10.02.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
SOFRADA BAŞ BAŞA
Can Bonomo’nun adını ilk kez bir arkadaşımdan duydum. Zaten böyle şeyleri hep bir arkadaşınız önerir. O zaman albümü yok, internette bazı kayıtları var. Dinlediğimde bir garipsedim. Pop deseniz değil, rock deseniz değil, enteresan bir ses, enteresan bir müzik. Derken Bonomo, albüm yaptı. Bu albüm özellikle genç dinleyicinin ilgisini çekti. “Can Bonomo’yu
ne zaman yazacaksınız?” diye mesajlar geliyordu. Baktım bir süre sonra bu adam kendine has bir kitle oluşturmaya başlamış. Derken memleketin en mühim müzik mevzularından Eurovision’a kim gitsin sezonu açıldı. Ben bazı genç isimleri öneren bir yazı yazdım. Hep çok ünlü isimler gidiyor, neden yeni isimlerin önü açılmıyor diye. Can Bonomo bu isimlerden biriydi. Bir süre sonra baktım ki Bonomo, Eurovision için seçilmiş. Çok sevindim, destekledim ve bence gayet de iyi yaptı üzerine düşeni.
İkinci albümü yayımlandığında artık büyük bir isimdi. Şarkıları yüz binlerce kez dinleniyor, konserleri doluyor, albümü listebaşı oluyor, ana akım dışında biri kendini kitlelere kabul ettiriyor.
Can Bonomo’yle bir-iki kez röportaj yaptık, hep müzik konuştuk. Bu defa havadan sudan konuşmak üzere sözleştik. O annesinin ve anneannesinin yaptığı yemeklerden, yelken merakından, İzmir’den, Cihangir’de yaşamaktan, magazin figürü olmaktan, edebiyat merakından, ekimde çıkaracağı şiir kitabından bahsetti, bana da müzik yazarlığıyla ilgili sorular sordu. “Albümleri neye göre dinliyorsun?” sanırım karşılaştığım en zor soruydu...
Mehmet Tez: Yeni reklam filmi güzel olmuş. Sen oyunculuk da yapıyordun, değil mi?
Can Bonomo: Öyle aman aman bir şey değil, iki dizide oynadım. Bir de işte sinema okurken kısa filmlerde...
Mehmet T.: Devamını getirmeyi düşünüyor musun?
Can B.: Kendi yazdığım bir şeyde oynamayı düşünebilirim. İleride ama...
Mehmet T.: Neler yapıyorsun bu aralar?
Can B.: Albüm yeni çıktı biliyorsun. Konserler, röportajlar oluyor. Beste yapmaya devam ediyorum bir de. Sen nerelerde çalıyorsun bu aralar?
Mehmet T.: Ayda bir kere Kiki’de çalıyordum normalde. Sonra başka yerlerden de çağırmaya başladılar. Aslında istemiyorum. DJ’lik benim işim değil. Ben arkadaşlarıma çalarmış gibi çalmayı seviyorum. Biri çağırınca da “Ben böyle çalarım, biri gelip olmadık zamanda Micheal Jackson falan isterse sinirlenirim” diyorum. Ben çalarım zaten yeri gelince çünkü. Nedense bunu kabul eden yerler oldu arka arkaya... Senin şiir kitabı ne durumda?
Can B.: Ekimde çıkacak.
Mehmet T.: Küçük İskender miydi senin üstat?
Can B.: Evet, o karar verecek hangi şiirlerin gireceğine.
“Niye plak basmayalım abi? Plak güzel bir şey”
Mehmet T.: Plak koleksiyonun ne “âlemde?
Can B.: Gelişiyor. Hep E-bay’den getirtiyordum. Ama şimdi Kontraplak açıldı ya... Her şey var orada...
Mehmet T.: Babylon’da plak gecesinde çaldım geçenlerde. Onlar da tezgah açmışlardı. Sahibi Okan (Aydın) bana The Mouse on Mars’ın plağını imzalatmıştı, orada aldım onu da.
Can B.: Nasıldı plak gecesi?
Mehmet T.: İyiydi valla, üç saat plak çaldım. Sende var mı yeni plaklar?
