Aynaya baktığınızda kimi görüyorsunuz? “Olmak için doğduğunuz insanı” mı, “Olduğunuz insanı” mı, yoksa “Olmaya çalıştığınız insanı” mı? Mevlana’nın klişe haline gelen, “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” sözünü ağza sakız etmek kolay. Ama, “ol”mak zor. Aynaya bakınca kendimizi görmekse neredeyse imkansız...
Vakit yazarı Hüseyin Üzmez’in 14 yaşındaki bir kıza cinsel istismarda bulunduğu iddiasıyla tutuklanması olayına bakarken aklımdan bunlar geçti. Kendi yaşamından bir kesiti yansıttığı “Can Pazarı” adlı kitabında, kendisinden 40 yaş küçük bir üniversite öğrencisine âşık olan bir erkeğin öyküsünü anlatan Üzmez, Hürriyet’te yayımlanan röportajında, “O kızcağızla yaş farkı, çok hassas bir konu. Yaş farkı olmasaydı ne yapardım biliyor musunuz? Eşimden boşanmadan, onu nikahıma almadan, günaha, cehennemde yanmaya, sorulacak hesaba razı olurdum” diyor. Oysa eşi, kendisinden 50 yaş genç. Hapse girmesine neden olan cinselliği yaşadığı çocuk ise 64 yaş küçük.
Ben masumum hakim bey...
Yazımın konusu, bunun ahlaki ve hukuki yanı değil. “Günaha girmeyi, cehennemde yanmayı” göze aldığı cinsel arzularını yaşayabilmesinin engeli olarak gördüğü “yaşı” ilerledikçe, bir “zaaf” olarak gördüğü bu arzularına direnebilme gücünün giderek azalması da değil. Olanların bir “komplo” olduğunun söylemesi. Eşine “Ben masumum” demesi. Yaptığını inkâr etmesi...
Benim merak ettiğim, aynaya baktığı zaman ne gördüğü... Yaşamın tek gerçeği olan “ölüm”e, o kadınlardan ve o çocuktan daha yakın olan 78 yaşında bir insanın, “olmaya çalıştığı” kişinin kim olduğu...
Kurdun eline düşen kuzu
Üzmez olayına baktıkça gözümün önüne gelen görüntü, Tim Robbins’in yönettiği “Dead Man Walking” (Ölü Adamın Yürüyüşü) filminin son sahnesinde, idam edilen genç adamın ölmeden önceki bakışı.
Dünyadan bir pisliğin temizlenişini, belki de “şeytan”ın yok edilişini görmeye koşanların gözlerindeki ifade nefretti.
Ölmek üzere olan bu genç adamın, ruhunun karanlığındaki ışığın farkında olan bir rahibenin gözlerinin içine bakarken gördüğüyse, ancak bir çocuğun yansıtabileceği masumiyetti. Ölürken, olduğu insan olarak kabullenildiğini bilmenin, kendisini bulmanın verdiği huzur vardı yüzünde.
Ormanda “ahlâk” dersi
Filmde, Sean Penn’’in canlandırdığı, işsiz, güçsüz, cahil Matthew Poncelet, “ahlak bekçisi” yaşlı bir adamla birlikte, ormanda öpüşen 14-15 yaşlarında bir kızla oğlana ahlak dersi vermeye kalkıştı. Ama, eylemleri çığırından çıktı.Yollarını kaybedip ormana düşmüş iki kuzuyu ellerine geçirmiş iki kurt gibi, uzun süre acı çektirip her şekilde tecavüz ettikten sonra, iki çocuğu vahşi bir şekilde öldürdüler. İdama mahkum edildiler.
Artık yürüyen bir “ölü adam” olan Matthew yaptıklarını uzun süre inkâr etti. Masum olduğunu söyledi. Ama, vicdanı rahatsız etmiş olmalı ki, Susan Sarandon’un canlandırdığı rahibe Helen’e mektup yazdı. Günleri sayılı olan genç adam, derin bir bağ kurduğu rahibeye ölmeden önce suçunu itiraf etti. Hem de tüm detaylarıyla... Daha önemlisi, başkalarının gözlerine bakınca gördüğü kişiyi, yani kendini, olduğu haliyle kabullendi, “Onurlu bir insan olmaya çalışırken onursuz bir insan oldum” dedi.
Çocukların masumiyetine baskıyla ekilen tohumdan büyüyen kurdun, o masumiyete bir “yetişkin” olarak dönüşünün öyküsüydü film. “Suç, ceza ve bedel ödeme”nin kışkırtıcı sınavında “pişman olmayı, sorgulamayı, eylemlerinin sorumluğunu üstlenmeyi ve kendini kabul edebilmeyi”, yani “büyümeyi” anlatıyordu...
“Ben masumum” diyen Üzmez, “büyüyemediği” için varamadığı “masumiyetin”, kendini kabullenişin huzurunda olduğunu göremiyor...