Anne tarafından Karadenizli, haliyle de sağlam çaycı bir aileden gelmeme rağmen, güne kahve ile başlayan ve onunla sürdürenlerdenim.
Özellikle de Türk kahvesi... Pek çok insan kahvenin uykusunu kaçırdığından şikayet eder ama benim için durum farklı. Güne kahveyle başladığım gibi, günü de kahveyle bitiririm...
Benim gibi kahve severin en büyük şikayeti en iyi restorandan tutun da mahalle arasındaki kafelere kadar hemen her yerde kıvamında, lezzetli, kaliteli kahve içememek?
Siz de bilirsiniz, bir Türk kahvesi istersiniz, fincanın üzerinde bir höpürdetmelik kahve gelir, gerisi zifir telve. Üzerine de neredeyse üç kilo kahve alınacak kadar hesap!
Bir fincan latte istersin bırak damağında tadının kalmasını midenden nasıl atacağını bilemezsin, öyle kalitesiz kahve çekirdeğinden?
Bu yüzden, en büyük zevkim olan ‘bir yerde oturup bir fincan kahve içeyim’ kısmını artık evime taşıdım. Aldım makinalarımı, aparatlarımı, kendim pişirip kendim içiyorum.
Meğer bu benim tavrımın adı ‘3. Dalga’ymış. Dünya, geleneksel ve kitlesel dalgalardan sonra bireysel olan bu 3. dalgaya kapılmış ve insanlar tıpkı benim gibi, kendi aldıkları kahve çekirdeklerini kendileri çekip evlerinde kendileri pişiriyormuş.
İyi olmuş, ucuz ve kalitesiz kahveyi bize kakalayan ve üzerine de değerinin 8-10 katı fiyat koyan işletmelere...

Tam bir festival
Bütün bunları nereden öğrendim? Bugün başlayan ve Galata Rum Okulu’nda dört gün sürecek kahve festivalini, tam adıyla ‘İstanbul Coffee Shop’u düzenleyen DSM Group Başkanı Alper Sesli’den.
Kahve festivali nedir demeyin, dünyanın pek çok ülkesinde yıllardır düzenleniyor ama bizde ilk. Dört gün boyunca hem iyi kahveler içilecek hem bir çekirdekten beş farklı pişirme yöntemiyle beş farklı kahve nasıl yapılır dünyanın en iyi baristaları tarafından öğretilecek.
Festival kapsamında kahveye dair her şey var. Tadımlar, sergiler, söyleşiler, müzik dinletileri, kitap tanıtımları...
Alper Sesli de aynı benim gibi düşünüyor: “Şarabın, etin hakkını verdi bu millet, şimdi sıra kahvede. İyi kahve içmek ve bunu talep etmek hepimizin hakkı.”

Haberin Devamı

BİZ BİZE YETERİZ(!)

Haberin Devamı

Geçen hafta sonu bir grup gazeteci arkadaşımla birlikte Kartalkaya Golden Key Chalet’deydik.
Kar sezonunun açılışını kutlayacaktık ama gelin görün ki kar, mevsimine rağmen çok azdı. Oteller de mecburen pistlerine makinelerden suni kar yağdırıyordu.
Golden Key otellerini Marmaris Bördübet’ten biliyorum.
Doğadan hiç kopmadan butik oteller yapıyorlar ve insana masalsı bir seçenek sunuyorlar. Golden Key Chalet de öyle...
Otelin sahibi Şebnem Uyar ile sohbet ederken yine konu döndü dolaştı ‘Bu kadar doğal hazinelere ve iyi işletmelere sahipken neden dünyanın tercihlerinden biri olamıyoruz’a geldi.
Yıllarca, kar turizminin merkezi, Sundance Film Festivali’nin gerçekleştiği, Robert Redford gibi isimlerin de evlerinin olduğu Utah’ta yaşayan Şebnem Hanım belediyecilikten tutun da turizme bakış açımıza kadar eksiklerimizi bir bir sıraladı.
“Şurada hepi topu beş otel var. Aranızda birleşseniz?” dedim ama Şebnem Hanım diğer otel sahipleri ile bir türlü oturup konuşamadıklarını, komşuluk ilişkilerinin hayli zayıf olduğunu söyledi.

Tam Türk kafası
Daha bu otellerin sahipleri bir kez bile bir araya gelip “Kartalkaya için biz ne yapabiliriz, nasıl burayı dünyanın sayılı kayak merkezlerinden biri haline getirebiliriz” kısmını konuşmamış; inanabiliyor musunuz?
Hatta ‘rekabet’ adı altında birbirine zarar bile veren varmış.
Eskilerin en sevdiğim sözüdür, “Kuyu kaz benim için, derin kaz kendin için...”
Tam Türk kafası işte, sadece Kartalkaya’da değil ki, ülkenin her yerinde böyle.
Fıkra ne diyor:
Cehennemde bir tek Türkler’in bulunduğu kuyunun başına zebani koymamışlar. Oraları gezen biri sormuş “Neden?” diye, zebani yanıtlamış: “Çünkü ihtiyaç yok. Türkler zaten içlerinden biri çıkmaya görsün onu tutup aşağıya çeker.”

Haberin Devamı