Can B.: “Muse albüm çıkardı, hadi hemen plağını alayım” gibi bir durumum yok benim. Ben daha koleksiyon kafasındayım.
Mehmet T.: Sen de plak basmak istiyordun değil mi? Sınırlı sayıda falan mı olacak?
Can B.: Evet.
Mehmet T.: İyi para eder ileride.
Can B.: Bir de niye plak basmayalım abi? Plak güzel bir şey.
Mehmet T.: Dünyada da ilgi arttı zaten. Geçenlerde bir yazı okudum; 93’te, tam CD’nin çıktığı zamanlar, plak artık ölmüş, dünyada 300 bin plak satılmış. Geçen sene ise 4.7 milyon. Tüm fiziksel satışların yüzde 3’ü, hâlâ çok az ama butik pazar olarak büyüyormuş.
Can B.: Bundan 10 sene önce Kontraplak diye bir yer açılaydı yüzüne bakmazdık herhalde.
“Bir yemeği iyi yapan şey yapanın elinin lezzetidir”
Mehmet T.: Yemek merakın var mı?
Can B.: Tabii, çok severim yemek yapmayı. Yaprak sarma bile yaparım.
Mehmet T.: Kimden öğrendin?
Can B.: Anneanne, anne... Bir de yedi-sekiz sene yalnız başına yaşayınca çıldırıyorsun artık.
Mehmet T.: Yalnız yaşayan insan hazır yemekten çıldırıyor da gidip sosisli yiyor, senin gibi sarma yapmıyor.
Can B.: Çok eğleniyorum ya yemek yaparken. Anneannem aşçıdır bir de. İzmir’deki restoranların şeflerine yemek yapmayı öğretmişliği vardır.
Mehmet T.: Ne mutfağı?
Can B.: Sefarad mutfağı daha çok. Sen yapmaz mısın hiç?
Mehmet T.: Ben yaparım da, spagettiyi geçmez. Ama özenli spagetti, güzel soslu... Peki, bir yemeği iyi yapan şey nedir üstat?
Can B.: Yapanın elinin lezzeti.
Mehmet T.: İzmir’i özlüyor musun?
Can B.: Özlüyorum ama gittiğim zaman da bir haftadan fazla kalamıyorum.
Mehmet T.: Nesini özlüyorsun?
Can B.: Ailemi daha çok. Az arkadaşım kaldı orada, başka yerlere taşındılar. Şehir olarak da özlüyorum bazen. 17 yaşıma kadar oradaydım. Bazen milyonlarca sene önceymiş gibi geliyor ama şurada sekiz sene öncesine kadar Allah’ın her günü oradaydık.
“Magazin için bende malzeme çok, yerimde durmuyorum ki...”
Mehmet T.: Cihangir hakkında ne düşünüyorsun?
Can B.: Ben Cihangir’in yaşadığı değişimin bir parçası olamadım çok fazla. Yedi sene önce geldim buraya.
Mehmet T.: Ben de Cihangir’de yıllarca oturdum. Sonra bir anda çok medyatik oldu. Caddebostan’da otursan seni basın hiç rahatsız etmez mesela.
Can B.: Karşıda yaşamak çok zor benim için. Orası fazla sakin...
Mehmet T.: Ben seviyorum. Gerçi aramızda yaş farkı var, 25 yaşında biri için burada oturmayı istemek çok normal. Ben de 25 yaşındayken buradaydım.
Can B.: Karşısı suburb (banliyö) gibi geliyor bana. Bina yok bir kere. Gerçi birçok açıdan buranın “olmuş”u orası, trafik falan daha iyi ama yok, kasar beni orada yaşamak.
Mehmet T.: Röportaj işlerinden falan sıkılıyorsun değil mi?
Öyle hatırlıyorum seninle yaptığım röportajlardan. Magazinle de aranda sıkıntı var...
Can B.: E kimin yok?
Mehmet T.: Magazin seni sevdi ama... Eurovision dönemi bitti, gitti ama ilgi devam ediyor. Ben magazin yazmıyorum ama gazeteci olarak işin öbür tarafını hep anlamak istemişimdir. Bir türlü kendimi sizin yerinize koyamıyorum. Bununla başa çıkmak
zor bir şey olsa gerek...
