Kısa süre önce Digitürk’te izlediğim bir filmde basının ‘pozitif’ haber yerine ‘negatif’ haberleri ön plana çıkarmasından dert yanan siyasetçiye şöyle yanıt vermişti danışmanı:
“Gazeteciler papağan gibidir, önündekilerin en renklisiyle ilgilenir.”
Bu sözü acaba ilk kim kullandı diye sorduğum “Google Amca” şu yanıtı verdi bana: “Aradığınız, ‘Gazeteciler, papağan gibidir, önündekilerin en renklisiyle ilgilenir’le
ilgili hiçbir arama sonucu mevcut değil.”
O filmin senaryosunu yazanlar, bu diyaloğu sosyal medyadan önce mi sonra mı yazdı bilmiyorum, ama bugüne kadar katıldığım “Sosyal medyanın yazılı medyaya etkileri” konulu workshoplardan öğrendiğim “altın kural” şudur:
“Sosyal medya hayatımıza girdikten sonra hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak. Çünkü her ünlü takipçisi oranında medya sahibi. Örneğin Demet Akalın, Gülben Ergen, Cem Yılmaz ve niceleri... O nedenle, kendi veya eşi - dostu için yazı yazanların ulaştığı kitle gittikçe azalacak. Yazdıklarıyla konuşulanlar veya konuşulanları yazanlar ayakta kalacak.”
Daktilo çağında yetişen, faks kullanan, haberlerini saman kağıda yazıp, yazı işlerine veren, geçimini hala yazılı medyadan kazanan bir gazeteci olarak sosyal medyada bu denli varlık göstermemin birinci sebebi budur.
İkinci sebebi de şu:
“Popüler kültür” yazarıyım, o nedenle sosyal medyada varlık göstermemem zaten eşyanın tabiatına aykırı olurdu.
Bunun sakıncaları yok mu?
Var tabii...
Çok okunmak, yazdıkları internette alıntılanan veya sosyal medyada konuşulan biri olmak gurur okşayan bir şey, ama bunun “kıskanılmak” gibi yan etkileri var...
Neden mi girdim bu konuya?
Şunun için.
“Çoluk çocuk işi” gördükleri internette veya sosyal medyada esamaleri okunmadığı halde kendilerini hala yazdıkları gazetenin üstünde gören, “Ben gidersem tiraj şu kadar düşer” diye düşünen meslektaşlarımız var da ondan…