartarak başla işe” dedi. Duacısıyım.

Adeline’le tanıştım, İsviçre’den. Bir buçuk senedir Güney Amerika’da. İşinden çok sıkıldığı bir anda karar almış, işi bırakmış mühendis güzelim. O sırada arkadaşları Venezuela’ya gidiyorlarmış; “ama şimdi alıyoruz bileti hemen bir şey demen lazım” demişler; “Tamam” demiş. Sonra araştırıp öğrenince ülkenin güvenliksiz durumunu, demiş nereye gidiyorum ama vazgeçmemiş, 5 ay kalmış orada. Evinde kaldığı kadın “Bugün sizi şuraya götüreceğim, orada son iki haftadır kimse öldürülmedi” gibi cümleler kurunca kıtanın güneylerine uçmuş. Peru’da, Kolombiyalı şimdiki sevgilisiyle tanışmış. Kolombiya’ya gelmiş, 6 aydır çocuklarla ilgili bir projede gönüllü çalışırken parası bitmiş. Tam dönecekken, burada yaptığı işi İsviçre’deki okuluna, hocalarına göndermiş ve yeni bir proje başlatmış. Bir ay sonra ülkesinde aynı projeyi yapmak, tekrar para kazanmak için ülkesine dönüş yapacak.

Adını okuyamadığım ve yazamadığım bir Ganalıyla tanıştım sonra. Kanada’da yaşıyor, Asya’da geziyor. Önce Çin’de İngilizce öğretmiş aylarca, oradan Malezya’ya geçmiş, dolandırılmış, bütün parasını kaybetmiş. Yeni bir iş yapabilip eve tekrar paralı dönebilmek için Tayland’a geçmişti. Hala geziyor. Tanıştığım en komik adam! Hindistan aşkımı duyunca “Seni biriyle tanıştıracağım, 35 senedir durmadan geziyor, favori ülkesi Hindistan.” dedi, dedim hemen! İlk defa o kadar uzun zamandır durmadan gezene denk geldim, nasıl yaptığını öğrenmem lazımdı. Amerikan ve 60lı yaşlarında. Amerika’da bir evi varmış, öğrencilere kiraya verdiği, “onun dışında yollarda işler buluyorum, oluyor bir şekil” dedi, hayırlısı :)

Diyesim, gezenlerin parası var ya da bir şeye güveniyorlar sanılmasın. Paramız bitinceye kadar, yetinceye kadar, sonrasını kimse bilmiyor. Bu uğurda da herkes sürekli tost yemeğe ya da hamakta uyumaya razı görünüyor. Kimisi gezme aşkından çıkıyor yollara, kimisi derdinden, kimisi bilmeden oluverdi diyor…

Öyle de geçiyor hayat böyle de!

Yol var gidersen!

6 ay bitti! Turuncu şalımı bıraktım. Bilenler bilir, bir müge klasiğiydi. Yola devam ediyorum.

Mukta.

5.2.16 - Kolombiya

(Ülkeden çıkış 5.8.15)

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.