Can B.: Kolay bir şey değil ama öte yandan da adamın işi; konvansiyonel şekilde meşhur tanımlaması yapılabilecek birini sokakta görünce fotoğrafını çekmek. Bende de o konuda malzeme çok, yerimde durmuyorum ki... Görünce de çekiyorlar, yapacak bir şey yok. Müthiş bir şey değil tabii ki sürekli ne yapıp ettiğini bütün Türkiye’yle paylaşmak ama o kadar da önemsemiyorum.
“Belli bir disiplinle yazınca daha iyi oluyor”
Mehmet T.: Orhan Pamuk gibi yazarların röportajlarını okuduğumuzda şunu görürüz, sabah kalkarlar, işe gider gibi masanın başına geçip yazı yazarlar. Benim de işim yazı olmasına rağmen hiçbir zaman öyle disiplinli olamamışımdır. Sende durum nasıl?
Can B.: Benim de onlar gibi. Disiplinle yazınca daha iyi oluyor be abi, bu da bizim işimiz neticede. Böyle bir disiplin olmazsa ilham gelsin diye beklersin. “Sadece mutsuzken yazabiliyorum” derler ya, ona da çok gülüyorum. Allah belanı verir abi, öyle şey mi olur?
“Müzikten başka olayım, altın bileziğim yok”
Mehmet T.: Hayat planı yapar mısın?
Can B.: Sen şimdi kaç yaşındasın?
Mehmet T.: 42.
Can B.: Neydi 25 yaşındayken planın?
Mehmet T.: Kemancı’da çalıyordum. Bir cover grubumuz vardı. Hayat boyu öyle kalacağız sanıyordum. Senin şimdi bildiğinden çok daha az şey biliyordum, daha az tecrübem vardı. Hayat görüşüm dardı. 95’in Türkiye’sinde öyleydi biraz.
Can B.: Ben hiç plan insanı olmadım. “Beş sene sonra kendini nerede görüyorsun?” türevi sohbetlere hep en uzaktan bakan ben oldum. İleride de müzik yaparım. Başka bir olayım, altın bilezik durumum yok.
Can Bonomo: “Sadece mutsuzken yazabiliyorum diyenlere çok gülüyorum. Öyle şey mi olur?”
Mehmet Tez: “Yazarken sözümü esirgemiyorum ama genç müzisyenler de fazla ciddiye alıyorlar yazdıklarımı”
“Bülent Ersoy’un, Ebru Gündeş’in albümleri için neden doyurucu bir şeyler yazılmıyor?”
Can B.: Seni sevmeyen müzisyen çok mu?
Mehmet T.: Galiba... Ama sevmeyenlerin de saygı duyduğunu düşünüyorum. Yazarken hiçbir zaman “O çok iyi biri, iyi yazayım” gibi bir şey düşünmüyorum çünkü. Eleştiriye ihtiyacı olan birini eleştirmemek de yanlış
bir şey. Mümkün olduğunca sözümü esirgemiyorum ama özellikle genç müzisyenler biraz fazla ciddiye alıyorlar yazdıklarımı.
Can B.: Ama sen önemli bir müzik eleştirmenisin...
Mehmet T.: Eyvallah. Ama ben o kadar ciddiye almalarını istemiyorum çünkü yazı yazarken bazen etkili olmak için bir şeyi olduğundan daha büyük göstermen gerekebiliyor. Onu öyle algılamıyorlar. Belki benim kabahatim. Eskiden arkadaşıma söylediğim gibi yazıyordum ama son zamanlarda kendimi dizginliyorum.
Can B.: Türkçe müzik de çok yazıyorsun...
Mehmet T.: Evet, aslında benim kuşağımdaki müzik yazarları hep yabancı müzik yazar. Türkçe müziğin promosyonu hep magazinde yapılır. Bülent Ersoy’un, Sibel Can’ın, Ebru Gündeş’in albümleri çıkıyor,
o albümlerle ilgili doyurucu bir yorum okuyabiliyor musun? Hayır. Elbisesi, makyajı, sevgilisi... Birileri de Bülent Ersoy albümünü Guardian’da yapıldığı gibi, şu müzisyenler çalmış, şöyle yapılmış, besteler şöyle falan diye yorumlasın.... Ben yapamam ama birileri de yapsa iyi olur.
