Sezen Aksu’nun evin bir bireyi gibi gördüğü, ‘Onda insan geni vardı” dediği Cano’sunun ölümünün üstünden günler geçti.
Üstelik Aksu’nun o acıyı çoktan unutup normal yaşama dönmesi gereken bir süreç bu...
Ama öyle olmadı.
Aldığı psikolojik destek, okuduğu dünyaya bakışını değiştirecek, yaşadığı acıları unutturacak onca kitaba rağmen Cano’nun yüreğine düşürdüğü ateş sönmedi.
(Burada bir parantez açıp Sezen Aksu’nun şu sıralar başucu kitaplarının neler olduğunu belirtmeliyim. Vamık D. Volkan’ın “Kozmik Kahkaha”, “Kimlik Adına Öldürmek”, “Atlarla Yaşayan Kadın” kitaplarıyla ve Dr. Nusret Kaya’nın PVT - Psikolojik Virüslerden Temizlenme” adlı eseri)
Çünkü yaşadığı Kanlıca’daki yalının her yanında bir Cano anısı vardı.
Aksu, acılarını biraz olsun hafifletmek için yaşadığı ortamı değiştirmeye karar verdi.
Sezen Aksu, ilk olarak o olaydan bu yana binmediği Cano’nun öldüğü minibüsünü de satışa çıkardı, ardından da Kanlıca’daki yalısını terk etme kararı aldı.
Kanlıca’daki yalısından ayrılma kararı veren Aksu’ya eşi, dostu yine Boğaz’a nazır bir yer aramaya başladı.
Aksu, birkaç güne kadar Kanlıca’daki sahibi olduğu yalıyı boşaltıp, kiralayacağı yeni yalıya taşınacak.
“Canım, altı üstü bir köpek... Ne var bunda bu kadar büyütecek? En yakınınızın ölüm acısı bile hafifliyor 40 günde” diyenler olabilir.
Bu eleştiride gerçeklik payı da vardır. Ama başka gerçekler de var.
Örneğin “Ateş düştüğü yeri yakar”...
Örneğin Sezen Aksu vakasında Cano’nun ölüm acısı aslında bardağı taşıran son damladır.
Yıllar içinde yaşanan acıları, “Birinin sağlam durması lazım” diyerek dimdik ayakta göğüsleyenler, o acıları içlerine gömenler, vaktinde doya doya ağlayamayıp o acıyı boşaltamayanlarda bardak, böyle taşıyor son bir damlayla...
Sezen Aksu’nun Cano acısının bu denli ağır geçmesi de bundandır... Çünkü Aksu da yıllar içinde Onno Tunç, Uzay Hepari gibi büyük acılar yaşadı...
Yanlış anlaşılmasın, bunlar benim değil Aksu’nun psikolojik destek aldığı uzmanın saptamaları ve “minik Serçe’ye’ anlattıkları ...
Allah aşkına kim bu Canel Cebeloğlu?
Gazetede bilgisayarın başında yapacağım bir “Cafe Sohbeti” için soru hazırlamakla uğraşırken Milliyet Cumartesi ve Milliyet Pazar’ı hazırlayan ekibin ikinci kaptanı İlke Gürsoy, elinde bir gazete parçasıyla geldi.
İlke Gürsoy, “Ali Bey, bu haberi okudunuz mu?” dedi.
Haberin başlığına baktım; “Sanatçılar balık için sıraya girdi” diye yazıyordu.
Haberde Altan Erkekli’nin sakallı bir fotoğrafı vardı.
Üstelik o sabah da gazeteleri dikkatli okumuş olmama rağmen bu müthiş haberi(!) görmemişim.
Suçluluk duygusuyla vallahi okumadım dedim.
Ama İlke Gürsoy’un hınzırlığı üstünde, yakaladı ya beni zayıf yerimden.
Habire soru geliyor çalışmadığım yerden:
“Sanat dünyasının parlayan yıldızı olarak bilinen kadife sesli sanatçı Canel Cebeloğlu’nu tanıyorsunuzdur herhalde.”
Bunca yıllık magazinciyim ama tanıyamadım işte...
Bu nasıl bir “Sanat dünyasının parlayan yıldızı”dır ki şimdiye kadar gözümüzden kaçtı?
O nasıl bir “Kadife sesli sanatçı”dır ki kulağımız şimdiye kadar hiçbir şarkısını duymadı?
İnternet icat olduktan sonra artık arama motorları yetişiyor. Google’a girip “Canel Cebeloğlu” yazıp aramaya başladım.
Google’dan çıka çıka sadece İlke’nin getirdiği haber çıkmasın mı?
“Balık sezonunun açılmasıyla birlikte sanatçılar Ortaköy Balıkçısı’na akın etti. Balık almak için sıra bekleyen sanatçılar arasında Altan Erkekli ile Canel Cebeloğlu da var” ve biz bu haberi atlamışız!
Atladığımız şey sadece bununla sınırlı olsa iyi...
Canel Cebeloğlu ta Almanya’dan kalkıp Ortaköy Balıkçısı’na gelmiş ve “Sanat dünyasının parlayan yıldızı olarak bilinen kadife sesli sanatçı şöyle de bir açıklama yapmış:
“Sanat hayatıma Almanya’da devam ediyorum. Bugün ilk iftarımı sanatçı dostlarımla evimde açacağım. Almanya’dan balık yemeye geldim desem daha doğru olur.”
Haberi atladık ya, Canel Cebeloğlu’na kafayı taktım.
Haberini atladığımız Canel Cebeloğlu’nun kim olduğuna kafayı taktım ya, illa bir şeyler bulacağım.
Google’da bu kez “Canel Cebeloğlu-Almanya” diye arama yaptım.
Bu defa haber sayısı ikiye çıktı.
Bir başka gazetenin kendinde değil de internet sitesinde aynı haberi buldum. Üstelik orada Canel Cebeloğlu manşette.
Altan Erkekli ise en altta bir satır şeklinde.
İyice işkillenip araştırmaya başlayınca öğrendim ki bu haberi(!) İHA servis etmiş abonelerine...
Tövbe tövbe...
“Kurumsal Kimlik” üç günde değişir mi?
Aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin her vatandaşı gibi beni de ilgilendiren ama yazı alanıma girmeyen bir konu bu...
Ona rağmen yazmadan duramadım doğrusu.
Türkiye’de kurum ve kuruluşlara ilişkin bir “kurumsal kimlik”ten söz edildiğinde akıllara gelen ilk adrestir askeriye...
Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, 30 Ağustos’ta görevini Orgeneral İlker Başbuğ’a devredip “Hürgeneral” olana kadar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “Ergenekon” operasyonu kapsamında tutuklanan emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon olayındaki duruşu malum.
Orgeneral İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanı olduktan birkaç gün sonra, Kocaeli Garnizon Komutanı Galip Mendi, TSK adına Kandıra Cezaevi’nde tutuklu bulunan emekli orgeneralleri ziyaret etti.
Onca yıllık geleneği, binlerce çalışanı olan bir kurumun “kurumsal kimliği” birkaç günde değişir mi?
Bu olay bir kez daha şunu gösterdi ki, kurumların“kurumsal kimliği” diye bir şey yok...
Evet, kişiler gelip geçici, kurumlar kalıcı... Ama o kurumun “1 Numarası”nın kimliği, kişiliği neyse yönettiği yerin “kurumsal kimliği” de o... Gerisi hikâye...