Can B.: Bilmediğin bir tarz olduğu için mi?
Mehmet T.: Evet, ben kanun şöyle falan yazsam millet güler, ben anlamam o işten.
“Eurovision’un müzisyene de ülkeye de faydası çok”
Can B.: Neye göre seçiyorsun dinleyeceğin albümleri? Eş, dost kontenjanı var mı?
Mehmet T.: Eş, dost kontenjanı demeyelim ama tanıdığım insanların albümlerini merak ettiğim için hemen dinliyorum. Yeni çıkanların çoğunu inceliyorum. Genelde hepsi birbirine benziyor. Farklı bir şey çıkınca onun üzerine düşünüyorsun. Senin albümün öyle bir şeydi. Ben senin mutlaka daha geniş bir kitleye ulaşacağını biliyordum ama Eurovision olmasa şimdikinden daha marjinal kalabilirdin....
Can B.: Tabii, Eurovision seni Türkiye’ye açıyor. Ülkeye de faydası oluyor, yurt dışında çok fazla promosyonun yapılıyor.
Mehmet T.: Bu sene kimse gitmiyor, ne diyorsun o duruma?
Can B.: Bilmem.
Mehmet T.: Eurovision dünyanın en şahane yarışması olmayabilir ama keşke bu yıl da katılsaydık da birileri daha gidip oradan faydalansaydı...
Can B.: Herkes pek öyle düşünmüyor demek ki...
“Belgem var, teknede birini evlendirebilirim, lazım olursa çağır”
Can B.: Sekiz sene falan yelken yaptım ben. Şimdi Çeşme’ye gidince de katamaran kiralarım. Sörf de yaptım bir hafta ama çok sıkıldım. Atlayalım da şuraya gidelim gibi bir şey değil ki sörf. Gidiyorsun, hop geri geliyorsun. Ne kadar hızlı gidersen o kadar eğlenceli olacak, e ne kadar hızlı gidersen de o kadar çabuk bitiyor?
Mehmet T.: Ben 18-19 yaşındayken sörf hikayesi yeni çıkıyordu.
Can B.: Kaykay falan da vardır sende...
Mehmet T.: Tabii, kaykay var, basketbol var, “Beyaz Gölge” yüzünden hepimiz basketbol oynadık manyaklar gibi. Bir de işte sörf... Fransızcam gelişsin diye bir kulüpte çalışmaya gittim, biraz sörf yapabiliyorum diye çocuklara sörf hocası yaptılar beni. Üç-dört sene önce de tekne olayına girdim. Amatör denizci belgesi de aldım, teknede birini evlendirebilirim. Lazım olursa çağır.
“Ohio’dan James Mercer gibi adamlar çıkıyor da bizim Kayseri’den neden çıkmıyor?
Mehmet T.: Benim için film tarihinin en cool adamı Steve McQueen’dir. Çok dramatik bir hayatı var ama çok da cool biri.
Can B.: Marlon Brando’dur benimki mesela.
Mehmet T.: Bir de Ayrton Senna’yı da çok severim. 2010’da onunla ilgili bir belgesel çekildi “The Speed of Sound” diye, mutlaka izle. Geçenlerde Türk insanının idolleri diye bir araştırma yapılmış ya... Acun Ilıcalı, Hülya Avşar, Demet Akalın falan çıkmış. Senin idolün kim?
Can B.: James Mercer.
Mehmet T.: Adam seninle neredeyse aynı yaşta, bari daha büyük birine hayran olsaydın.
Can B.: Büyük benden. Ayrıca herif dâhi bence.
Mehmet T.: Orası doğru. Ve bu adamlar Ohio’dan çıkıp bütün dünyaya adını duyurabiliyor. Bizde neden Kayseri’den bir grup çıkıp bir şey yapamıyor?
Can B.: Kayseri’ye öyle kültür götürmüyoruz ki...
Mehmet T.: Sen konser verdin mi mesela orada?
Can B.: Hayır.
“İyi ki vaktiyle bütün klasikleri okumuşuz”
Mehmet T.: Senin
en çok sevdiğin Türk romancısı kim?
Can B.: Oğuz Atay. İhsan Oktay Anar’ı da çok severim. Daha çok klasikleri okurum, Homeros’u çok severim.
Mehmet T.: İyi ki klasikleri okumuşuz vaktiyle. Şimdi ne öyle bir vaktim var, ne de öyle bir konsantrasyonum... Şu anki dünya öyle bir dünya ki, “Savaş ve Barış”ı okumak için ciddi bir mesai harcaman lazım.
Can B.: Uyumadan bir 30 sayfa işte...
Mehmet T.: Ben öyle yapamıyorum. Başlayıp küt diye bitirmem lazım.
Can B.: Benim değişir. Emile Ajar’ın “Onca Yoksulluk Varken” kitabını sekiz saatte falan okudum. Dün bitirdiğim “Film Kulübü”nü iki haftada...
“Red Hot Chili Peppers konserinde 10 dakika kaldım”
Mehmet T.: Hangi konserlere gideceksin? Rihanna geliyor, Roger Waters geliyor...
Can B.: Roger Waters’a gitmem.
Mehmet T.: Gitmen lazım. Sev, sevme... Ama
o deneyimi yaşaman lazım.
Can B.: Roger Waters’ın tek başına Türkiye’ye geliyor olması beni heyecanlandırmıyor. Pink Floyd olaydı zamanında...
Mehmet T.: Ergenken ne dinliyordun?
Can B.: Iron Maiden.
Mehmet T.: Ben de. Aramızda yaş farkına rağmen bak ikimiz de aynı şeyi dinliyormuşuz. Ama bir tek Iron Maiden dinlemiyordum.
Can B.: Ben de... Pink Floyd, Def Leppard, Gary Moore da dinlerdim.
Mehmet T.: Kim gelse gidersin mesela?
Can B.: Justin Bieber dediğimi düşünsene! Benim dinlediklerim gelmezler, gelirlerse Babylon’a gelirler.
Mehmet T.: Mesela?
Can B.: Holy Fuck...
Mehmet T.: Geçen sene gelen büyüklerden kime gittin?
Can B.: Red Hot Chili Peppers. Ama 10 dakika.
Mehmet T.: Trafiğe kalmayayım diye mi kaçtın?
Can B.: Yok, gitarist oturuyordu abi!
Mehmet T.: Adamın ayağı kırık, ne yapsın? Flea zıplıyordu onun yerine. Bu arada bir şey anlatayım o konserle ilgili. Red Hot Chili Peppers üyeleri trafik olduğu için tekneyle gelecekler Santralistanbul’a. Lüks bir tekne kiralanıyor. Tam yanaşacakları sırada kaptan “Orası çok sığ, ben oraya giremem” deyip onları bir iskelede indiriyor. Yanlarında sadece rehber var. Heriflerin konseri var, insanlar bekliyor. İki sandal buluyorlar, ikişer ikişer biniyorlar. Flea’nin olduğu sandalın motoru bozuluyor, kürekle getiriyorlar adamları.
Can B.: Çok bombaymış...
Mehmet T.: Kimbilir sizde ne hikayeler vardır...
Can B.: Bilmem, vardır herhalde. Aa bak şu var; Ankara’da okuyan bir grup genç, Antalya’daki konserime geldiler, tanıştık. Bir gün de Eskişehir’deki konserime geldiler. Eşek yüküyle içmişler. Çıkışta kulise geldiler, muhabbet ettik. “Sabah sınav var, Ankara’ya döneceğiz” falan diyorlar. “Saçamalamayın,
bu kafayla nasıl gideceksiniz?” dedim, verdim oteldeki odamın anahtarını. Gidip o gece orada yatıp uyudular.
Mekanı, Can Bonomo Seçti: Cihangir’deki Jash
İkili, menüden meze tabağının yanı sıra bonfile ve asma yaprağında levrek seçti.